30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun
Bundan tam 102 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk ulusu büyük bir zafer elde etti.
20.yüzyıl, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş ölçekte yıkımların, krizlerin ve dönüşümlerin yaşandığı çalkantılı bir dönem olmuştur. İki büyük dünya savaşı —Birinci ve İkinci Dünya Savaşları— sadece milyonlarca insanın yaşamına mal olmakla kalmamış, aynı zamanda küresel siyasal dengeleri kökten değiştirmiştir. Bu iki dünya savaşının odak noktasının batı olması üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Bu savaşların hemen ardından gelen ekonomik buhranlar, özellikle 1929 Büyük Buhranı, kapitalist sistemin sömürü içeriğini gözler önüne sermiş, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmiştir. Devletlerin ve milletlerin tarihinde açlık, yoksulluk ve sefalet gibi izler bırakan bu ekonomik buhranlar devletleri de finansal yönden güçlü devletlerin sömürüsüne açık hale getirmiştir. Bununla birlikte, 20. yüzyıl boyunca siyasal darbeler, otoriter rejimlerin yükselişi, ideolojik kutuplaşmalar ve vekâlet savaşları gibi dinamikler, dünya genelinde siyasal ve toplumsal istikrarsızlıkları daha da körüklemiştir.
Bu dönemde emperyalizmin biçimi değişmiş; klasik sömürgecilik yerini ekonomik, askeri ve kültürel bağımlılık ilişkilerine bırakmıştır. Özellikle Afrika, Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika gibi dünyanın değişik yerlerinde ülkeler, toplumlar, bu kez farklı araçlarla şekillendirilen Batı müdahalelerine/işgallerine maruz kalmıştır. Uluslararası finans kurumları, askeri ittifaklar ve diplomatik baskı mekanizmaları yoluyla kurulan yeni sömürü ve işgal biçimleri, çok sayıda ülkeyi kalkınma vaadiyle yönlendirilen fakat aslında bağımlılık tuzaklarına hapsedilen emperyal yapılar içinde yaşamaya zorlamıştır.
Bütün bu tarihsel tecrübeler göz önünde bulundurulduğunda, insanlık 21. yüzyıla girerken daha kontrollü, daha ilkeli ve daha adil bir dünya düzeni inşa etme sorumluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Küresel savaşların acı mirası, ideolojik fanatizmin bedelleri ve ekonomik istikrarsızlıkların derin etkileri artık inkâr edilemez bir biçimde ortadayken, devletlerin, uluslararası kuruluşların ve küresel liderliğin geçmişten ders çıkararak daha etik ve barışçıl bir sistem kurmaları bekleniyordu. Ancak ne yazık ki bu beklentilerin karşılanmadığı ve hatta küresel emperyal politikaların günümüzde daha da sofistike biçimlerde sürdürüldüğü bir gerçeklik ile yüz yüze kaldı insanlık… Artık askeri işgallerin yanısıra ekonomik yaptırımlar, borçlandırma politikaları, medya manipülasyonları ve diplomatik baskılar yoluyla hedef ülkelerin siyasal iradesi zayıflatılmakta; halklar, çatışmaların, yoksulluğun ve iç gerilimlerin içine sürüklenmektedir. Yeni dünya düzeninin kurucu unsurları olarak ortaya çıkmış uluslararası kuruluşlar barış, kalkınma veya güvenlik söylemleriyle hareket etmesine rağmen, pratikte büyük güçlerin çıkarlarını gözettiği; Batılı devletlerin, gruplarının ve hatta finans lobilerinin küresel sistem üzerindeki tahakkümünü korumaya hizmet ettiği görülmektedir.
Truva efsanesi, tarihin en ikna edici askeri stratejik senaryolarından biri olarak bilinmektedir. Bu efsaneye göre düşman, devasa bir tahta atı “hediye” diye sunarken, aslında içine sakladığı savaşçılarla şehrin işgalini amaçlamaktadır. Modern dünyada ise Batı emperyalizmi, bu tarihi taktiği çok daha sofistike bir şekilde yeniden üretiyor. Günümüzün Truva atları artık tahtadan değil, “güvenlik-istikrar”, “uluslararası toplum”, “küresel iş birliği” ve “insani yardım” gibi algılarla biçimlendirilmiş kurumsal yapılardan oluşuyor. BM, IMF, Dünya Bankası ve NATO görünüşte dünya barışı, ekonomik istikrar ve güvenlik sağlamak için kurulmuş olan bu yapılar, pratikte Batı’nın küresel tahakkümünü, emperyal politikalarını sürdürdüğü en etkili araçlara dönüşmüş durumdadır.
Bu kurumların işleyişi, tıpkı Truva atı gibi iki yüzlü ve gizli bir mantık üzerine kuruludur. Dışarıdan bakıldığında hepsi barışçıl, kalkınmacı, güvenlikli bir dünya amaçları taşıyor gibi görünüyor. Örneğin; IMF finansal istikrar sağlar, Dünya Bankası kalkınma projelerini destekler, BM barışı korur, NATO ise güvenliği. Ancak bu kurumların gerçek misyonları ve aktif işlevi incelendiğinde, her birinin Batı’nın -özellikle de ABD ve Avrupa’nın- ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarını korumak için tasarlanmış olduğu ortaya çıkar. Nasıl ki Truva atının içi savaşçılarla doluydu, bu “uluslararası” kurumların bürokratik mekanizmaları da Batılı güçlerin nüfuz alanlarını genişletmek için politikalarla-stratejilerle doludur.
IMF’nin “yardım paketleri” adı altında dayattığı ekonomik kemer sıkma politikaları, borçlandırdığı ülkelerin ekonomik bağımsızlığını nasıl zayıflattığını; BM Güvenlik Konseyi’nin veto mekanizmasının Batı’nın çıkarlarına- politikalarına nasıl hizmet ettiğini; NATO’nun “savunma-güvenlik örgütü” kimliği altında nasıl saldırgan bir genişleme-emperyalist politikalar izlediğini gördüğümüzde, bu kurumların gerçek misyonları, işlevleri açığa çıkmaktadır. Tıpkı Truvalıların atı şehrin içine çekerek kendi sonlarını hazırlaması gibi, pek çok ülke de bu kurumların “yardım” tekliflerini kabul ederek aslında egemenliklerinden vazgeçmektedir.
Bugün dünyanın dört bir yanında yaşanan ekonomik krizler, savaşlar ve siyasi istikrarsızlıkların kökeninde, bu “modern Truva atlarının” ülkelerin iç işlerine müdahalesi yatmaktadır. Yapısal uyum programlarıyla ulusal ekonomileri çökerten, “insani müdahale” adı altında rejim değişikliklerini destekleyen, “kalkınma yardımları” kisvesi altında kaynakları sömüren bu mekanizmalar, 21. yüzyıl emperyalizminin en etkili sömürü/işgal silahları haline gelmiştir.
Birleşmiş Milletler (BM), çoğu zaman dünya barışının ve uluslararası iş birliğinin kurumsal teminatı olarak sunulsa da kuruluş süreci, yüklendiği misyon ve yapısal işleyişi dikkate alındığında, aslında İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin küresel hakimiyetini meşrulaştırmak ve kurumsallaştırmak üzere tasarlanmış bir yapıdır. 1945 yılında San Francisco Konferansı’nda kurulan BM, kuruluş aşamasında başta Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, Fransa ve Çin olmak üzere savaşın galip güçlerinin inisiyatifinde şekillenmiştir. Bu durum özellikle BM Güvenlik Konseyi’ne beş daimî üyenin “veto hakkı” ile somutlaşmış ve uluslararası ilişkilerde bu ülkelerin mutlak belirleyiciliği kurumsal bir norm haline getirilmiştir. Bu beş devletin “veto hakkı” uluslararası adaleti sağlamak, devletlerin egemenlik haklarına güvence oluşturmak, işgal ve savaşlara karşı önleyici ilkeler ve yaptırımlar uygulamak, insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasını sağlayacak evrensel kuralları işletmek yönünde ben büyük engeldir. Türkiye bu adaletsiz ve taraflı yapıya eleştirisini-itirazını “dünya beşten büyüktür” mottosuyla tüm dünyaya haykırmaktadır. Dolayısıyla BM’nin küresel barışı, adaleti sağlamak gibi evrensel iddiaları, gerçek anlamda evrensel temsiliyet ve eşitliğe değil, galiplerin-küresel güçlerin çıkarlarını önceleyen bir jeopolitik üstünlük sistemine dayanır. Bundan dolayı dünyanın değişik coğrafyalarında ortaya çıkan savaş ve işgal durumlarında BM’nin çoğu zaman ya etkisiz kaldığı ya da küresel güç dengeleri doğrultusunda yönlendirildiği hatta savaşları önleyemeyen, müdahale ve işgal politikaları meşrulaştıran bir organ haline dönüştüğü bir gerçektir.
Birleşmiş Milletler’in kuruluş ilkeleri arasında yer alan barışı koruma, insan haklarını savunma ve uluslararası güvenliği sağlama iddiaları, tarih boyunca birçok somut örnekte ciddi şekilde sorgulanmıştır. Bu iddiaların en fazla test edildiği anlar ise, büyük insani krizlerin ve savaşların yaşandığı dönemler olmuştur. Ne yazık ki bu kritik anlarda BM’nin ya tamamen etkisiz kaldığı ya da büyük güçlerin çıkarlarına uygun biçimde hareket ettiği görülmektedir.
1990’lı yıllarda Bosna-Hersek’te yaşanan katliamlar, BM’nin siyasi ve hukuki karar alma ve önleme konularındaki yetersizliğinin ve irade eksikliğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Özellikle Srebrenitsa’da, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilmiş bir kentte, BM Barış Gücü askerlerinin gözetiminde yaklaşık 8.000 Boşnak sivilin Sırp birliklerince katledilmesi, uluslararası toplumun gözleri önünde gerçekleşmiş bir soykırımdır.
Benzer şekilde 1994’te Ruanda’da yaşanan soykırım sırasında, BM’nin müdahale etmemesi sonucu 100 günden kısa bir sürede yaklaşık 800.000 Tutsi insanı, radikal Hutu milisler tarafından katledilmiştir. BM yetkililerinin sahadaki uyarılarına rağmen Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmemesi, bu kurumun gerçekten ne zaman ve kimin için işlevsel hale geldiği sorusunu gündeme getirmiştir. Bu katliamı gerçekleştiren Hutu hükümetine Fransa’nın askeri ve siyasi destek verdiği açık kaynaklarda yer almaktadır. BM’lerin bu soykırıma etkin bir şekilde müdahale etmemesi konunun içinde Fransa’nın olmasından kaynaklandığı çarpıcı bir iddiadır.
2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın Irak’ı işgal etmesi ise, BM’nin bir başka açmazını ifşa etmiştir. ABD, kitle imha silahları bulunduğu iddiasıyla Irak’a müdahale etmiş, ancak bu silahların varlığı hiçbir zaman kanıtlanamamıştır. BM’nin bu işgale karşı kararlı ve etkili bir tutum sergileyememesi, örgütün güçlü devletler karşısında ne kadar etkisiz kaldığını ve kararlarının ne denli kolay göz ardı edilebildiğini göstermiştir. Irak işgali, uluslararası hukukun küresel emperyal devletlerin politikaları karşısında nasıl işlevsiz kaldığını gösterdiği gibi, BM’nin itibarını da uluslararası kamuoyu nezdinde zayıflatmıştır.
Benzer bir durum, Filistin meselesinde de uzun yıllardır devam etmektedir. İsrail’in Filistin topraklarındaki işgali, yerleşim politikaları ve sivillere yönelik saldırıları BM kararlarıyla defalarca kınanmış olsa da bu kararlar uygulanmamış; İsrail, özellikle ABD’nin veto hakkı sayesinde uluslararası yaptırımlardan korunmuştur. Bugün Gazze’de yaşanılan katliamlar ve sivil halkın içine düştüğü açlık ve sefalet ortadayken BM hiçbir kararı uygulayamıyor ve hatta İsrail, BM’in kontrolü altındaki hastane, okul ve sığınma kamplarını dahi bombalayarak insanlık suçu işlemeye devam etmektedir.
Ortadoğu’yu sürekli anti-demokratik yönetimlerin varlığı ve bu yönetimin terörü beslediğini vurgulayarak suçlayan ABD-AB ittifakı 2005 Filistin yerel yönetim seçimleri öncesinde bunun demokrasi açısından olumlu bir gelişme olduğunu ifade etmelerine rağmen seçimlerde Hamas, Gazze başta olmak üzere Nablus, Ramallah ve diğer bazı şehirlerde seçimleri kazanmıştı. Daha sonra 2006’da yapılan Filistin parlamento seçimlerine de Hamas’ın katılması demokratikleşme yolunda önemli bir aşama olarak kabul edilmişti. Seçimde Hamas 132 sandalyeli Filistin Meclisinde 74 sandalye kazanarak büyük bir başarı elde eder. Avrupa Birliği Seçim Gözlemci Misyonu tarafından hazırlanan raporda “seçimlerin adil ve serbest bir ortamda gerçekleştirildiği” bildirilmişti. Ortadoğu’da demokratikleşme sorununu daima gündemde tutan ABD ve AB ülkeleri bu seçim sonucunu beğenmediler ve kurulan hükümeti tanımayacaklarını ilan ettiler. İsrail terör devleti, bu seçim sonucundan sonra Oslo anlaşmasına göre Filistin Devletine ödemesi gereken gümrük ve vergi gelirlerini dondurmuştur. ABD ve AB ülkeleri Filistin’e yapılan desteği kestiği gibi ambargo uygulamaya başlamıştır. Baskılar karşısında Filistin Hamas Hükümeti görevden çekilmek zorunda bırakılmıştır. Görüldüğü gibi Hamas, Filistin’de siyasal bir parti olarak devletini, milletini, bayrağını, toprağını savunan meşru bir yapıdır. Buna rağmen bugüne kadar da Hamas tüm dünya kamuoyuna “terör örgütü” olarak sunulmuştur. Filistin’in demokratik olarak seçilmiş hükümetine yaşam hakkı tanımayan ABD ve AB ülkeleri bugün hala demokrasi havariliği yaparak ülkeleri işgal etmekte ve beğenmedikleri hükümetleri devirmektedirler. Bütün bunlar yaşanırken BM süreç hakkında çok pasif ve değerlerin yok edilmesine suskun kalmaya devam etmiştir.
Suriye iç savaşında da benzer bir tabloyla karşılaşılmış hem insani yardım konusunda hem de çatışmaların durdurulmasında BM son derece yetersiz kalmıştır. Güvenlik Konseyi’nin üyeleri arasında yaşanan çıkar çatışmaları (özellikle ABD ile Rusya arasında), herhangi bir anlamlı müdahale veya çözüm kararının alınmasına engel olmuştur. Bu süreçte yüz binlerce insan yaşamını yitirirken, BM sadece insani yardım çağrıları yapmakla sınırlı kalmıştır. Çaresiz kalan milyonlarca Suriyeli başta Türkiye olmak üzere diğer bazı ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. Avrupa ülkeleri ise bu süreçte büyük bir insanlık ayıbı olarak, göçe mecbur kalan insanlar arasından seçme usulüyle sadece nitelikli Suriyelileri kabul etme gibi bir politika izlemiştir.
ABD, 11 Eylül 2001’deki saldırıların ardından “kendini savunma hakkı” çerçevesinde Afganistan’a askeri müdahale kararı aldığında BM Güvenlik Konseyi, 11 Eylül saldırılarını kınadı ve saldırıya uğrayan ülkenin kendini savunma hakkını tanıdı. Bu karar, ABD’nin müdahalesine/işgaline açık bir onay anlamına gelmiştir. Aslında bu saldırıları gerçekleştiren bir örgüt olmasına rağmen ABD, Afganistan’ın egemen devlet ilkesini ve bağımsızlığını ihlal ederek sorumlu tuttuğu örgüte müdahale edip çekilmesi beklenirken, ülkeyi işgal etti. Afganistan’da işgalin neden olduğu insan hakları ihlalleri, sivil ölümleri, yargısız infazlar ve toplumsal yıkım karşısında BM tamamen sessiz kaldı. Ne NATO’nun kontrolsüz hava saldırıları ne CIA’ın gizli gözaltı merkezleri ne de yaşanan işkence olayları karşısında ciddi bir kınama ya da yaptırım çağrısı yapıldı. Bu durum, BM’nin sadece askeri değil, insan haklarını koruma konusunda da sorumluluğunu yerine getirmediğini gösterdi.
Yunanistan’ın Ege Denizi ve Kıbrıs’taki politikaları, özellikle silahsızlandırılmış adaların yeniden silahlandırılması, deniz yetki alanları iddiaları ve Kıbrıs’taki Rum tarafıyla ilişkileri bakımından Türkiye açısından ciddi güvenlik tehditleri oluşturmaktadır. Bu durum Birleşmiş Milletler’in kararları ve uluslararası hukukla çelişmesine rağmen, BM’nin çifte standartlı ve pasif tutumu nedeniyle bugüne kadar güçlü biçimde sorgulanmamıştır. Türkiye, bu durumu bir güvenlik tehdidi olarak değerlendirmekte ve sık sık BM nezdinde protesto etmektedir. Ancak BM, bu konuda ciddi bir yaptırım ya da inceleme mekanizması işletmemiştir. Bu durum Yunanistan’ın bu agresif, tahrik edici politikaları sürdürmesine zemin oluşturmaktadır.
Günümüzde BM, özellikle Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve karar alma süreçleri nedeniyle, küresel güçlerin —başta ABD, Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve Çin olmak üzere— jeopolitik çıkarlarını meşrulaştıran bir araç haline gelmiştir. İşgal, ambargo, yaptırım ve doğrudan müdahale gibi uluslararası hukuka göre ancak istisnai şartlarda kabul edilebilecek uygulamalar, BM kararlarıyla “insani müdahale”, “barış tesisi”, “terörle mücadele” gibi kavramlar eşliğinde uluslararası kamuoyuna sunulmakta ve bu sayede küresel güçlerin emperyal politikaları meşru norm haline getirilmektedir.BM, bu haliyle, sadece çatışmaları/savaşları önleyemeyen ya da bastıramayan bir kurum olmakla kalmamakta; aynı zamanda büyük devletlerin siyasal ve ekonomik tahakkümünü meşrulaştıran misyon üstlenmektedir. Bu durum ise uluslararası barış, adalet ve güvenlik konularında denetimsiz bir alan oluşturmaktadır.
Batı emperyalizminin Truva atı sadece BM değil, IMF sömürgeciliğin en sinsi araçlarından biridir. Uluslararası Para Fonu (IMF), 1944’te Bretton Woods sisteminin bir parçası olarak kurulduğunda, savaş sonrası ekonomik istikrarı sağlamak, toplumsal refaha destek vermek gibi bir amaç taşıyordu. Ancak Soğuk Savaş döneminde, Batılı güçlerin (özellikle ABD’nin) dünya ekonomisini kontrol etme aracı haline geldi. 1970’lerde petrol krizinin ardından gelişmekte olan ülkeler kalkınma programlarına destek ve toplumsal refah sağlamak amacıyla borçlandırıldı, 1980’lerde ise IMF, “Washington Mutabakatı” ile küresel neoliberal düzenin jandarmalığını üstlendi.
IMF’nin borç verme süreçlerinde en dikkat çekici unsur, borç verilen ülkelerin ekonomik egemenliğine doğrudan müdahalede bulunulmasıdır. Kurum, yardım ettiği ülkelerin bütçe harcamalarından sosyal politikalarına, kamu yatırımlarından özelleştirme süreçlerine kadar hemen her alana yön verme hakkını kendisinde görmektedir. Bu durum, ulus-devletlerin ekonomik karar alma süreçlerini zayıflatmakta, kendi halkına karşı değil IMF’ye karşı sorumlu yönetimler ortaya çıkarmaktadır. Borçların kullanımına dair getirilen kısıtlamalar, söz konusu ülkenin gerçek kalkınma ihtiyaçlarının göz ardı edilmesine yol açmakta, kısa vadeli istikrar adına uzun vadeli bağımlılık ilişkileri kurulmaktadır.
IMF, krizdeki ülkelere “kurtarma paketleri” sunarken, aslında bu ülkelerin ulusal ekonomilerini dizayn eden bir tür ekonomik vesayet rejimi kurmaktadır. Borç verirken dayattığı “yapısal uyum programları”, devletlerin kendi kaynaklarını özgürce kullanmasını engelleyen içerikte olmaktadır. Eğitim, sağlık, sosyal yardımların kısıtlanması; enerji, ulaşım, iletişim gibi sektörlerin yabancı sermayeye bırakılması; işçi ücretlerinin kısıtlanması, vergilerin artırılması IMF’nin dayattığı politikalar olmuştur. Bu politikalar, borçlu ülkelerin ekonomik bağımsızlığını ve siyasal iradesini zayıflatırken, aynı zamanda Batılı çok uluslu şirketlerin bu ülkelere yerleşmesinin önünü açmaktadır.
IMF’nin borçlandırma mekanizması, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi bir kontrol aracıdır. Borç batağına saplanan ülkeler, zamanla Batı’nın siyasi ve diplomatik hegemonyası altına girerler. Çünkü IMF programlarına uymayan ülkeler küresel finans merkezleri, bankalar tarafından dışlanır, baskı altına alınır. Borç erteleme veya yeniden yapılandırma talepleri, genellikle siyasi tavizler karşılığında kabul edilir. IMF yetkililerinin ilgili devletin maliye ve hazine verilerinin tamamına sahip olması ise ayrıca bir bağımsızlık sorunu ortaya çıkarır. Ülkelerin sürekli olarak IMF’ye rapor verme zorunda kalması aynı zamanda ülkelerin dış politikalarının, Batı’nın çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi gibi bir süreci doğurmaktadır. Günümüzde IMF, Batı merkezli finansal lobilerinin ve küresel kartellerin bir uzantısı olarak hareket etmektedir. IMF’nin misyonu ile pratiği arasındaki uçurum, onu küresel düzeyde modern bir sömürü düzeninin parçası haline getirmiştir. IMF eliyle uygulanan programlar, birçok ülkeyi iflas noktasına getirmiş, yerli sanayilerini çökertmiş, sosyal yapılarını tahrip etmiş ve halklarını yoksulluğa mahkûm etmiştir. Bu süreç, emperyalizmin artık yalnızca askeri işgallerle değil, ekonomik araçlar üzerinden sürdürüldüğünü göstermektedir. IMF, Batı’nın modern çağdaki en sinsi Truva atlarından biridir; kredi adı altında dağıttığı zincirlerle devletleri esir almakta, ulusların ekonomik bağımsızlığını yok etmekte ve Batı’nın çıkarlarına hizmet eden yeni sömürge alanları oluşturmaktadır.
IMF’nin bu sinsi sömürgeci ve işgalci politikalarına bazı örnekler verebiliriz. Örneğin; Arjantin, IMF ile 1990’lı yıllarda yaptığı yapısal uyum programları sonucunda kamu harcamalarını kıstı, özelleştirmelere yöneldi ve dışa bağımlı bir ekonomi modeli benimsedi. 2001 yılına gelindiğinde ülke, borç yükü altında ezildi ve tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşadı. 2018 yılında IMF ile tekrar yapılan 57 milyar dolarlık kredi anlaşması da Arjantin ekonomisini toparlayamadı, yüksek enflasyon ve borç yine büyüdü. Ülke, siyasi ve ekonomik olarak ABD ve AB ülkelerinin vesayeti altında ve aynı zamanda toplumsal kaosla büyük sıkıntılar yaşamaktadır.
Yunanistan, 2008 küresel krizi sonrası büyük bir borç krizi yaşadı. IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu ile birlikte ülkeye büyük bir kurtarma paketi sundu. Ancak bu yardım, sert kemer sıkma politikaları ve özelleştirmeler karşılığında verildi. Buna rağmen bir iyileşme sağlanamadığı gibi Yunanistan iflas etme durumuna kadar sürüklendi. Borç Miktarı: 289 milyar avro (GSYİH’nın %180’i). Havalimanları ve deniz limanları ve kamu işletmelerinin tamamına yakını satılmış, açık kaynak verilerine göre yaklaşık 500 bin genç nüfus Avrupa’ya göç etmiştir.
1997 Asya finansal krizi sırasında Endonezya IMF’den yardım almak zorunda kaldı. IMF, ülkeye yardım karşılığında devletin sübvansiyonlarını kaldırmasını, bankacılık sektörünü yeniden yapılandırmasını ve birçok sektörde yabancı yatırımcıya kapı açmasını istedi. Halkın kullandığı temel tüketim mallarına (gıda, yakıt) verilen sübvansiyonlar kesildi. Ülkede kitlesel ayaklanmalar oldu ve Suharto rejimi 32 yıl sonra çöktü. Ekonomik kriz siyasal rejim değişikliğiyle sonuçlandı.
Ukrayna (2014-2023) döneminde IMF borçlanmasıyla büyük bir yükümlülük altına girmiştir. Yapısal Reformlar sonucunda tarım arazilerinin yabancı yatırıma açılması; doğal gaz fiyatlarında yüksek artış; 70 devlet şirketinin özelleştirilmesinin yanısıra 2014-2020 arasında nüfusun %20’si yurtdışına göç etmiş; Ukrayna zengin enerji ve maden kaynaklarını kaybederken Avrupa’nın yoksul bir ülkesi haline gelmiştir.
Türkiye’nin IMF ile olan anlaşmaları ve uygulanan politikalar da büyük sıkıntılara sebep olmuştur. Çok eski tarihlere gitmeden örneğin, 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizi, siyasi istikrarsızlık, yüksek enflasyon ve döviz darboğazı nedeniyle ekonomi çıkmaza girmişti. 1980’de 24 Ocak Kararları, IMF ve Dünya Bankası gözetiminde açıklandı. Türk Lirası yeniden devalüe edildi. İhracata dayalı büyüme modeli benimsendi. Kamu işletmeleri özelleştirme kapsamına alındı. 1990’lar boyunca kronik enflasyon, bütçe açıkları ve siyasi istikrarsızlık sürdü. Şubat 2001’de hükümet içi krizle ekonomik çöküş başladı. Döviz kur sistemi serbest bırakıldı; TL %100’e yakın değer kaybetti. Devletin birçok iktisadi kuruluşu özelleştirildi. 2001 krizi sonrası uygulanan politikalar Türkiye’yi IMF’ye daha bağımlı hale getirdi. Bu ekonomik ve siyasal kaos ortamında ülkemizde terör ve toplumsal çatışmalar o kadar arttı ki, ülkenin her köşesinde ciddi sorunlar ortaya çıkmıştır.
IMF politikalarının Türkiye’ye olumsuz etkileri ciddi boyutlardadır. 1980’lerden itibaren 500 milyar doların üzerinde özelleştirme yapılmış, IMF’nin ithalatı teşvik politikaları, Türkiye’yi üretmeyen, tüketen bir ekonomi haline getirmiştir. 2001 krizinde 2 milyon kişi işsiz kalmış, emeklilik yaşı yükseltilmiş, sosyal haklar kısıtlanarak zengin-fakir arasında büyük bir uçurum ortaya çıkmıştır.
2008 küresel krizine rağmen Türkiye, IMF ile yeni bir program yapmadı. 2013 yılında Türkiye, IMF’ye olan borcunu tamamen kapattı. Ak Parti Hükümeti, “IMF’ye borcu olmayan Türkiye” söylemiyle milli ekonomik bağımsızlık vurgusu yaparak ekonomik ve siyasal alanda daha özgür irade sergilemiştir.
IMF’nin küresel ölçekte yürüttüğü ekonomik politikaları, yalnızca borç veren bir finans kurumu çerçevesinde değerlendirilemeyecek kadar derin ve çok katmanlı sonuçlar doğurmuştur. Kuruluş amacı, üye ülkelere ekonomik istikrar sağlamak ve kriz anlarında mali destek sunmak olarak ifade edilse de tarihsel süreçte IMF’nin uyguladığı politikaların asıl işlevi, küresel güçlerin, şirketlerin, kartellerin ve finans lobilerinin etki alanlarını genişletmek, müdahalelerine olanak sağlamak olmuştur.
IMF’nin reçeteleri, ekonomik krizlere çözüm getirmekten çok, krizleri derinleştirici etkiler yaratmıştır. Kredilere bağlanan şartlar, borç alan ülkelerin ekonomik ve siyasal egemenliklerini sınırlarken, yerli üretim kapasitesini zayıflatmış, dışa bağımlılığı artırmıştır. Bu durum, uzun vadede ekonomik kırılganlığı yapısal bir hale getirmiştir. Öyle ki, birçok ülke IMF programları sonrasında borç sarmalına girmiş, krizlerden çıkmak bir yana, krizleri kronik hale gelen yapılar ortaya çıkmıştır. Bu süreçlerin doğal sonucu olarak birçok ülkede siyasal iktidarlar değişmiş, koalisyon yönetimlerinin baskı altında kaldığı dönemlerde yönetim zaafları daha da artmıştır. IMF programlarına karşı gelişen toplumsal tepkiler ise, zamanla derin kutuplaşmalara, iç çatışmalara ve politik istikrarsızlıklara zemin hazırlamıştır. Toplumsal yapılar, IMF’nin dayattığı politikaların bedelini ekonomik olarak öderken, siyasi ve sosyal düzeyde de ağır yaralar almıştır.
Daha da çarpıcı olan ise, bu süreçlerin demografik yapılar üzerinde doğrudan etkiler yaratmasıdır. Kamusal hizmetlerin daralması, işsizlik oranlarının artması ve yaşam koşullarının ağırlaşması nedeniyle birçok ülkede iç göçler hız kazanmış, kırsal alanlar terk edilmiş, kentlerde ise yoksulluk genişlemiştir. Uluslararası göçlerdeki artışın ardında da büyük ölçüde bu tür ekonomik-sosyal çöküşlerin etkisi bulunmaktadır. Tüm bu olgular, IMF’nin sadece bir mali kuruluş değil, aynı zamanda küresel sistemin siyasi ve ekonomik tahakkümünü sürdüren bir araç olduğunu açıkça göstermektedir. IMF, görünürde kriz yöneten, istikrar sağlayan bir kurum gibi sunulsa da gerçekte ulusların bağımsız hareket etme kapasitesini törpüleyen, yerel yönetimleri uluslararası sermayeye bağımlı hale getiren modern bir sömürgecilik mekanizmasıdır. Bu yönüyle IMF, emperyalizmin askeri yöntemlerden çok daha etkili ve görünmez bir uzantısı olan finansal bir Truva atıdır. Ulusal ekonomileri yapılandırmak yerine, onları çözülmeye, dışa bağımlılığa ve nihayetinde siyasal teslimiyete sürükleyen bir görev ifa etmektedir.
NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), 4 Nisan 1949’da Washington Antlaşması ile kurulmuş olan bir kolektif savunma örgütüdür. Kuruluşun temel amacı, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin oluşturduğu Varşova Paktı’na karşı Batılı devletlerin güvenliğini sağlamak ve Avrupa’nın siyasi istikrarını korumaktı. NATO’nun kuruluş belgesi olan Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesi, bir üye devlete yönelik silahlı saldırının tüm üyelere yapılmış sayılacağını ve ortak savunma ilkesini öngörür. Bu, kolektif savunma mekanizmasının temel taşıdır. NATO’nun misyonu zamanla genişlemiş ve yalnızca askeri savunmayla sınırlı kalmayıp siyasi iş birliğini de kapsayan bir yapıya dönüşmüştür. Örgüt, üye ülkeler arasında demokrasi, bireysel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerin korunmasını hedefler. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte NATO, yeni güvenlik tehditlerine uyum sağlamış, terörizmle mücadele, siber güvenlik, kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve kriz yönetimi gibi alanlarda faaliyetlerini genişletmiştir. Ayrıca, Doğu Avrupa ülkelerinin örgüte katılımını teşvik ederek Avrupa-Atlantik bölgesinde istikrarın yaygınlaştırılmasına yönelik görev ve misyon yüklenmiştir.
Türkiye, Soğuk Savaş’ın erken döneminde yaşanan kritik gelişmelerin ardından 18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) resmen katıldı. Bu süreç, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünya düzeninde Türkiye’nin konumunu netleştiren stratejik bir dönüm noktası oldu. Katılımın temelinde yatan dinamikler hem uluslararası sistemdeki güç dengeleri hem de Türkiye’nin iç politikasındaki dönüşümlerle yakından ilişkiliydi. Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik toprak talepleri ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi, Ankara’yı Batı ittifakına yakınlaştıran en önemli etken oldu. 1945-1946 yıllarında Stalin yönetiminin Kars ve Ardahan’ın geri verilmesi yönündeki baskıları, Türkiye’nin geleneksel dış politika anlayışını kökten değiştirdi. Bu tehdit karşısında ABD Başkanı Truman’ın 1947’de ilan ettiği doktrin çerçevesinde askeri ve ekonomik yardım alan Türkiye, Batı bloğuyla ilişkilerini sistematik biçimde güçlendirmeye başladı.
Kore Savaşı, Türkiye’nin NATO üyeliği yolunda en kritik sınavı oldu. 1950’de Birleşmiş Milletler çağrısına uyarak Kore’ye asker gönderen Türkiye, bu hamlesiyle Batı dünyasına sadakatini somut biçimde kanıtladı. Türk tugayının savaştaki başarılı performansı, NATO üyeleri nezdinde Türkiye’nin ittifak için taşıdığı askeri değeri ortaya koydu. Bu süreçte Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçişi de Batılı değerlerle uyum konusunda olumlu bir sinyal olarak değerlendirildi.
Ancak NATO üyeliği her zaman sorunsuz ilerlemedi. 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında diğer NATO üyelerinden gelen tepkiler, ittifak içindeki çıkar çatışmalarını ortaya koydu. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise Türkiye’nin bağımsız dış politika arayışları, özellikle Rusya’yla geliştirdiği ilişkiler ve S-400 hava savunma sistemi krizi gibi gelişmeler NATO-Türkiye ilişkilerinde yeni gerilim alanları yarattı. Türkiye’nin NATO üyeliği aslında ABD ve Batı ülkelerin Türkiye üzerinde askeri ve siyasi alanda hegemonya kurmasına zemin hazırlamıştır. ABD kendi siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin askeri gücünü, potansiyeli kullanmış, siyasi iktidar yapısını bu amacına göre yönlendirmiş ve hatta askeri darbe ve sivil kaos planlarıyla müdahalesini uzun yıllarca sürdürmüştür. Buna karşılık Türkiye’nin ulusal çıkarları ve tehditlere karşı ise iş birliğini asla sürdürmemiştir. Türkiye’nin jeopolitik rolünü küresel stratejileri için kullanmıştır.
NATO’nun ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdiği operasyonlar ve politikalar, örgütün kuruluş felsefesi ile Soğuk Savaş sonrası dönüşen jeopolitik dengeler arasındaki gerilimi yansıtan karmaşık bir tablo oluşturuyor. İttifakın resmi söyleminde öne çıkan kolektif savunma ve istikrarın korunması gibi ilkeler, pratikte sıklıkla Batılı güçlerin stratejik ve ekonomik hedefleriyle kesişen bir operasyonel çerçeveye dönüşmüştür. Bu durum, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından belirginleşen ve NATO’nun geleneksel savunma doktrininden uzaklaşarak küresel müdahale kapasitesine evrilmesi sürecinde daha görünür hale gelmiştir.
1999 Kosova müdahalesi, bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden birini teşkil eder. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin açık onayı olmaksızın gerçekleştirilen hava operasyonları, insani müdahale doktrini altında meşrulaştırılmış olsa da, Balkanlar’da ABD ve AB’nin nüfuz alanını genişletme ve Rusya yanlısı Sırbistan’ı bölgesel denklemden çıkarma hedeflerini barındırıyordu. Benzer şekilde 2011 Libya operasyonu, BM kararına dayandırılmakla birlikte, Fransa ve İngiltere’nin bölgesel etkinliğini artırma ve Akdeniz enerji kaynaklarına erişim sağlama gibi unsurları içeren çok katmanlı bir girişimdi. Müdahale sonrasında oluşan güç boşluğu ve istikrarsızlık ise Batı’nın uzun vadeli çıkarlarından ziyade kısa vadeli rejim değişikliği odaklı yaklaşımının eleştirilmesine yol açtı.
Afganistan’da 20 yılı aşan NATO varlığı, örgütün terörle mücadele kisvesi altında jeopolitik kontrol sağlama çabalarının tipik bir örneğini oluşturdu. Orta Asya’da askeri üslerin konuşlandırılması ve Çin-Rusya etki alanının sınırlandırılması gibi unsurlar, ABD’nin küresel terörle mücadele söyleminin ötesinde stratejik hedefler taşıyordu. Doğu Avrupa’da NATO’nun genişleme politikaları ise açıkça Rusya’nın kuşatılması stratejisine hizmet etti. Polonya ve Baltık ülkelerine yerleştirilen askeri birlikler ile füze savunma sistemleri, ABD savunma sanayii için yeni pazar alanları yaratırken, Avrupa’nın enerji güvenliği bağlamında Rusya’ya bağımlılığını azaltma hedefine odaklandı.
Ukrayna krizine NATO’nun verdiği tepki, ittifakın güvenlik politikalarının ekonomik boyutunu gözler önüne serdi. Rusya’ya yönelik yaptırımlar, ABD’nin LNG ihracatını artırırken, Avrupa’nın enerji dönüşümüne zorlanması Batılı şirketlerin çıkarlarına hizmet etti. Öte yandan NATO’nun İsrail-Filistin çatışmasındaki sessizliği, örgütün insani müdahale ilkeleriyle çelişen ve çifte standart olarak algılanan bir tutum sergilediğini ortaya koydu. Bu durum, NATO operasyonlarının ancak Batılı güçlerin stratejik çıkarlarıyla örtüştüğü durumlarda devreye girdiği eleştirilerini besledi.
NATO’nun bu tür operasyonları, askeri-endüstriyel kompleksin çıkarlarıyla da yakından bağlantılıdır. Büyük savunma şirketlerinin silah satışları ve teknoloji transferleri, müdahale sonrası dönemlerde belirgin şekilde artış gösterdi. Libya’dan Ukrayna’ya uzanan süreçte görüldüğü gibi, istikrarsızlığın sürdüğü bölgeler Batılı silah üreticileri için sürekli pazar haline geldi. Tüm bu gelişmeler, NATO’nun ABD önderliğindeki Batı bloğunun jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını koruyan bir araç olarak işlev gördüğü yönündeki eleştirileri destekleyen somut örneklerdir.
ABD ve Batılı devletlerin NATO üzerinden Türkiye’de bazı askeri personeli kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirdiği, dış politika ve iç siyasal konularda askeri kadro üzerinden dengeleri etkilemeye yönelik girişimlerde bulunduğu yönünde bilgiler ve eleştiriler ciddi bir güven bunalımı yaratmıştır. NATO Türkiye’nin potansiyel gücü ve rolüne karşı beklenilen desteği ve iş birliği yapmaktan daima uzak durmuştur. Bunun ortaya çıkardığı kırılmalar belirli dönemlerde yaşanmıştır. Tarihsel kırılmaların en çarpıcı olanlarından biri, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında yaşanmıştır. Türkiye, garantör devlet sıfatıyla uluslararası hukuka uygun biçimde bir askeri müdahalede bulunmuş; ancak bu süreçte NATO, bir güvenlik ittifakı olarak Türkiye’nin yanında durmamış, hatta bazı Batılı müttefiklerin doğrudan karşıt tutumlarıyla Türkiye ambargolarla yüz yüze kalmıştır. Bu olay, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarının NATO ile her zaman örtüşmediğini gösteren ilk açık göstergelerden biri olmuş, “müttefikliğin” ne anlama geldiğine dair siyasal hafızada derin bir kuşku yaratmıştır. Bu kuşkunun güçlendiği diğer bir alan ise, Türkiye’deki askeri darbeler sürecinde NATO ile irtibatlı personelin ve yapıların rolüne dair ortaya atılan iddialardır. 1960, 1971 ve özellikle 1980 darbesi, yalnızca ordunun iç dinamikleriyle değil; NATO içinde görev yapan veya NATO eğitiminden geçmiş bazı kadroların da süreçte etkili olduğu yönündeki söylentilerle birlikte değerlendirilmiştir. 1980 darbesi sonrası ABD’li bir yetkilinin “bizim çocuklar başardı” ifadesi, bu şüpheleri sembolleştiren bir kırılma noktası haline gelmiştir. NATO’nun, doğrudan darbelere destek verdiği iddiası asla açıkça doğrulanmasa da, örgütün Türkiye içindeki bazı askeri yapılarla doğrudan iletişim hâlinde olduğu gerçeği, bu süreçlerdeki “gizli rol” imajını pekiştirmiştir.
Darbelerle ilişkili bu izlenim, 1990’lardan itibaren NATO sistemine entegre olmuş askerî personelin, Türkiye’deki sivil hükümetlere karşı zaman zaman üstenci bir tavır alması ve siyasal süreçleri etkilemeye çalışmasıyla daha da derinleşmiştir. Bu durum, özellikle hükümete yönelik sert bildiriler, muhtıralar ve sivil iradeye karşı vesayetçi tutumlarla birleşince, kamuoyunda NATO ile organik bağı olan bazı askerî unsurların, Batı’nın dolaylı müdahale aparatları haline geldiği algısını doğurmuştur.
Bütün bu şüpheleri kurumsal hafızada kalıcılaştıran ve kırılma noktasına taşıyan olay ise, 15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe kalkışması olmuştur. Bu girişimde aktif rol alan birçok askeri personelin NATO görevleri yürüttüğü, hatta bazı darbeci subayların daha önce NATO merkezlerinde görev yaptığı bilgisi kamuoyuna yansımış; darbe sırasında kullanılan savaş uçaklarının bazı NATO altyapılarını kullandığına dair iddialar ise NATO’nun Türkiye’nin iç güvenliği için bir tehdit olduğu yönündeki algıyı güçlendirmiştir. Özellikle İncirlik Üssü’nün darbe gecesi darbeciler tarafından aktif biçimde kullanıldığına dair yayılan bilgiler, NATO üslerinin Türkiye egemenliği dışında faaliyet gösteren alanlar olduğu kanaatini pekiştirmiştir. Darbe sonrası bazı darbeci askerlerin Batılı ülkelere sığınması ve bu ülkelerce korunması, NATO’nun bu darbe sürecine mesafeli değil, planlanması ve yürütülmesi aşamalarından haberdar olduğu ortaya çıkmıştır.
15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi ve NATO üslerinin bu süreçteki rolü, Türkiye’nin ittifaka bakışını kökten değiştiren kritik bir dönüm noktası oldu. Darbe girişimi sırasında İncirlik Üssü’nden havalanan F-16’ların TBMM’yi bombalaması, Konya’daki NATO’ya bağlı AWACS erken uyarı sistemlerinin hava sahasındaki kaotik hareketliliği rapor etmemesi ve ABD’nin üslerdeki faaliyetlere dair kayıtları paylaşmayı reddetmesi, derin şüpheleri besleyen somut gerçekler olarak öne çıkıyor. Bu olaylar zinciri, yalnızca NATO üslerinin denetimsizliğini değil, aynı zamanda ittifakın Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik tehdit karşısındaki kayıtsızlığını da gözler önüne serdi.
15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi ve NATO üslerinin bu süreçteki rolü, Türkiye’nin ittifaka bakışını kökten değiştiren kritik bir dönüm noktası oldu. Darbe girişimi sırasında İncirlik Üssü’nden havalanan F-16’ların TBMM’yi bombalaması, Konya’daki NATO’ya bağlı AWACS erken uyarı sistemlerinin hava sahasındaki kaotik hareketliliği rapor etmemesi ve ABD’nin üslerdeki faaliyetlere dair kayıtları paylaşmayı reddetmesi, derin şüpheleri besleyen somut gerçekler olarak öne çıkıyor. Bu olaylar zinciri, yalnızca NATO üslerinin denetimsizliğini değil, aynı zamanda ittifakın Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik tehdit karşısındaki kayıtsızlığını da gözler önüne serdi.
Darbe girişiminin teknik boyutları, dış destek olmadan açıklanamayacak kadar karmaşıktı. Eş zamanlı hava ve kara operasyonlarının koordinasyonu, askeri personelin eğitim seviyesi ve lojistik destek mekanizmaları, bu harekatın basit bir “iç mesele” olmadığını gösteriyordu. Özellikle darbeci subayların önemli bir kısmının daha önce NATO ile bağlantılı görevlerde bulunmuş olması ve Yunanistan’a kaçanların NATO üyesi bir ülke tarafından koruma altına alınması, şüpheleri daha da artırdı. ABD’nin Fetullah Gülen’i iade etmeyi reddetmesi ve darbe sonrası YPG’ye silah akışını hızlandırması, bu tabloyu tamamlayan diğer önemli unsurlar oldu. NATO’nun 15 Temmuz gecesi ve sonrasındaki tutumu, ittifakın kurucu antlaşmasında yer alan taahhütlerle açıkça çelişiyordu. Türkiye’nin 4. Madde çağrısına rağmen toplantı yapılmaması, askeri destek önerilmemesi ve olayın “iç mesele” olarak nitelendirilmesi, NATO’nun çifte standardını gözler önüne serdi. Oysa 11 Eylül saldırılarında NATO’nun 4 saat içinde 5. Madde’yi devreye alması, ittifakın krizlere yaklaşımında Türkiye’ye farklı muamele yapıldığını ortaya koydu.
NATO, Soğuk Savaş sonrası dönemde “küresel güvenlik” söylemi altında, aslında Batılı devletlerin enerji kaynaklarına erişimini garanti altına alan, rejim değişikliklerini destekleyen ve küresel hegemonyayı sürdürmeye yönelik operasyonlar yürüten bir yapıya evrilmiştir. Yugoslavya’nın parçalanması, Libya müdahalesi ve Suriye’deki dolaylı savaş gibi örnekler, NATO’nun “insani müdahale” kisvesi altında aslında nasıl jeopolitik çıkar operasyonları yürüttüğünü göstermektedir.
Türkiye-NATO ilişkilerindeki temel sorun, ittifakın Türkiye’yi eşit bir ortak olarak görmek yerine, Batı çıkarlarına hizmet eden bir “ileri karakol” olarak konumlandırmak istemesidir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin savunma sanayii hamleleriyle bağımsız bir güç olma yolunda attığı adımlara yönelik engellemelerde (F-35 programından çıkarılma, CAATSA yaptırımları gibi) kendini göstermektedir. NATO’nun Türkiye’den beklentisi, ittifakın genel politikalarına koşulsuz uyum sağlayan, bölgesel çıkarlarından vazgeçen ve savunma kapasitesini dışa bağımlı tutan bir ülke profilidir. Ancak Türkiye artık jeopolitik çıkarları doğrultusunda daha dengeli bir dış politika icra etmekte ve bölgesel güç misyon ve rolünü ciddi şekilde güçlendirmiştir. Türkiye’nin son yıllarda izlediği bağımsız dış politika, savunma sanayiindeki yerli üretim hamleleri ve çok kutuplu dünya düzenine yönelik adımları, NATO’nun bu beklentilerini boşa çıkarmıştır. S-400 alımı, Ukrayna krizinde tarafsız tutum, Rusya ve Çin ile geliştirilen stratejik ortaklıklar, Türkiye’ye Batı merkezli güvenlik anlayışında daha kilit bir misyon kazandırmıştır.
Türkiye’nin milli savunma sanayisinde ortaya koyduğu teknolojik gelişme ve envantere aldığı güçlü-etkili araç ve mühimmat ile NATO içinde daha etkili bir rol ve misyon yüklendiği gerçektir. Ancak bu durum ABD ve batılı devletler nezdinde ciddi bir kuşku ortaya çıkarmış durumdadır. Türkiye’nin güçlü olması NATO için önemli bir ayrıcalık olurken Türkiye’nin iç ve dış politikasında kendine özgü kendi çıkarları doğrultusunda bir yol ve yöntem izliyor olması ABD ve batı devletler için kuşku uyandırmaktadır. NATO, Türkiye’ye sahip olmayı ve yönlendirmeyi daha çok istemektedir. Bundan dolayı gelecek dönemde NATO ile Türkiye’nin ilişkilerinin nasıl oluşacağı konusu belirsizdir.
Sonuç olarak, NATO’nun mevcut yapısı ve işleyişi, ittifakın artık bir “güvenlik örgütü” olmaktan çok, Batı emperyalizminin askeri kanadı olarak hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Avro-Amerika ittifakı, küresel egemenliği idame ettirmek için oluşturduğu uluslararası kuruluş ve örgütler aynı zamanda emperyalist politikaları icra edebilmek için Truva atına dönüşmüş durumdadır.