Avrupa-Merkezci Medeniyet Anlayışının Çöküşü

İnsan tarih boyunca topluluk olarak yaşayan sosyal bir varlıktır. Yaşamını idame ettirme, anlamlı bir yaşam sürdürme çabasıyla, çeşitli ihtiyaçları karşılamak üzere içinde yaşadığı toplulukla ve diğer topluluklara mensup insanlarla bir iletişim, etkileşim ve paylaşım içerisindedir. Bu süreçte dil, din, coğrafya/iklim, üretim biçimi ve yönetim şekli insanın yaşamını doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu parametreler toplumun yaşam biçimini, […]

A+
A-

İnsan tarih boyunca topluluk olarak yaşayan sosyal bir varlıktır. Yaşamını idame ettirme, anlamlı bir yaşam sürdürme çabasıyla, çeşitli ihtiyaçları karşılamak üzere içinde yaşadığı toplulukla ve diğer topluluklara mensup insanlarla bir iletişim, etkileşim ve paylaşım içerisindedir. Bu süreçte dil, din, coğrafya/iklim, üretim biçimi ve yönetim şekli insanın yaşamını doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu parametreler toplumun yaşam biçimini, insanın zihinsel, ruhsal/manevi düşünce yapısını ve birlikte yaşamın kurallarını da belirler.

Kültür, bir toplumun dilini, dini değerlerini, geleneklerini, sanatını, davranışlarını ve yaşam biçimini kapsayan bir bütünü ifade eder. Bunun yanında üretim biçimi, iş bölümü- ticari faaliyetleri, aile yapısı, eğitim, hukuk sistemi, toplumsal normlar/kurallar, yemek kültürü, giyim tarzı gibi daha geniş yelpazede toplumun özgün nitelikleri de kültür kavramının içinde mündemiç olan konulardır. Kültür, farklı toplumları birbirinden ayıran özgün bir kimliktir.

Medeniyet kavramı, Batı’nın siyasal, toplumsal, ekonomik ve düşünce alanında geçirmiş olduğu sürece bağlı olarak modern düşünce döneminde kavramsallaştırdığı bir konudur. Buna göre medeniyet, Avrupa’nın özellikle sömürgecilik ve köle ticaretiyle ulaştığı sanayileşme ve seri üretime geçişte hayatın her alanına etki eden Aydınlanma döneminde yeni modern düşünce ve yaşam biçimini ifade eden, Batı dışındaki “öteki” toplum ve medeniyetlere karşı modernizmi öne çıkaran, modernizmin ilkelerini kapsayan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.

Medeniyet asıl olarak ‘şehirli olmak’, ‘medeni olmak’ anlamı taşır. Kültürün şekillenmesinde olduğu gibi medeniyet kavramında da ‘din’ odak noktada yer almaktadır. Bundan dolayı geniş, kapsamlı içeriğe sahip bir kavram olup, toplumların tarihsel süreçte geliştirdiği tüm ortak kültürel birikim üzerinde yükselir. Medeniyet kavramının sınırları içinde farklı etnik kimlikler ve hatta farklı egemen devletler de yer alır. Medeniyet, birden fazla toplumun veya kültürün ortak değerler üzerinden bir araya gelmesiyle oluşan daha geniş bir kavram ve yapıdır. Kültür ise, değişime ve gelişime daha açık, toplumun ihtiyaçlarına, bilimsel, sanatsal gelişmelere, zoraki şartlar dediğimiz savaş, afet veya buna benzer geniş etki/iz bırakan olaylara, tarihsel süreçlere göre şekillenir. Medeniyet daha somut, evrensel nitelikte, makro düzeyde toplumlar ve devlet arasında ilişkilerde diğer kültürleri-medeniyetleri de etkileyen, değiştiren, dönüştüren kalıcı izler taşıyan bir yapıdır.

Varlık tasavvuru, din/inanç yapısı, düşünce biçimi, kâinat-insan anlayışı, dünya görüşü, etik/ahlak anlayışı daha çok medeniyet kavramı üzerinden değerlendirilen konulardır.

Din, medeniyetin ana taşıyıcı unsurudur. Çünkü din, toplumların kültürel, sosyal ve ahlaki yapısını şekillendirmede merkezi bir rol oynar. Tarih boyunca din, insanların değerler sistemini, sanatını, mimarisini, hukukunu ve günlük yaşam pratiklerini derinden etkilemiştir. Yani din/inanç, medeniyetlerin kimliği ve diğer medeniyetlerden ayıran en önemli unsurdur. Buna rağmen medeniyetler birbirini etkileyerek ve birikimlerinden istifade ederek zenginliklerini artırırlar, gelişimlerini sağlarlar.

Beyt-ül Hikme (Bilgelik Evi) Abbasiler döneminde kurulan, Müslüman alimlerin yetiştiği, tercüme faaliyetlerinin yürütüldüğü bilim merkezidir. Müslümanlar coğrafi olarak büyüdüğünde farklı toplumlarla, kültürlerle ve felsefi düşüncelerle karşılaşmışlardır. Bu dönemde ortaya çıkan etkileşim birçok konuda ilmi anlamda meydan okumalara, mücadelelere sahne olmuştur. Beyt-ül Hikme’yi sadece Antik Yunan ve diğer medeniyetlere dair eserlerin tercüme edildiği merkez olarak düşünmek büyük bir ilmi yanılgı olur. Zira Beyt-ül Hikme, İslam İnanç ve düşüncesi odaklı ilmi çalışmaların merkezidir. Burası değişik beldelerden, ülkelerden ilim tahsili için gelenlerin ve ilmi keşiflerde bulunan alimlerin tüm dünyaya örnek çalışmaların yapıldığı geniş ölçekli eğitim ve bilim merkezi olmuştur. İslam felsefe ilminin bu tercüme faaliyetleriyle ortaya çıktığını düşünmek de özellikle kelam ilmine ve alimlerine büyük saygısızlık olur. Çünkü tercüme faaliyetlerinin başladığı döneme kadar İslam ilimleri alanında çok önemli eserler yazılmış, ortaya çıkan problem veya düşüncelere yanıt olacak ilmi birikim kazanılmıştır. Bu tercümelerle aslında İslam düşüncesi, karşılaşmış olduğu farklı düşüncelere İslami perspektiften bakarak daha da olgunlaşmış ve kuvvetlenmiştir. Astronomi, tıp, matematik, kimya, coğrafya, toplum ilimleri ve hukuk-yönetim alanında ilimlerin okutulduğu ve Batının, İslam medeniyetinin bilgi ve tecrübesinden faydalandığı eserlerin büyük kısmı burada yazılmış, alimler burada yetişmiştir. Beyt-ül Hikme’de Müslüman ilim adamlarının eserleri ve tercüme faaliyetleriyle ortaya çıkan eserlerden müteşekkil zengin bir kütüphane de ortaya çıkmıştır. Bu ilim merkezi, değişik şehirlerden ilim insanlarının ve ilim tahsili yapmak isteyen talebelerin buraya gelmesini sağlamış daha sonra bu kişiler aracılığıyla burada üretilen ilim, İslam coğrafyasına yayılmıştır. Beyt-ül Hikme, aynı zamanda rasathane, medrese ve kütüphanelerin kurulmasına öncülük etmiştir.

İslam medeniyeti, Endülüs (8.-15. Yüzyıllar arasında) ve Sicilya gibi Avrupa topraklarında da varlık göstermiştir. İspanya’nın özellikle Toledo şehri, İslam medeniyetinden Batı’ya bilgi aktarımının merkezi haline geldi. Burada Arapça eserler Latinceye çevrildi. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, El-Harezmi ve Biruni gibi İslam alimlerinin eserleri Avrupalı bilim insanları tarafından keşfedilmiştir. Özellikle Müslüman filozofların Antik Yunan felsefe eserlerini Arapçaya tercüme ettirdikten sonra bu eserlere yapılan şerh faaliyetleri, felsefi konularda ciddi bir etkileşim meydana getirmiştir. İslam bilginleri bu eserleri yorumladı, geliştirdi ve yeni bilgiler eklediler ve daha sonra bu eserler, Batılı filozoflar tarafından Latinceye çevrilmiştir. Tercüme faaliyetleri, Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki bilgi, kültür ve bilimsel birikim ve tecrübenin aktarılmasında kritik bir rol oynamıştır. Beyt-ül Hikme’de sadece islam alimleri değil, Hristiyan bilginler de ilmi çalışmalarda ve tercüme faaliyetlerinde aktif olarak görev almışlar ve önemli katkılar sunmuşlardır.

İslam diniyle özdeşleşen İslam Medeniyeti, 17. Yy’a kadar diğer kültürler ve medeniyetler üzerinde en güçlü etkiye sahip olmuştur. Bu etki sadece savaş gücüne bağlı değil, ilim, sanat, estetik, ahlak, mimari ve hatta müzik alanlarında sahip olduğu birikimle sağlamıştır. 8. Yy ile 15. Yy arasında İslam medeniyetinin sahip olduğu dinamizm ve üretkenlik diğer medeniyetlerde yoktu. Siyasal, kültürel ve ilmi faaliyet konusunda bu dönemde İslam Medeniyeti zirveyi yaşamıştır. Müslüman alimlerin ilmi faaliyetleri dünya bilim tarihine büyük katkılar sunmuş ve etkisi bugüne kadar süren gelişmelere temel teşkil etmiştir.

 El-Harezmi (MS 780-850), İslam medeniyetinin en önemli bilim insanlarından biridir ve matematik, astronomi, coğrafya ve diğer alanlarda yaptığı çalışmalarla bilim tarihine büyük katkılarda bulunmuştur. Cebir bilimini sistematik hale getirmiş, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözüm yöntemlerini geliştirmiştir. Ayrıca güneş, ay ve gezegenlerin hareketlerini hesaplamak için astronomi tabloları hazırlamıştır. Bu tablolar, astronomi çalışmaları için temel kaynaklardan biri olmuştur. Dünyanın enlem ve boylamlarını hesaplayarak coğrafi konumların belirlenmesine yönelik matematiksel yöntemler ve ay, güneş takvimlerinin hesaplamalarını geliştirmiştir. Özellikle cebir ve algoritma alanındaki çalışmaları, modern matematiğin ve bilgisayar bilimlerinin temelini oluşturdu. Harezmi’nin eserleri yüzyıllarca Batıda temel ilmi eserler olarak kabul edilmiş ve okutulmuştur.

El-Kindi, ilk İslâm filozofu olarak kabul edilmektedir. Felsefe ilmine ait kavramları Arapça kavramlarla ifade ederek İslam felsefesinde yeni bir çığır açmıştır. El-Kindi, felsefe ile dinin bir çatışma içinde olmadığını, bir uyumun varlığınıi savunmuştur. Ona göre, akıl ve vahiy birbirine zıt değildir; aksine, her ikisi de hakikate ulaşmanın farklı yollarıdır. Felsefe, aklı kullanarak gerçeği araştırırken, din vahiy yoluyla insanlara rehberlik eder. El-Kindi’nin felsefi ve bilimsel görüşleri Batılı düşünürleri de etkilemiştir. Tanrı’nın birliği (tevhid inancı) ve evrenin yoktan yaratılması gibi metafizik görüşleri, Batılı filozofların Tanrı ve evren ilişkisini yorumlamalarına katkıda bulunmuştur. El-Kindi’nin bazı felsefi düşünceleri, Batı’da özellikle Thomas Aquinas gibi filozof ve Hristiyan teologlar tarafından benimsenmiş ve Batı düşüncesinde önemli değişimler ortaya çıkarmıştır.

Tıp biliminin öncüsü olarak kabul edilen İbn-i Sina Batıda ‘Avicenna’ olarak isimlendirilmiştir. “El-Kanun fi’t-Tıb” (Tıbbın Kanunu) adlı eseri Batıda da tıp eğitiminde temel kaynak olarak kullanıldı.

Cerrahi aletler ve yöntemler hakkında öncü isim yine bir Müslüman alim El-Zehravi (Batıda bilinen ismi Abulcasis)’dir.

İbn-i Baytar, bitkisel ilaçlar üzerine çalışmalar yaptı ve “Kitabü’l-Cami fi’l-Edviyeti’l-Müfrede” adlı eseriyle farmakoloji alanında önemli bir kaynak oluşturmuştur.

Müslüman filozoflar, Aristoteles, Platon ve diğer Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çevirerek bu bilgileri İslam dünyasına kazandırdılar. Daha sonra ise Batı, Müslüman felsefecilerin bu eserler üzerine yaptıkları şerh ve yeni ilaveleri Latinceye çevirerek felsefe alanda bu eserlerden haberdar olmuşlardır.

Işığın yansıması ve kırılması gibi konuları inceleyerek modern optiğin temellerini atan Müslüman alim İbn-i Heysem (Batıda bilinen ismi Al-Hazen)’dir.

Cabir bin Hayyan, kimya biliminin öncüsü olarak kabul edilir. Deneyler yoluyla elementler ve kimyasal reaksiyonlar üzerine çalışmalar yapmıştır.

Coğrafya alanında ve harita çiziminde Müslüman alimlerin keşifleri ve ilmi çalışmaları denizcilik alanında büyük yarar sağlamıştır.

İslam medeniyeti, camiler, medreseler, kervansaraylar ve köprüler gibi yapılarla mimari alanda da büyük bir tecrübe ve ilmi birikimi bugüne kadar getirmiştir.

İslam Medeniyetinde bu gelişmeler yaşanırken “orta zaman’ın başları, özellikle XII. ve XIII. Yüzyıllar, yani aşağı yukarı Batı’daki orta Çağ’ın ortaları, Bati le İslam dünyasını karşılaştırmanın bir mana ifade ettiği ilk dönemdir. Bu döneme kadar, Batı genel olarak, medeniyetin ana merkezleriyle (İslam Medeniyetiyle) kıyaslanamayacak kadar geriydi.” (1)

Coğrafi keşiflerle başlayan sömürgecilik ve köle ticareti Batıda üretimi ve ticari ürün yelpazesini genişletmiş ve sanayileşme hamlesi başlamıştır. Sanayileşme ekonomik faaliyetleri değiştirdiği gibi Batıda düşünce sistemini ve dünya görüşünü de yeniden şekillendirmiştir. 18. Yy’da Aydınlanma dönemiyle tarih anlayışında da değişiklik yaşanmıştır. Modern düşüncede tarih anlayışı, ilkel toplumlardan modern uygarlıklara doğru bir gelişmeyi ifade eder. İlerlemeci tarih anlayışı, aklın ve bilimin insanlığın ilerlemesinde en önemli araçlar olduğunu kabul eder. Kilisenin dogmatizmine ve din adına sergilediği totaliter yapıya ve elinde tuttuğu ‘kutsallık”a karşı yeni bir düşünce yapısını ortaya çıkarmıştır.

Konumuzla ilgisi açısından ele aldığımızda İlerlemeci tarih anlayışı, genellikle Batı medeniyetinin gelişimini evrensel bir model olarak sunar. Bu anlayışa göre, Batı medeniyeti “uygar”, diğer medeniyetler ise “barbar” olarak nitelendirilmiştir. “Medeniliği ve medeniyeti Avrupa’nın aklı ve tarihiyle özdeşleştiren Aydınlanma düşünürleri, Batı dışı toplumları medeniyetten yoksun ve yarı medeni topluluklar olarak gördüler. Avrupa medeniyetini merkeze alan tarih ve kültür tasnifleri, hiyerarşik bir kültürler ve medeniyetler tipolojisi üretti ve böylece medeniyet kelimesi Avrupa-merkezci düşüncenin temel kavramlarından biri haline geldi.” (2)

“Bilim, teknoloji ve sanayi modern Batı’da ortaya çıktığından, Batılı olmayan toplumlar medenileşmek için Batılılaşma yolunu seçmek zorundaydılar. Bu manada Medeniyet kavramı Avrupa-merkezciliği ve Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için elverişli bir araç olarak kullanılmıştır.” (3) Özellikle Afrika’nın değerli madenlerinin (elmas ve altın) sömürülmesi ve Afrika halkının Batının sanayi üretiminde, büyük çiftliklerde tarım işlerinde ucuz emek gücü (köle) olarak kullanılması sürecinde işgali ve sömürgeyi meşrulaştırmak için Afrika halkını “medenileştirme” iddiası ortaya atılmıştır. Medeni olmak ile modern olmak eşanlamlı kabul edilmiştir. Modernleşme ise, sadece makineleşme ve üretim tekniklerini geliştirme ve ticaret ağında ürün yelpazesini genişletme anlamına gelmiyordu. Modernleşme diğer toplumların “Batıya eklenmesi/Batıyla bütünleşmesi” ve “Batı inanç ve düşüncesine” ait olmayı zorunlu kılar. Bu da varlık anlamından siyasete, hukuka, ahlak anlayışından yaşam biçimine dair her alanda Batı perspektifinden bakmayı, buna göre organize olmayı içerir. Modernite, özellikle rasyonalizm ve sekülarizmin etkisiyle insanın zihninden, düşüncesinden hayata ve kâinata dair anlam ve amaçtan aşkın/Tanrısal etki, izleri silmeyi gerektirir. Çünkü rasyonalizm ve sekülarizm, insanın kendi kendine yeterliliği ve başka bir iradenin, ilahi iradenin varlığını, buyruğunu reddeder. Rasyonalizm, aklı mutlaklaştırarak bilginin kaynağının akıl olduğunu ve doğru bilgiye ancak akıl yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Burada “bilginin kaynağı” vurgusu kilisenin dogmatizmine, Hristiyanlığın öğretilerine ve kilisenin otoritesini Tanrı adına Tanrı’nın gücünü kullanma fikrine karşı insanı ve aklı dokunulmaz mutlak güç olarak konumlandırmaktadır.

Batı, düşünce dünyasından ve hayatın her alanından dini uzaklaştırıp, aklı mutlaklaştırarak sekülarizm ve rasyonalizmi yeni bir düşünce sistemi ve hayat tarzı olarak hakim kılarken, sömürgecilik faaliyetlerinde ise Hıristiyanlığı emperyal amaçları için bir araç olarak kullanmıştır. Özellikle Afrika’da kıtanın altın, elmas ve diğer zenginliklerini ele geçirirken bölge halkına misyonerler aracılığıyla ulaşmış ve toplumla Hıristiyanlık öğretisi aracılığıyla bağ kurmuştur. Batının sergilediği bu tutum, Batı medeniyetinin emperyal yüzünü ve Avrupa-Merkezci düşüncenin tutarsızlığını göstermektedir. Batı medeniyetinin evrenselliği iddiası ise içerik olarak tartışılması zorunlu bir konudur. Sömürgecilik, köle ticareti, ülkelerin işgali, siyasi ve askeri baskıyla oluşturulan ticaret ağı vb konular ele alındığında açıkça ortaya çıkan gerçek şudur ki; Batı medeniyeti emperyal ve işgalci bir kimlikle değişik toplumlara/ülkelere yayılmıştır. Batı medeniyetinin bu yollarla yaygınlık kazanmış olması, onun evrensel olduğu anlamına asla gelmez. Diğer toplumlar üzerinde etkili olmuştur ancak bu etkinin diğer toplumlara değer aktardığı anlamına da gelmez. Zira Batı, (üzerinde duracağımız gibi) medeniyet kavramını sömürgeciliğine ve işgal politikalarına meşruiyet kazandırmak için kullanmıştır.

Modernite, Batı tarafından tüm dünyaya insanlığın ulaştığı ileri seviye ve mutlak gerçeklik olarak sunulmakla birlikte emperyal bir niteliğe, kimliğe sahiptir. Batı moderniteyi diğer toplumlara, medeniyetlere karşı çağdaşlık, ilerleme ve aklın öncülüğünde yeni bir ölçüt ve sistem olarak sunmaktadır. Aynı zamanda tarihi sınıflandırma anlayışında da modern dönem öncesi tarih, gerileme olarak adlandırılmıştır. Aslında insanlığın ilk dönemlerinden itibaren toplumsal bir tekâmül sürecinin işlediği bir gerçektir. Yani öngörüldüğü gibi tek düze ilkellikten-medeniliğe doğru çizgi modern dönemle başlamamıştır. Bunun en bariz örneği, ülkemizde arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkan Göbeklitepe yaşam sahasında elde edilen bulgulardır. Modern Batı tarih sınıflandırmasına göre ilkel dönem olarak belirlenen dönemde insanlar kollektif bir yaşam sürdürmekte ve tabiata dair ve inanç sistemlerine dair işaret ve figürleri taş sütunlara işleyerek göstermişlerdir. Buna rağmen Modern düşünceye göre insanlık tarihinin üçlü bir aşamaya göre kategoriye bağlanması, Hristiyan teolojisinde var olan üçleme inancının kaynak olarak kullanılmasıyla şekillenmiştir. Eski Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Hz. İsa’nın doğumunu tarihinin başlangıcı olarak kabul eden Milattan önce ve Milattan sonra gibi tarihi sınıflandırma, zaman tasnifinde Hristiyan teolojisi etkisini gösterdiği gibi, modern dönem bakış açısına göre de Avrupa-merkezcidir.

Diğer toplumların, medeniyetlerin tarihi süreçleri göz ardı edilerek yapılan zaman tasnifi, insanlık tarihinde farklı toplumların üstlendikleri rol ve gerçekleştirdikleri aşamaları yok saymaktadır. “İnsanlık tarihi, Avrupa’daki gelişmelere indirgenemeyecek kadar büyüktür. Avrupa’nın tarihinde kırılmalara yol açan olayların, Çin, Hint, İslam dünyası ve dünyanın geri kalan toplumların tarihinde aynı şekilde herhangi bir köklü değişime neden olduğunu gösteren işaretler yoktur. Kaldı ki Avrupalı tarihçiler arasında bile Orta Çağın ne zaman başladığı ve ne zaman sona erdiğine dair bir ittifak yoktur. Garp’ta “Orta Çağ” 18. Ve 19. yüzyıllarda yavaş yavaş silinmeye yüz tutarken Şark’ta Osmanlı, Babür, Safevi ve Altınordu gibi imparatorluklar; Çin’de Ming hanedanı, tarihlerinin en parlak zirvelerinden birini yaşıyorlardı.” (4) Avrupa-merkezci olarak yapılan bu tasnifleme, tarihe ve olaylara nasıl bakılacağını diğer toplumlara dikte eden bir anlayış ve bir zihniyet inşa etme çabasıdır. Bunun sonuçları ülkemizde “Batılılaşma” çabası olarak kabul edilen süreçte ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluşunun hemen sonrasında “geri kalmışlık” ezikliğiyle yürütülen siyasi/hukuki politikalar Avrupa-merkezci bir zihni, bakış açısını ortaya çıkarmış, İslam Medeniyeti tarihine bağlı olarak kurulu tarih sistemi, kutsal gün ve olaylar, tatil günleri, mevsimsel dönemlerin isimleri, doğa olaylarına verilen isimler, takvim vb alanlarda yasal değişiklikler yapılmış ve Avrupa-merkezci tarih anlayışı ölçü olarak kabul edilmiştir. Tarihin/zamanın tasnifinde Avrupa-merkezci anlayışın ölçü olarak kabul edilmesine itiraz eden Nihal Atsız şunları söylüyor:

“Tarihin İlk Çağ, Orta Çağ gibi devirlere ayrılmasının pek indi olduğu anlaşılmıştır. Bu ayrılışlar, bütün insanlığa göre değil, bir kıta ve bir kısım milletlere göre yapılmıştır. Taş devri, Maden devri nasıl ki bütün milletlerde aynı devirde başlamıyorsa; Orta Çağ, Yeni Çağ gibi zamanlar da bütün milletlerde aynı devri göstermez. Türk tarihini Eski Türk Tarihi, İlk Çağda Türk Tarihi, Orta Çağda Türk Tarihi diye bölümlere ayırmak ilmi değildir. Batı Avrupa’nın kendine göre yaptığı bir sınıflamaya körü körüne bağlanmak doğru değildir.” (5)

“İlerlemeci tarih” anlayışına göre Batı, kendini “medeni” olarak vasıflandırıp, diğer toplumları ise “barbar” olarak nitelendirince bu karşılaştırmalı düşünce Müslüman toplumu “Orta Çağ” döneminin toplumu kurgusuyla değerlendirmiştir. Bunun sebebi olarak da kendi tarihsel tecrübesinin verileriyle İslam’ı suçlamış ve ilerlemenin önünde engel olarak İslam Dini’ni hedefe oturtmuştur. Bu yargı bugün bile Batı’nın Müslüman toplumlara bakışında geçerli bir parametre olarak varlığını sürdürüyor. Peki Batı’nın kendi siyasal tarihi serüveni ve iktidarın, toplumun kilise ile olan ilişkisinde yaşadığı problemlerin Müslüman toplumun tarihi sürecinde bir karşılığı var mıydı? Yani Batı, İslam’ı ilerlemenin önünde engel olarak yargılamasının dayanağı neydi? Zira İslam Medeniyeti, özellikle 8. yy ile 15. yy arasında ilmi ve fikri alanda gerçekleştirdiği ilerlemenin dayanağı İslam’ın temel prensipleri merkezli bir motivasyon olduğu inkar edilemez. Buna rağmen İslam Medeniyeti’nin temel paradigması olan İslam’ı, ilerlemenin önünde engel olarak yaftalamanın arka planında İslam medeniyetinin tarihi tecrübe ve birikiminin Batı’nın sömürgeci ve işgalci ilerlemesine karşı bir güç olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya yönelik bilinçli bir saptırmadan ibarettir. Çünkü Batı, “öteki” üzerinden bir düşman oluşturup, kendi rolünü ve misyonunu biçimlendirmeyi varlığının meşruiyeti olarak görmüş ve bu tutumunu bugüne kadar sürdürmüştür. İslam Medeniyeti, tarih boyunca Batı için “öteki” olarak görülmüş, Avrupa-merkezci ideolojinin yayılmacılığına karşı toplumsal bilincin temelini oluşturmakta, bir sistem olarak varlığını sürdürmektedir. Aslında Batı, İslam ile Endülüs Müslüman toplumu üzerinden ilk ciddi karşılaşmayı tecrübe etmişti. Bu karşılaşmada İslam Medeniyetinin temel parametrelerini tanımış, ilmi birikiminden faydalanmış ve Müslüman toplumsal yaşamın ahengiyle tanışmıştı.19. yy.’da Batı’nın elde ettiği endüstriyel gelişme ve sömürgecilikle kazandığı ekonomik zenginlik karşısında etkilenen Osmanlı’nın jakoben elit sınıfı Jön Türkler nezdinde eziklik psikolojisi ortaya çıkarmış, bu fikri bunalım, İslam Medeniyetinin birikimi ve tecrübesiyle bir kalkınma, toparlanma hamlesine dönüştürülmemiş, Batı hayranlığı ve Batı taklitçiliği yönünde bir çabayı ortaya çıkarmıştır.

İlerleme, kalkınma ve medenileşme, Batı’nın Avrupa-merkezci ideolojisi ve siyasal hegemonyasını, ekonomik sömürgeciliğini meşrulaştırmak için “öteki” olan diğer toplumlara karşı kullandığı araçlardır. İlerleme, kalkınma ve medenileşme aşamalarının bir toplumun huzur ve refah içinde yaşamını sürdürmesi için yeterli olmadığı gerçeği, 1. ve 2. Dünya savaşlarının sebepleri ve sonuçları incelendiğinde görülmektedir. Bununla birlikte tarihin değişik zamanlarında ortaya çıkan ekonomik bunalımlar, emek-sermaye çatışmaları da bu gerçeği desteklemektedir. Zira Batı, endüstriyel gelişme ve ekonomik zenginliği yakalarken insanın çöküşünü fark edememiştir. Varlık tasavvuru, kâinat-insan anlayışı, aşkın/ilahi Tanrı fikri konularında derin bunalım yaşayan Batılı insan, modernimin kendine sunduğu vaatlerde tatmin olamamış, huzur ve refah odaklı bir yaşama kavuşamamıştır. Dikkati şayan olan nokta, yukarıda ifade ettiğimiz savaşlar, bunalımlar, çatışmalar Avrupa’nın ürünü bir hayatın içinde ortaya çıkmıştır. Buna rağmen Batı, Avrupa-merkezci bir ideoloji söylemiyle kendini “uygar”, diğer toplumları “geri/barbar” olarak görmektedir.

Gerçek şu ki, insanlık tarihi boyunca toplumlar ve devletler, belirli zaman aralıklarında gerileme ve gelişme yaşamışlardır. Belirli dönemlerde bazı toplumlar önemli aşamalar katetmiş, devletler güçlenmiş belirli dönemlerde de diğer toplumlar ve devletler ileri bir seviyeye ulaşmışlardır. Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi, toplumlar, kültürler ve devletler belirli alanlarda belirli tonda birbirlerini etkilemişler, birbirlerinin tecrübe ve birikimlerini paylaşmışlardır. Bundan dolayı Batının 19. yy.’da görece yaşamış olduğu gelişme bugün itibariyle birçok toplum ve devlet nezdinde ayrıcalıklı bir konum olarak görülmemektedir. Çünkü teknoloji, sanayi, üretim, ticaret vb. alanlarda rekabet ve üstünlük farklı bölgeler tarafından bölüşülmüş durumdadır. Sadece endüstri ve teknolojik üstünlükle Avrupa-Merkezci anlayışı, evrensellik düşüncesiyle uluslararası arenada empoze eden Batı, bu üstünlüğü kaybetmiş durumdadır. Batı medeniyetinin gelinen noktada insanlığa vadedeceği ilke ve örnekler kalmamış bunun yanında Batının itibarı ve kimliği sorgulanır olmuştur. Bilim ve teknolojideki gelişmeler artık sadece Batı’ya özgü değildir. Avrupa-merkezci anlayış büyük bir çöküş yaşamaktadır. Tek kutuplu dünya düzeni artık çökmüş; çok kutuplu bir düzende yeni siyasal, ekonomik ve askeri güçler ortaya çıkmış durumdadır. Zira tek kutuplu dünya düzeninde Batı, başarılı bir süreç yönetememiş, siyasal, askeri ve ekonomik hegemonya ve işgaller, toplumları/devletleri var olan düzene karşı yeni bir strateji geliştirmeye yöneltmiştir. İslam toplumunda da bu perspektifte kendi kültür ve değerlerine dönüş bilinci gelişmektedir. Modernizmin özellikle Müslüman toplumda ortaya çıkardığı kimlik ve anlam bunalımı, Müslümanı arayışa yönlendirmiş, sahip olduğu geleneği, birikimi ve tecrübesiyle yeniden ihya ve inşa çabasını ortaya çıkarmıştır. Çok kutuplu dünya yapısında İslam medeniyeti, tarihsel kökleri, kültürel zenginliği, nüfus potansiyeli ve stratejik konumu nedeniyle başat rol üstlenmektedir. İslam medeniyeti, sadece Müslüman nüfusun yoğun olduğu coğrafyalarda değil, küresel ölçekte de etkisini giderek artırmaktadır. Bu rol, ekonomik, siyasi, kültürel ve manevi alanlarda kendini daha da çok göstermektedir. İslam ülkeleri, doğal kaynaklar petrol, doğalgaz, değerli madenler ve uluslararası ticaret yolları açısından dünyanın en zengin ve jeostratejik bölgelerindendir. İslam dini, Batı halkı nezdinde ciddi bir teveccüh kazanmakta, savaşlar, işgaller ve küresel emperyal politikalar insanları İslam’a yöneltmektedir.

Bundan dolayı ilmi birikim ve tecrübeyle İslam Medeniyetinin tüm insanlığa ümit olacağı günler yakındır. Bunun için Müslüman toplumun ilim, iman ve ahlak bütünlüğünde tarihi birikim ve tecrübeyle, yüksek idrak gücüne sahip olma yolunda kararlı ve ısrarlı olması beklenir. Müslüman toplum bunu sağlayacak moral güce ve iradeye sahiptir.

1- G. S.Hodson, Marshall, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Vadi yay., İstanbul,2018, s. 227.

2- Kalın, İbrahim, Dünya Görüşü, Varlık Tasavvuru ve Düzen Fikri: Medeniyet Kavramına Giriş, Divan, cilt 15, sayı 29 (2010/2), s.5.

3- A.g.e., s.8.

4- Demirci, Mustafa, Medeniyetlerin Zaman Tasavvuru ve İslam Medeniyetinin Devirleri Meselesi, Medeniyet Tartışmaları, İstanbul, 2013, s.147

5- A.g.e., s. 150.

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler