Yıllar önce bir gece vakti kimseye belli etmeden ürkek bir hayalet gibi sessiz sedasız çekip gittiÄŸim bu köye, yıllar sonra yine bir gece vakti ve yine ürkek bir hayalet gibi döndüğümde hatıralarımın yemyeÅŸil perdesi açılıyor, ruhuma yürek serinletici bir rüzgar hissi veriyordu…
Arabadan iner inmez ölü bir kuÅŸ düşmüştü önüme…
Köşe başında hazır asker gibi dikilen sokak lambasının ışığıyla yarı aydınlık yarı karanlık gövdesiyle ortadan ikiye bölünmüş gibi görünüyordu…
Gecenin boÅŸluÄŸunu kanatlarının altında saklayıp son bir umutla gökyüzünü atlas gibi kaplayan yıldızların aydınlığına tutunmaya çalışıyordu…
Can çekişen göğsü sabırla inip kalkıyor zorlukla alıp verdiği nefesi havayı parçalıyordu.
Tüylerinin göz alıcı fosforu loÅŸ ışığın etkisiyle zayıf bir güneÅŸ topuna dönüyor, ardından ıslak kaldırım aralarındaki ince boÅŸluklara, yıkık dökük evlerin damlarından düşen kiremit parçalarına, küçük çakılların arasına karışarak kıvrıla kıvrıla sonsuz boÅŸluÄŸun içinde yok olup gidiyordu…
Geceyi örten zifiri karanlığın arasından neye benzediÄŸi belli olmayan gölgeler üşüştü bir zaman sonra. Kötülük, sokağın bittiÄŸi noktada vahÅŸi bir hayvan gibi saldırıya hazır bekliyordu…
Saatlerdir yürüdüğüm caddeler, sokaklar, evler birer hayalmişçesine bir anda yok olup gidiyorlardı sanki…
Ne bir insan sesi vardı sessizliÄŸi boÄŸan ne kedilerin çığlıkları ne de köpeklerin köşe baÅŸlarında yankılanan ürpertici ulumaları…
SoÄŸuyan hava; adı konulmamış yalnızlığın iç acıtan burukluÄŸu, yolunu kaybetmiÅŸ bir kurÅŸunun acımasızlığı gibi sokağı saÄŸlı sollu çeviren selvi boylu evlerin bacalarından süzülerek sobanın üstünde kaynayan çaydanlığın içine karışıp demini buluyordu…
Neden sonra biraz tansiyonum düşmüştü de önüme çıkan ilk taÅŸ parçasının üzerine oturuvermiÅŸtim. Soluklarım hızlanmıştı. Yüzümde trampet çala çala karıncalar geziniyordu sanki. Ellerim, ayaklarım sonra bütün vücudum narkoz verilmiÅŸ gibi uyuÅŸmuÅŸtu…
40 yıl sonra Almanya’dan döndüğümde, ölümün karşılayacağı korkusu düştü kalbime ansızın.MeÄŸer ölmek ne zor ÅŸeymiÅŸ o an anladım. Saate baktım epey geç olmuÅŸtu…
Müezzinin yanık sesiyle okuduÄŸu saba makamındaki sabah ezanı az önce ölüm korkusunun, son bir kez helallik alamadan bu dünyadan gidecek olmanın verdiÄŸi acıyla kıvranan ruhuma iyi gelmiÅŸ bir nebze ferahlar gibi olmuÅŸtum…
Anladım ki, insanın en büyük yoksulluÄŸu, geçmiÅŸ günlerimizin hatıralarına karışan insanlardan, dokunduÄŸumuz varlıklardan, gezindiÄŸimiz mekânlardan, damağımızda benzersiz ve asla kaybolmayan bir tat olarak duran kendine mahsusluÄŸun saadet dolu dünyasından uzak kalmakmış…
Her ÅŸeyim vardı elbet lakin hiçbir ÅŸeyim yoktu, bunu anladım…
Anladıkça da nur saça saça yer yüzünü aydınlatan yıldızların duası dökülüyordu yüreÄŸime…
Etrafımı saran hayaletlerin arasında ruhumun bütün çıplaklığı ortaya saçılıvermiÅŸ düşüncelerim, hafif bir rüzgar darbesiyle sonsuz boÅŸluÄŸa savrularak paramparça olmuÅŸ ve ben dalından kopan hazan yaprağı gibi hafifleyivermiÅŸtim söz gelimi…
Bütün güzel anılarımın kandilleriyle kavislenen yıllarım bendeki anlamını yeniden buluyordu.
Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Yürüdükçe adımlarım ağırlaÅŸmış, bedenimi taşıyamaz hale gelmiÅŸti. Ellerimde bavullar bizim eski evin önüne gelmiÅŸtim. Kapıyı açtığımda öfkeli bir sessizlik karşıladı beni. Öylece durdum. Bir zaman sonra toza topraÄŸa karışmış koltuÄŸun üzerine atıverdim kendimi…
Bakışlarım, duvarda asılı duran, geçip giden yılların yorgunluÄŸuyla sararmış aile fotoÄŸrafımıza bir ok gibi saplandı. Dakikalarca, saatlerce öylece bakakalmış, zaman dört nala koÅŸturdukça da gözlerim siyah beyaz gözyaÅŸlarına karışıp uykuya dalıvermiÅŸti…
Sabah olduÄŸunda mazinin gamlı musikisi uyandırmıştı beni.Dışarıda tabiatın o leziz kokuları, suların sesleri, kış mevsiminin en isli ve en içli türküsü gönlüme süzülmeye baÅŸlamıştı. Yıllarca gurbetin sokaklarında gezinirken hissettiÄŸim yalnızlığın o çırılçıplak kabusundan, hüznü bile saadet kadar makul olan bir düşe uyanmıştım…
Mazideki her ÅŸey, bu eski evin en lezzetli en tesirli akÅŸamlarının ateÅŸi altında piÅŸerek sıvılaÅŸacak, sonrasında da renk renk kelimeleri boyayan mürekkebe dönüşecekti…
Yeniden uyanışın vaat edilmiÅŸ vuslatıyla hatıraların hava ve zaman tesiriyle yıpranmış sayfalarını, benliÄŸimin yelkenlerini dolduran rüzgarın kanatlarına iliÅŸtirerek sevdiklerimden yansıyan görüntülerin arasına doÄŸru savuruyordum artık…
Etrafı ÅŸefkatli bir baba göğsü gibi saran daÄŸların en üst noktasına çıkarak yanık yanık türküler söylemek geçti içimden.Türküler aktı yanaklarımdan, aÄŸladım. AÄŸladıkça açıldım. Sevilip sevilmediÄŸimin şüphesinden kaçarak sevmenin ve sevebilmenin mutluluÄŸuna sığındım…
Sahici bir hayatın Yolculuğuna başlamış olmanın nefes alıp verişiyle Özdemir İnce’nin şu dizesini haykırdım gri bulutların arasından gülümseye güneşe karşı:
Gümüştür sözü ozanın, susması altın değildir,