YÛNUS NE HOŞ DEMİŞSİN BAL U ŞEKER YEMİŞSİN!

A+
A-
Tasavvuf Edebiyatı’nın en çetrefilli konularından birisi de cem‘ âriflerinin söyledikleri çıplak hakikatlerle, farka gelince nutkettikleri mecâzlarla örtülmüş kelâmlardır.
Bunlardan ilki için şathiyye, ikinci grup için edebî şathiye tâbirleri kullanılabilir.
Cem‘ âriflerinin çıplak hakikate dair kelâmları mâlûmdur: “Ene’l-Hak, Cübbemin altında Ondan başkası yoktur, Taptığınız Tanrı ayaklarımın altındadır…” gibi sözler ehlullaha ait şatahattan bazılarıdır.
Bir de bunların arasında farka gelip de mecâzlarla boyanan kelâmlar vardır ki, ehlullah, hakikati gizleyen bu kelâmları da “şath” kabilinden değerlendirmiştir.
Gerçekte bu sözler ârifâne mecâzlardan ibarettir.
Bunların arasında öyleleri vardır ki ilk okuduğumuzda bir çocuk tekerlemesini veya bilmeceyi andırır.
Niyâzî Mısrî böyle nutk-ı şerifler için “Gerçi görünüşte alay ve istihzaya ve çocuk eğlencelerine benzer ama, bâtınen Allah gelinleri olan ilâhî sırlar ve hakikat mânâsı olan bâkirelerin yüzlerine nâ-mahremlerden örtmek için çekilmiş duvak ve nikâb gibidir.
Tâ ki, nâ-mahrem gözü görmeye ve eli ermeye.” demektedir ki elhak aynen böyledir. Hak sırları için “arâyisullah” (Allah’ın gelinleri) demişlerdir.
Gelinin duvağını kim açarsa, Hakk’ın sırlarını da yetki makâmındaki kişi açar.
Bu seviyeye ulaşan ârifler, hakikat denilen sevgiliyi mânâ peçesiyle örterek anlatırlar.
Sevgilinin odasına bir pencere açabilmek, perdeleri aralayıp hakikatin yüzünü görebilmek sülûk ile irfan sahibi olmayı gerektirir.
Şathiyye, Arapça bir kelimedir. sözlüklerde “sarsılma, hareket etme, yürüme, titreme veya gevezelik etme, taşma, köpürme” gibi mânâlar verilmiştir.
Kelime H. 3 ve 4. asırlardan itibaren kavramsal bir anlam kazanmış ve ehlullahın cem‘ idrâkini yaşarken cezbe ve vecd ile zât deryâsına daldıkları anda yani “makâm-ı Hak’ta fânî olduklarında” nutkettikleri sırlar anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Demin işaret ettiğimiz “Ene’l-Hak” sözü bunların en meşhûrlarındandır.
İşte şath, bu tarihlerden sonra bilhassa ehlullah arasında “eğlence, şaka, hezliyat” karşılığında değil, cem‘ idrâkinde söylenen sözler için kullanılmıştır.
Ehlullah cem‘ idrâkini cezbeyle yaşadıkları halde, bu makâmda yaşanan tecrübelerin söze dökülmesini pek hoş karşılamamışlardır.
Zira cezbeyle konuşan kişi, sinirle ağzına geleni söyleyen kızgın birinden farksızdır.
Öfkeyle konuşulanlar insanın kendisine ve etrafına ne kadar zarar verirse, ilâhî cezbeyle ifşâ edilen tevhîd sırları da o kişiye yahut sıradan halka o kadar zarar verir.
Bunun en önemli sebebi sâlikin kabının (gönlünün) dar olmasıdır.
Gönül darlığı taşkınlığa sebep olur.
Öyleyse sûfînin makbûlü, bu makâmdan geçerken “kanını içine akıtan” cezbesini yutandır.
Öyleyse sahrâ-yı cünûndan geçerken kılavuzun sağlam olmalıdır ki, aşk illerinden kolay geçesin!
Yoksa taşkın nehirler gibi önüne ne gelirse denize sürükler gider.
Ne ki farktan cem‘e giderken aşk sahrasına uğramamak da mümkün değildir.
İşte ehlullahın Hak âşıklarını tenhaya çekmesinin sebebi budur.
İbrahim Edhem’in “Sahrâlarda ahû ile” Mevlâsını çağırması, bir kâmil mürşid emridir.
O ve benzeri Hak âşıkları şehir içine salıverilselerdi cümle uyuyanlar uyanırdı.
Yûnus’un şu nutku, bu hâlleri yaşadığı zamanların mahsûlüdür:
Ne kim senin cevrin ile geçirmişem ben günümü
Aşkın odu çıkarısar arşa değin tütünümü
Aşkın odu düşdü bana ben yanaram ne gam sana
Yanıp içim kül olmuşam gözetme taşra donumu
Yanıp oda dersen girem yatlığa baş indirmeyem
Senden yüzüm döndürmeyem çün sana tutdum yüzümü
Gündüz hâlim gören kişi kâfir ise göynür özü
Kim ne bilir ben bilirem kim niçe geçer dünümü
Kasdım budur şehre girem feryâd u figân koparam
Yine dönüben korkaram işide düşmân ünümü
Eydür Yûnus kim hakîkat ben Mecnûn oldum âkıbet
N’ola desen Mecnûn-sıfat hoş tutunuz Mecnûn’umu
Yûnus şehre gidip feryâd u figân koparacağı sırada farka gelip “düşman ünümü işitir” diye sırr-ı Hakk’ı yutmuştur.
Fakat bu, her yolcuda böyle değildir.
Nitekim Yûnus’ta da böyle olmamış, arada bir o da mecâza başvurmadan bir ün etmiştir.
Hak sırlarına makâm-ı Cibrîl’den bir libâs giydirmek her zaman mümkün değildir.
Bunun da asıl sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın arayanlara şefkatidir.
Cezbeyle söylenen ve yazılan kelâmlar olmasaydı vahdete yol bulmak da mümkün olmazdı.
Fakat vahdet adresini gösteren her âşık, şeriat binasından bir kerpiç söktüğü için, o boşluğa başını koymuştur.
Dolayısıyla şeriatin kestiği parmak acımaz.
Başını veren şehîd; işini yapan fetvâ makâmı da gurûrludur.
Zira aklınca zühhâd dinini “meczuplardan” kurtarmıştır!
Öyleyse ne yapmıştır ehlullah?
Aşk makâmındaki yolcuyu tedbîr çekmiş, o da olmadı, zincire çektirmiştir.
Tedbire çekilenler “Münâfıklar elinden mânâ yüzünü örtmüş”, Zincire çekilenler de zaten mesuliyeti olmadığı için paçasını kurtarmıştır. Zira delinin dini yoktur.
İmdi, ehlullahın “işaret dili, mantuku’t-tayr, kuş dili, Süleymân dili, aşk dili veya manâ dili” buyurdukları şathiyelerle ilgili uzun uzadıya bilgi vermek niyetinde değilim.
Bunları merak eden kişiler Yûnus Emre Külliyâtı I” adlı eserimizdeki yazdıklarımızdan istifade edebilirler.
Burada şunu tekrar hatırlatalım ki, şerhini yaptığımız “Çıktım erik dalına” nutku, edebî şathiyelerin Türk Edebiyatındaki ilk örneğidir.
Yûnus bu şeklin üslup babasıdır.
Öncekiler, Yûnus’tan daha fazla nişân vermemiştir.
Sonrakiler de “Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen!” buyurarak Türkçenin Cebrâiline (tercüman-ı ilâhîsine) yaslanmışlardır.
Hâsılı:
Her bir âşık bu yolda bir türlü nişân vermiş
Biri nişan vermedi nişânımdan ilerü
diyen doğru demiştir.
“Çıktım erik dalına” nutku hakikatin misâl âlemindeki sûretleriyle anlatıldığı “garîb” bir şiirdir.
Önceki gelenlerin içinde mânâya bu kadar mecâz elbisesi giydiren olmamıştır.
Ya şathı doğrudan söyleyip geçmişler veya susmuşlardır.
Yûnus bu nutkunda Hak âşıklarına şifreli mektup gönderdi ve der ki:
“Evlâdım vecde girip ağzından sır kaçırma. İllâ söylemeden duramayacak, çatlayacaksan, sözü ya güle söyle veya farka gel de sütü köpürtüp taşırmadan bir başka kaba boşalt. Kelâm, sırrın elbisesidir. Bak fakîr gibi söyle.”
*
İmdi, Arapça ve Farsça eserler veren sûfîler arasında şathiyeleriyle meşhûr olan Hak erleri varsa da Türk sûfîleri arasında türün ilk manzûm örneğini veren Yûnus Emre olmuştur.
Biz burada o zâtlardan uzun uzadıya bahsetmeyeceğiz.
Fakat Yûnus Emre’den sonra bu tarzı devam ettiren âşık ve ârifler olmuştur.
Kaygusuz Abdâl, Niyâzî-i Mısrî, Enverî, Lamiî Çelebî, Elmalılı Ümmî Sinan, Bolulu Himmet Efendi, İdris-i Muhtefî, Alî Örfî gibi ehlullah bunlardan bir kaçıdır.
Fakirin kanaatine göre Yûnus tarzının en güçlü şathiyesini İdrîs-i Muhtefî Hazretleri (1615) ortaya koymuştur.
Bayramî Melâmîlerinden olan bu büyük gönül:
İşbu deme erince üç kez doğdum anadan
Nice yavru uçurdum nice âşiyâneden
Matlaıyla başlayan on beş beyitlik şathiyesinde bir koca kitaplık sır saklamıştır.
Bu nutk-ı şerifin büyüklüğünü ortaya koymak için bendeniz daha önce “Bir Mektebe Uğradım-Gizli İdrîs’in Bir Şathiyesinin Şerhi (H Yayınları, İstanbul 2020)” ismiyle bir müsvedde karalamıştım.
Merak eden onu da okumalıdır.
Yûnus, Hz. Süleyman’a öğretilen mânâ dilinden (mantuku’t-tayr) ilhamla:
“Yûnus bu kuş dilidir, bunu Süleyman bilir!” der.
Ey yolcu! Bu dili çözmek istiyorsan Süleyman olmaya talip olmalısın.
Bizden bu kadar!
İşin özü şu ki:
“Âşık dilin bilmeyen yâ delidir yâ dehri”
Sen hangi tâifenin dilini konuşuyorsun, âşık mısın dehrî mi? Kendin karar ver.
*
Gerçek talip isen, erik dalında üzüm arama.
“Zühd ü takvâya yâr olan evvel”, aşk gelince o keçiboynuzu yemekten kurtuldu.
Sattığı eriği üzüm diye yutturan cemâatlerde üzüm bulunmaz.
Sen “bağa gel, bostana gel/Dile gel destâna gel” Cevizin en kalitelisi fenâfi’r-Resûlun hakkını vererek mirâç eden kâmil erenlerdedir, şarlatanlarda değil.
Ne demişti Karacaoğlan:
Benim yârim gelişinden bellidir
Ak elleri deste deste güllüdür
Onlar mânâsından bellidir, tekkesinden, takkesinden, kelâmından ve selamından değil.
Asrın güzeline ve onun gerçek âşıklarına selâm olsun.

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın