Ali Akbaş Ağabey ile… 1

Şiirin herkese göre bir tarifi var…

A+
A-
Şiirin herkese göre bir tarifi var.
“Şiir, insanın kendi ana dili çalgısında söylenen bir türküdür.” demiş Cahit Külebi.
“Şiir musikiden başka bir musikidir” demiş Yahya Kemal’de.
Birbirine yüzde yüz zıt ifadeler de var. Peyami Safa “Eğer şiir adını kaybetseydi adına mânâ derdik” diye yazarken Ahmet Haşim de “Şiirde mânâ aramak bülbülü eti için kesmeye benzer” diyor.
Bir şehrimize şiir şöleni için davet etmişlerdi. Sayı da epey kalabalık. Beş arkadaşı bir ilçeye götürdüler. İlçedeki öğretmen arkadaşlar, şiir sevenler toplanmışlar. Biz de onlara şiir okuyup sohbet edeceğiz bir süreliğine.
Ben de en sondayım. Sırayla konuşmalar yapıldı. Bir hanım arkadaş başladı “Biz şairler çok büyük insanlarız. Tanrı katında yerimiz özeldir. Peygamberlerden sonra biz geliriz. Onlara vahiy gelir, bize ilham” gibi konuşuyor. Terliyorum ama yapacak bir şey de yok. Sıra bana gelince dinleyenlere “aranızda hayatının herhangi bir döneminde şiir yazmayan kişi var mı?” diye. Hiç ses çıkmadı. Devam ettim sonra; “Bizim öyle abartıldığı gibi büyüklüğümüz yok. Biz sizden biraz daha fazla uğraşıp bir şeyler yazmaya çalışıyoruz, o kadar” dedim. Kuş gibi hafifledim bunları söyleyince. O hanım o zamandan beri benimle konuşmuyor.
Şiir yazmanın yüzde onu ilham, yüzde doksanı emek demişti bir sohbetimizde Bekir Sıtkı Erdoğan Ağabey. Şiirin de nasıl olduğunu Ali Akbaş Ağabey söylüyor zaten;
“Leyla’nın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor.
Kumsalda bir kedi gibi uysal
Dalgalar ayağımı yalıyor
Şiir oluyor.
Bahçede çim biçiyor bir ihtiyar
Kokusu genzime doluyor
Şiir oluyor.
Apansız bir yıldız düşüyor göğümüzden
İçimize köz düşüyor
Şiir oluyor.
Siyeci bozulmuş viran bahçelerde
Güller soluyor
Şiir oluyor.
Kelimeler gözlerimde bir avuç kum
Çıkarıyorum
Şiir oluyor.”
Ali Ağabey bir gönül insanı.
Biz bu güzel insanları dinlemek için davet ederiz. Onlar işlerini, güçlerini, ailelerini, özel hayatlarını ona göre ayarlarlar. İki günleri yolda geçer zaten. Bir gün de anlatırlar. Neredeyse üç günlerini alırız. Yorgunluğu da cabası. Esas söylemek istediğim şu, programdan sonra da başının çaresine bak diye pek ilgilenmeyiz.
Ali Ağabey de Eskişehir’e davet edilmişti. Programın ertesi sabahı kaldığı otele gittim, yalnız oturuyor. Treni de akşama doğru. Yapacak işi de yok, doğru köye doğru yola çıktık. Dinleyicisi sadece ben olduğum, kuş cıvıltıları ve dağların arasında muhteşem bir şiir şöleni olmuştu.
Sohbet zaten güzeldi.
Ağızlığını kendi yapmış akasya ağacından
Sohbet ederken eşitlikle adaletin farklı şeyler olduğunu öğrenmiştim. “Meselâ ilk okula giden çocuğa beş lira, üniversiteye giden çocuğa da beş lira versen eşit olur ama adil olmazmış. Ben de “hepimizde az veya çok saç, ak saç var ama herkes Akbaş değil” demedim tabi.
Dağ türküleri söyledik;
“Bu dağlar eze dağlar, Yar gele geze dağlar,
Yar yanıza gelende, Ne dedi size dağlar”
“Eze demek teyze demek, dağları teyzeye benzetiyor, ne kadar güzel, samimi, içten. Ben bu türkünün son iki mısraını;
‘Suları şarap olmuş, Çiçeği meze dağlar’ diye biliyorum. Dağ suları aşkın içine düşürür, insanın başını döndürür” dedi Ali Ağabey.
Erenler Divanı’nı okudu ezberinde olduğu kadarıyla. Eylül’e Beste dedi, Tuna dedi…Köyde mevlid vardı. Tarladan köye gittik. Mevlid sonrasında bağdaş kurup yemek yemiştik. Hatta şiir de okutmuştuk. Daha sonra şöyle söylemişti; “Sizin o köyde, dağlarda hayalimde geziyorum… Mevlid yemeği ne kadar güzeldi… Ağızlıklarımı kendim yapıyordum eskiden… İyi şeyler hep yasak zaten.”
Sohbet iyi ama trenin vakti de yaklaşınca döndük. Ali Ağabey bana trenin saatini söyledi, ona göre vakitlice gara geldik. Cebinden bileti çıkardı, meğer saati yanlış biliyormuş, tren gitmiş. Rica minnet bir sonraki trene yer bulmuştuk. İçimden düşünmeden edemedim, Ali Ağabey Göç şiirini şimdi yazsaydı “Eskişehir’den tren gider” derdi belki Sirkeci yerine.
Göç şiiri deyince aklıma geldi.
Meşhur bir çapı küçük adam “Göç” şiirini kendisinin gibi kasetlere okumuştu. Ali Ağabey ikaz etmişti ama dinlememişti çapı küçük adam. Mahkemelik olmuşlardı sonra. Bir şiir için alınabilecek en yüksek tazminattı belki de Ali Akbaş Ağabey’in kazandığı.
Benim bir Abdullah Ağabey’im var. Biz mühendislikte okurken o, akademide okuyordu. Mezun olunca Merkez Bankası’nda göreve başladı. Muhtelif şehirlerde çalıştıktan sonra emekli oldu ve memleketi Adana’ya döndü.
Yetmişli yılların sonuna doğru televizyon tek kanaldı. TRT de Harp ve Sulh dizi film olarak gösteriliyordu. Abdullah Ağabey “dizi, kitabın güzelliğini, hoşluğunu vermez” diye seyretmemiş, kitabı okumuştu.
Abdullah Ağabey ile edebiyatın, güzel sanatların her dalında sohbet edebilirsiniz.
Klasiklerin tamamını okumuştur. Okuması bir yana isimler, olaylar aklındadır.
Türk Müziğini çok iyi bilir. Şarkıları ve nasıl, niçin yazıldığını anlatır.
Romanı, şiiri okuması yetmez onu yazanın ev hali, sosyal durumu, nasıl, nerede yazdığı, ruhi durumu vs. nedir diye inceler.
Falan yazarın evi nerededir bilir. Hanımın adı ne, nerede tanışmışlar, vefatlarının arası ne kadar, hangi evde hangi eseri yazmış.. öğrenir, gider oralarda gezer.
Ali Akbaş’ın Semerci Ejder adlı bir şiiri var. “Acaba o Ejder gerçek şahıs mı?”, ya da Bekir Sıtkı Erdoğan Marya şiirini yurt dışına gidip mi yazdı? Kime yazı? merak eder, araştırır. Buluncaya kadar da zaman harcar.
Genel kültürü zaten çok farklı.
Toka yapmanın da kuralı olduğunu ondan öğrenmiştim.
Karşılıklı merhabalaşmak, toka yapmak, “biz ikimiz eşitiz” demekmiş. Toka yaparken elini öptürecek derecede yukarı çevirmek “ben senden üstünüm” mesajı verirmiş. Eğer karşınızdaki insan diğer elini sizin yukarı yuttuğunuz elinizin üzerine koyarsa, o da “ben senden üstünüm” dermiş. Bu sefer siz diğer elinizi muhatabınızın omuzuna koyarsanız öne geçermişsiniz. O da elini sizin yüzünüze getirip okşarsa “ben yine senden üstünüm” demek istermiş. Böyle kurallar varmış toka yapmakta bile.
İşte bu Abdullah Ağabey’in merak ettiği Semerci Ejder’i sordum Ali Akbaş Ağabey’e “gerçek mi o şahıs?” diye.
Şiir şöyle başlıyor;
Şöhretler Terzihanesi
Sıcak yatağında uyumak varken,
Açar dükkanını her sabah erken.
Demirci, kömürcü, marangoz, berber,
Eski bedestende semerci Ejder.
Dedim: Usta artık bırak şu işi!
Yüzü gölgelendi çatıldı kaşı.
Dedi: Ahiliktir bizim töremiz,
Kıyamete kadar yanar çıramız.
Gerçek değilmiş.
Maraşlıların neredeyse yarısının adı Ökkeş, yarısının da Ejder’miş.
Bir de fıkra anlattı Ali Ağabey.
Askerleri toplamışlar bir cemseyle birliklerine götürecekler. Ninenin biri de torununu son defa göreyim diye komutana rica etmiş. Torunun adı Ökkeş imiş. Komutan “Ökkeş aşağıya in” deyince yarısı inmiş. Böyle bulamayınca babasının adını sormuş nineye. O da Ökkeş’miş. “Ökkeş oğlu Ökkeş” insin deyince bu sefer de iki kişi inmiş. Meğer Kel Ökkeş oğlu Ökkeş’miş torunu.

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler