Şehirde termometreler kırk dereceleri gösteriyordu. Eriyen asfaltın egzoz gazına karışan kokusu genizleri yakarken, beton binalardan ve asfalttan yansıyan sıcaklık nefes almayı adeta imkansız hale getiriyor, nefes diye çektiğimiz sıcak hava sanki ciğerlerimizi dağlıyordu. Yoğun güneş ışığından korunmak için taktığım güneş gözlüğü bile fayda etmiyor, yürüyeceğim yolumu görecek kadar gözlerimi anca açabiliyordum. Çalıştığım kurumun bahçesine kendimi attığımda artık göğsüm sıkışıyor, O ışık ve ısı cehenneminde gözlerimde yıldızlar uçuşmaya başlıyordu. Bir kat merdiveni bile çıkmaya gözüm kesmiyordu. Asansörü kullanarak nihayet kendimi çalışma odama atabilmiştim.
Kapı ve pencereyi karşılıklı açıp odayı havalandırdıktan sonra klimayı yirmi iki dereceye ayarlayıp kapı ve pencereyi tekrar kapattım. Günlük haberlere göz atarken mesai arkadaşım Ayhan Bey odama geldi. Hal hatır sorma, kurumla ilgili yapılacak işlerden bahsederken Ayhan Bey gözünü pencereye dikerek;
Aaa saksağan!, hocam içeriye bakıyor, çok susamış sanki demesiyle ben pencereye doğru
dönerken saksağan uçup gitti. Saksağanın sıcaktan bunaldığını ve su aradığını düşünerek bir saklama kabının iki gözünü de ağzına kadar suyla doldurup pencerenin dışına bıraktım. Pencereyi kapatıp saksağanın su içmek için gelmesini bekledim. O gün mesai sonuna kadar saksağanın gelip su içtiğine şahit olmadım. Ancak su kabı oradaydı, gelirse suyunu içer diye düşündüm.
Ertesi gün mesai başlangıcında yine odamı havalandırmak için pencereye yöneldiğimde bir gün önce bıraktığım su kabının yanında yumurtadan yeni çıkmış bir saksağan yavrusunu gördüm. Belli ki bir gün önce pencereden içeri bakan zavallı anne saksağan yumurtadan yeni çıkan yavrusunu kırk derecenin üzerindeki sıcakta hayatta tutabilmek için benden yardım istemeye gelmişti. Belki de gagasında taşıdığı birkaç damla suyu yetersiz bulduğu için yavruyu su kabının yanına getirmişti. Yavrusunu hayatta tutabilmek için kim bilir ne kadar çırpınmış, o küçücük kalbi ne kadar çok çarpmıştır. Bir anne yüreğinin ölümle yaşam arasındaki, git gelleri, çırpınışları gözümün önünde canlandı. Sonra keşke o su kabını oradan hiç eksik etmeseydim, her gün suyunu tazeleseydim, bir avuç yem bıraksaydım diye içimde sayısız keşkekler dizelendi. Çünkü anne saksağanın penceremin kenarındaki su kabının yanına bıraktığı yavru kuru, turuncu bir gaga, birkaç tüy ve iç organlarını bile kapatmayan şeffaf bir deri parçası olarak oracıkta cansız bekliyordu. Saksağan yavrusu ölmüştü!.
Sonra Gazze’de bir annenin kucağında adeta o saksağan yavrusu kadarcık kalan ve açlıktan ölen çocuğunu göstererek ‘’ O açlıktan öldü, günlerdir ağzımıza bir lokma yiyecek girmedi. Başta Müslüman ülkeler olmak üzere bütün insanları Allah’a şikayet edeceğim’’ dediği video haber gözümün önüne geldi.
Birkaç metre uzağına atılan bombanın yıktığı binanın toz bulutu önünde can havliyle kaçan kız çocuğu geldi gözümün önüne. Yere dökülen unları toz toprak içinden, yürek parçalayan feryat ve figanla toplarken cinnet geçiren, kendini kaybeden anne…
Yardım kuruluşlarının dağıttığı yemek kuyruklarında, konserve tenekelerinden bozma kaplarla bekleyen beş-on yaşlarında, toz toprağa belenmiş cennetlik çocuk yüzleri…
Sonra katil Siyonist terör devleti ve onun hamisi Amerika’nın kurduğu sözde insani yardım vakfının dağıttığı undan bir çuval alabildim diye secdeye kapanan, canımı veririm bu unu vermem diyen baba ve aynı yardım kuyruğunda kurşuna dizilen anneler ve masum çocuklar…
Sonra dedim ki kendi kendime:
‘’Ey insanoğlu; ölen bir saksağan yavrusu değil, açlıktan ölen, bombaların ve yıkılan evlerin
altında ölen, yardım kuyruklarında kurşuna dizilen masum çocuklar değil, ölen insanlık. Lakin bu sefer ölen insanlığın arkasından rahmet okumaya dilim varmıyor. Sonra Allah teala bize demez mi :‘’Ey insanoğlu, sen kime merhamet ettin ki ben sana rahmetimi göndereyim’’?