Türküler Türk’ü Söyler
Cumartesi günü gerekli izni alarak Kastamonu?ya doğru yola çıktım...
Rönesans, Aydınlanma, Sanayi Devrimi’nin yanısıra Rasyonalizm, Hümanizm, Sekülarizm gibi ekonomik, kültürel ve düşünce alanında geçirdiği evreler ve en son 2. Dünya savaşı sonrasında kurduğu “yeni dünya düzeni” sürecinde elde ettiği siyasal, askeri ve ekonomik emperyal hegemonya Batı’yı tatmin ve teskin edememiş durumdadır. 1990’a kadar süren “iki kutuplu dünya düzeni,” ekonomik ve askeri güç mücadelesi şeklinde sürdüğü görülse de SSCB’nin dağılmasından sonra Batı’nın emperyal hegemonyasının veya güç sendromunun “düşman” konsepti değişmiştir. Rusya, iki kutuplu dünya düzeninde Batı karşısında “düşman” olarak kabul edilmişti. Bu güvenlik doktrinin temel argümanı, askeri ve ekonomik güç odaklıdır. Yani Rusya, emperyal bir güç olarak Avrupa’yı tehdit ederken aynı zamanda küresel arenada Batı’nın siyasal ve ekonomik rakibi olarak kabul edilmiştir. Avrupa’nın ekonomik ve askeri politikaları bu bakış açısına göre şekillenmiş, hatta AB, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi siyasal, ekonomik ve askeri ittifak ve kurumlar bu perspektifin, stratejinin ürünleridir.
ABD ve AB, kapitalist ekonomik sistemi emperyalizme araç olarak kullanmışlardır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı imkanlarla küresel sermaye büyümüş, ürün ve markalar marifetiyle etki alanı genişlemiş ve ulusal/milli devletlerin egemenliğini tehdit eder boyuta ulaşmıştır. Bir de, Uluslararası kurumların siyasi kararlarla devletlere uyguladığı ambargolar, yaptırımlar ve kısıtlamalar Batı’nın siyasal gücünü daha da perçinlemiştir. Bu ilişki ağı, sermayenin üstünlüğü ve sermayenin kontrolsüz özgürlük ortamını genişletmektedir.
Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu Mu?” tezinde iddia ettiği şey, Komünizm’in sona ermesiyle Liberal sistemin insanlığın ulaştığı en mükemmel sistem olduğu fikridir. Liberal siyasal ve ekonomik sistem karşısında Komünizm’in çöküşü Avrupa-Merkezci ideolojinin zaferi olarak görüldü. Artık Liberal sisteme alternatif herhangi bir sistemin varlığı mümkün değildir. Bundan dolayı diğer devletler/toplumlar, bu sisteme entegre olmalıdırlar. Fukayama, tezini sadece ekonomik sistem olarak serbest piyasa ekonomisi modeli üzerine inşa etmekle kalmaz, liberal demokratik sistemin diğer ülkeler tarafından da uygulanmasının zorunluluğunu öne çıkarır.
Liberal siyasal ve ekonomik sistemin idealize edilerek insanlığın ulaştığı en son sistem olarak ilan edilmesi, Batı’nın evrensellik iddiasının bir sonucudur. Batı bununla da yetinmemiş ve bu “evrensel üstünlük” iddiasını bir “tehdit”le koruma altına alma ihtiyacı duymuştur. Liberalizmin “evrensel üstünlük” vizyonu, rakip veya tehdit unsuru olmadan bir anlam ifade etmemiştir. Evrensellik, üstünlük, mükemmellik gibi iddialar mukayese imkanından uzak göreceli iddialardır. Bunun için Batı yeni dünya düzeni sistemini güçlendirmek ve bu liberal sistemi yaygınlaştırmak için yeni bir iddiayı gündeme getirmiştir.
Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” tezi ile dünyada ortaya çıkacak olan çatışmanın/mücadelenin jeo-politik ve karşıtlık üzerinden olacağını iddia etmektedir. Batı, siyasi, askeri ve ekonomik hegemonyasını Komünizmin çöküşüyle daha da kuvvetlendirmiş olmakla yetinmemiş, tek kutuplu yeni dünya düzeni konseptinde medeniyetleri yeni çatışma alanları olarak görmektedir. Dünya yeni bir sürece girmiştir artık. Medeniyetler Çatışması tezi, Batıyı merkeze alarak diğer devletleri/toplumları “öteki” olarak gören, farklı inanç ve kültürlere tahammül etmeyen Batı’nın, fanatizmini, bencilliğini ve emperyalist yüzünü gösteren bir belgedir. Huntington’ın bu tezi, siyasal bir analiz metni olmanın ötesinde Batı’nın uluslararası politikasına yön veren bir strateji belgesi olması açısından önemlidir.
“Benim faraziyem şudur ki, bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacak. Beşeriyet arsındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacak, milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hâkim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecek…En mühimi, Batı’nın kendi liberalizm ve demokrasi değerlerini evrensel değerler olarak öne çıkarmak, askeri üstünlüğünü sürdürmek ve ekonomik menfaatlerini artırmak için sarfettiği çabalar, diğer medeniyetlerden aksi yönde mukabeleler gelmesini tevlit ediyor. İdeoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek sağlayabilmek imkânı gitgide azaldıkça, hükümetler ve gruplar, sürekli artan bir şekilde ortak din ve medeniyet kimliğine müracaat etmek suretiyle destek sağlamaya teşebbüs edeceklerdir.”1
Medeniyetler Çatışması tezi aslında Batı’nın tesis etmiş olduğu siyasal, askeri ve ekonomik paradigmaların, diğer milletler/devletler nezdinde itibar kaybetmesinin ve bunun sonucunda Batı’ya karşı ortaya çıkan yeni ittifak ve parametrelerin mevcut sistemin meşruiyetinin ve niteliğinin sorgulanmasına imkân hazırladığının Batı tarafından tespit edildiğini göstermektedir. Çünkü soğuk savaş döneminin şartları ortadan kalkmış, Batı’nın komünizm tehdidiyle oluşturmuş olduğu korku ve tedirginlik yerini Avrupa merkezli hegemonyanın sömürgeci politikalarına bırakmıştır. Dünya, bu sömürgeci hegemonyanın ortaya çıkarmış olduğu savaş ve kaoslarla yüzleşmiştir. Batı’nın ikame ettiği sistem ve değerler yerine milli/kültürel odaklı sistem ve değerlerin hakimiyeti toplumlar tarafından önemsenmektedir. Aslında Komünizmin sona ermesiyle Liberal sistemin evrensel tek sistem olarak kabul edilmesi fikri de soğuk savaş döneminin şartları ve komünizmin kendi içsel problemleriyle alakalı bir sonuçtur. Bu sonuç Batı Medeniyetinin evrenselliğini ispat etmez. Zira İslam Medeniyeti ve Hint-Çin medeniyetleri özgün tecrübe ve birikimleriyle ciddi bir güç merkezleri olarak ortaya çıkmış durumdadırlar. Ekonomik ve askeri güç potansiyeli olarak ortaya çıkan bu medeniyet havzaları, Batının küresel hegemonya etki alanını daraltmaktadır. Küreselleşmenin ve dijital teknolojinin etkisiyle Batı kültürünün etkisi hala belirli oranda sürüyor olsa da bu etki evrensellik gücünü taşımamaktadır. Zira Huntington’ın da üzerinde durduğu gibi din ve medeniyet kimliği toplumların duyarlılığını artırmaktadır.
Huntington’a göre “Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırıkları boyunca cereyan eden mücadele 1300 senedir devam edegelmektedir…Dünya siyasetinin hakim mihveri “Batı ile geri kalanlar” arasındaki münasebetler olacak, batılı olmayan bazı bölünük ülkelerdeki elitler memleketlerini Batı’nın bir parçası yapmaya uğraşacaklar fakat bunu başarma konusunda ekseriya büyük manialarla karşılaşacaklar; orta vadeli gelecekte, merkezi bir mücadele mihrakı Batı ve muhtelif İslami-Konfüçyen devletler arasında vücut bulacak. Açıkça ortadadır ki, kısa vadede Batı’nın menfaatine olan şey, Konfüçyen ve İslami devletler arasındaki farklılık ve ihtilafları kullanmak; Batılı değer ve menfaatlere yakınlık duyan diğer medeniyetlerdeki grupları desteklemek; Batılı menfaat ve değerleri yansıtan ve meşrulaştıran milletlerarası müesseseleri güçlendirmek ve Batılı olmayan devletleri bu müesseselere daha fazla karıştırmak” 2 Batının küresel egemenliği ve diğer ülkeler üzerindeki evrensellik etkisi açısından önemlidir. Çünkü Afganistan, Irak, Libya, Sudan, Suriye işgalleri; Mısır’da demokratik seçimle yönetime gelen Mursi’ye karşı yapılan darbe ve Filistin/Gazze’de tarihin en büyük soykırım suçu işleyen Siyonist İşgalci İsrail’e verilen destek, dünya kamuoyuna göstermiştir ki, Batı Medeniyetinin diğer medeniyetlere karşı üstünlük vasfı olarak kabul ettiği insan hakları, demokrasi ve devletlerin egemenlik ilkesi Batı tarafından ideolojik ve sömürgecilik adına yok sayılmıştır. Buna rağmen dünyadaki kutuplaşmanın ve çatışmanın medeniyetler arasında ortaya çıkacağını söyleyerek, Müslüman toplumların bu çatışmanın faili olarak gösterilmesi ciddi bir çelişkidir. Bundan dolayı Batı dışındaki toplumların Batı hegemonyasına, sömürgeciliğine karşı motivasyonu, Batı toplumunun motivasyonundan daha güçlü olacaktır. Bu aynı zamanda farklı medeniyete mensup devletler arasında Batı’ya karşı iş birliğine de etki edecek, siyasi, askeri ve ekonomik iş birliği motivasyonu, din birliğinin dışında “amaç birliği” üzerinde gelişecektir. Rusya, Çin, Türkiye, İran, Pakistan, Brezilya gibi ülkeler Batı’nın sürdürmeye çalıştığı sisteme karşı “amaç birliği” üzerinde ortak siyasi stratejiler yürütmektedirler. Bunun dışında Türkiye’nin öncülüğünü yaptığı “Türk Devletleri Teşkilatı” da hem din birliği hem de amaç birliği üzerinde yükselen stratejik bir bloktur. Din-Dil-Kültür birliği üzerinde gelişen bu iş birliği, aynı motivasyonla ortaya çıkmış mevcut düzene karşı etkili bir ittifaktır.
Medeniyetler Çatışması teziyle özellikle İslam Medeniyetini tehdit olarak işaret eden Batı, emperyal politikalarında ve bugün Filistin/Gazze’de Müslüman topluma karşı yapılan soykırımda Batı medeniyeti paydasında diğer devletlerle nasıl iş birliği ve amaç birliği yaptığı net bir şekilde izlenmektedir. Medeniyetler Çatışması tezi, İslam’ı ve diğer medeniyetleri tehdit olarak lanse etmesinin arka planında Batı kendi medeniyet değerleri üzerinde toplumu motive etme çabasını göstermektedir. Meşruiyeti, itibarı ve inandırıcılığını kaybetmiş yeni dünya düzenine karşı farklı ittifakların, iş birliğinin ortaya çıkması kadar doğal bir şey yoktur. İşte Batı buna karşı kendi toplumunu motive etme ve işgallerini, sömürgeciliğini bir tehdide karşı mücadele olarak gösterme çabasındadır. Zira Batı, varlığını ve hegemonyasını tehdit algısı üzerinden sürdürmektedir.
Batı’nın İslam Medeniyetini tehdit/düşman olarak ilan etmesinin en önemli sebebi, Müslüman toplumların kültürel ve sosyolojik olarak ciddi bir güce sahip olması, devletlerin askeri, ekonomik ve ticari alanlarda stratejik bir rol üstlenmelerinden kaynaklanmaktadır. Aslında düşünüldüğünde ortaya çıkan bir gerçek var ki, Batı çok uzun yıllarca Müslüman toplumu ve devletleri kendi politik, ekonomik ve askeri menfaatlerine göre şekillendirmiş ve bu yönde etkili politikalar yürütmüştür. “Medenileşme” ve “kalkınma” söylemleriyle sömürgeci müdahalelerini sürdürmüştür. Tarihin hiçbir döneminde Batı, Müslüman bir devlet veya toplumun kalkınma süreçlerine olumlu destek vermemiştir. Batının Müslüman devletlerdeki siyasi ve askeri varlığı her ne kadar “iş birliği” olarak sunulsa da gerçekte emperyal veya bölgesel jeopolitik beklentiler daima batın için ön planda olmuştur. Ta sanayileşme döneminde Afrika’nın ve Hindistan’ın kıymetli maden ve tarımsal ürünlerinin sömürülmesi olsun ucuz emek gücü olarak köle ticareti sürecinde olsun Batı emperyal ve kolonyalist politikalarını “kalkınma” ve “modernleşme” iddiasıyla sürdürmüştür.
Batı’da İslam algısı, tarihsel, siyasi, medya etkisi ve kültürel faktörler nedeniyle karmaşık ve çoğu zaman olumsuz önyargılarla şekillenmiştir.
Batı’nın İslam dünyasıyla ilk büyük çatışması, Kudüs’ü ele geçirmek için başlattığı Haçlı Seferleri’ydi. Bu savaşlar, Hristiyan Avrupa’da “İslam = Düşman” algısını yerleştirdi. Haçlı seferleri sırasında güzergahta bulunan Ortodoks Hristiyanların ve diğer bazı yerel inanç müntesiplerinin Haçlılar tarafından katledilmesi Batı’nın Haçlı Seferlerinde ayrıca insani/vicdani anlamda da kaybetmesine sebep olmuştur. Kudüs ve çevre bölgelerde yaşayan Hristiyanlar Haçlılar tarafından acımasızca katledilmişler ancak Müslümanların hakimiyeti dönemlerinde ise kendi dinlerini özgürce yaşamanın yanında diğer dinlere mensup halkla birlikte yaşamın güzel örneklerini tecrübe etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Viyana’ya kadar ilerlemesi, Batı’da “Türk/İslam korkusu” yaratmıştır. Bu dönemde İslam, “barbar ve yayılmacı” bir güç olarak resmedildi. Politik olarak böyle lanse edilse de Balkan coğrafyasında toplumsal huzur, barış ve bölgenin imar ve inşası Avrupalı toplum için örneklik teşkil etmiştir. Birçok yerel beylerin Osmanlıya şehrin anahtarını göndererek Osmanlının hakimiyetine sığınması İslam’ın hoşgörü, barış, huzur ve birlikte yaşamına güveni ifade eder.
Batının İslam’a yönelik olumsuz algı ve korkusunun önemli bir sebebi de Batı dünyasında kilise, felsefe, edebiyat, sanat ve tiyatro gibi toplumun günlük yaşamında etkili olan alanlarda önemli şahsiyetlerin İslam, Peygamber ve Türk konularında oryantalist fikirlerinin ortaya çıkardığı olumsuz düşünce ve fikirlerdir. Rönesansın öncü isimlerinden olan ve tarihte ilk defa siyasi ve teolojik anlamda Avrupa’nın birleşmesini ifade eden ve bu amaçla Latin Hristiyanlık temeli üzerinden konuyu gündemde tutan Desiderius Erasmus’un İslam’a dair görüşleri etkili olmuştur. Haçlı Seferlerinin başarısızlığı, Müslüman dünyanın felsefe, astronomi, matematik, fizik, kimya, tıp, coğrafya vb alanlarda dönemin zirvesinde olması ve bu gelişmişliğin İspanya İslam Devleti aracılığıyla Batı’nın şahit olması Batılı ilim adamları ve yazarlarını Hristiyanlığın diğer dinlere üstünlüğünü ispat etmeye yöneltmiştir. Erasmus, bu çabanın ürünü olan birçok kitap yayınlamıştır. Mesela Barbarlık-Barbarlara Karşı, Türklerle Savaş, Türklere Karşı Savaş hakkında, Hristiyan Şovelye’nin El Kitabı, Bir Hristiyan Prensin Eğitimi ve amentü Açıklaması kitapları bu içerikte kitaplardır. Erasmus, her ne kadar Hümanist düşünceleriyle sunulsa da radikal Hristiyan düşüncesi ve İslam’a, Peygamberimize dair ağır nitelemeleriyle bugüne kadar süregelen olumsuz düşünceleri mevcuttur.
Kilisenin dogmatik düşünce ve pratiğine karşı çıkan, Batı Reformasyon sürecinin öncülerinden Protestanlığın kurucusu Martin Luter, İslam’a ve Peygamberimize karşı tepkisel bir tutum sergilemiştir. Bu tepkisi, Hristiyanlık inancının teolojik farklılığından kaynaklanmamış, doğrudan İslam ve Peygamberi ahır kelimelerle itham ve iftiralarla saldırılarda bulunmuştur. Luther, Riccoldo da Monte Croce’nin Confutatio Alcorani kitabına yazdığı bölümde İslam’dan “şeytan işi” ve Hz. Peygamber’den de “şeytan tarafından yönlendirilen biri (şeytanın elçisi)” olarak söz etmiştir. Ayrıca Theodor Bibliander’in tercüme ettiği Kur’an’a yazdığı önsözde de ağır saldırıda bulunmuştur:
“Kur’anlarının ne kadar Tanrı belası ne kadar bozuk ne kadar umutsuz yalan ve uydurmalarla dolu bir kitap olduğunu Hristiyanlara göstermek sureti ile Muhammed’e ve Türklere bundan dada can sıkıcı ve daha fazla zarar verecek başka bir şey olmaması, beni bu işi yapmaya sevk etti. Muhammed’i rahatsız etmek ve Müslümanlara zarar vermek için Kur’an’ı tercüme etmek ve Hristiyanlara tanıtmak lazım.” 3
O günden bugüne Protestan Hristiyanların “Evanjelik Hristiyanlık” düşüncesinde İslam imajı daha da saldırgan bir hale dönüşmüş, ABD ve Batı’nın İslam coğrafyasını işgal politikalarına ve bugün İsrail’in Gazze/Filistin işgali ve soykırımına karşı tutumları, destekleri sürmektedir.
“Amerikan radikal, Siyonist Evanjelistlerinin öncülerinden Pat Robertson’un Fox News TV Kanalı’ndaki konuşması esnasında Hz. Peygamber hakkındaki şu sözleri özellikle dikkat çekicidir:
“Bu adam tamamıyla gözü dönmüş bir fanatikti. O bir soyguncu ve eşkıyaydı. Demek istediğim, bu adam (Hz. Peygamber) bir caniydi. Bu dinin barışçıl bir din olduğunu düşünmek bir sahtekarlıktır.”4
Rasyonalizm, Materyalizm ve Sekülarizm’in etkisiyle Kutsal/Aşkın olan her şeyi reddeden Batılı yazar, sanatçı ve ilim insanları, “Doğu” olarak nitelendirdikleri İslam Medeniyeti düşüncesini özellikle din ve peygamber üzerinden eleştirmişler, ağır ithamlarda bulunmuşlar ve bu minvalde yazılar ve kitaplar yazmışlardır. Batı, her ne kadar Rönesans’tan Aydınlanma ve Modern döneme kadar düşünce hayatında ve yaşamın her alanında bir değişim-dönüşüm yaşamış olsa da bu değerler üzerinde kollektif bir bilinci “öteki” üzerinden oluşturmuştur. Batı için “öteki” ise daima “İslam Medeniyeti”dir. Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi Batılı birey, kutsal/aşkın olan şey hakkında ilmi, fikri ve vicdani olarak besleneceği kaynaklardan mahrumdur. Kutsal kitap olarak kabul ettikleri İncillerin metin ve içerik güvenirliliği yoktur. Bunun yanında Kilise’nin dogmatizmi Batılı insanı Tanrı, Din, Kutsal/Aşkın değerlere karşı daha da uzaklaştırmış, felsefi düşünce ve akımlar hâkim olmuştur. Bir de buna “Avrupa-Merkezci” anlayış eklenince Batı kendi medeniyet değerlerini ve elde ettiği birikimi bir üstünlük olarak görüp, başka medeniyet ve inanca karşı saldırgan bir tutum sergilemiştir. Kendi toplumunda Kutsal’a karşı akılcılık ve bilimsellik algısıyla hareket eden Batı, sömürgecilik sürecinde diğer toplumlara Din ve Dil asimilasyonuyla müdahale etmiştir. Zira Batı kendi paradigma ve değerlerini hegemonya kurmak için araç olarak kullanmıştır.
Avrupa her ne kadar İslam medeniyetini “öteki” olarak niteleyip İslam’a ve Hz. Peygamber hakkında olumsuz bir algı ve imaj oluştursa da Ortaçağ’da hayatın her alanında karanlık bir dönem yaşarken Endülüs’te İslam Medeniyetinin değerlerini tanıma imkânı bulmuştur. Endülüs İslam Devleti, tıp, astronomi, felsefe, müzik ve mimari alanda Batı’nın görmediği bir ilerleme ve birikimle Avrupa’nın uyanmasına ve yaşadığı dönüşüme kaynak olmuştur.
Oryantalizm, Tarih ve Siyaset üzerine araştırmaları olan Batılı yazar Zachary Lockman bu dönemi şöyle açıklıyor: “ Tıp, matematik, astronomi ve diğer bilim dallarında Arapça’dan çevrilen yazmalar/belgeler, Ortaçağ Avrupası’nda asırlar boyunca ders kitabı olarak okutulurken, İbn Sina (980-1037), İbn Rüşt (1126-98) gibi Müslüman filozoflar ile İbn Meymun (1135-1204) gibi Arapça yazan Yahudi filozofların eserleri hevesle okunup tartışılarak Ortaçağ’ın Hıristiyan filozofları ile ilahiyatçılarını kuşaklar boyunca etkisi altına almıştır.” 5
Batılı yazar, sanatçı ve hatta siyaset alanından birçok kişinin İslam ve Hz. Peygamber hakkında oluşturdukları imaj ve düşünce, bilinçli bir saldırıdır. Her ne kadar doğru bilgilere sahip olmadıkları ifade edilse de esas gaye, Batı Medeniyetinin değerlerini korumak ve Avrupa- merkezci bir tarih modelini evrensel olarak tanıtmaktır. Batının modern yaşam ilkeleri olarak ilan ettiği özgürlük, hoşgörü, birlikte yaşam, farklılığa saygı, demokrasi vb. söylemler sadece Avrupa’da geçerli, evrensel örnekliği konusunda çok ciddi olumsuzlukların olduğu konular olarak kalmıştır. İslam Dini’ni “terör dini”; Hz. Peygamberi de “terör dininin lideri” ve daha ağır ithamlarla imaj oluşturan Batı, bu tavrını sadece eski tarihte değil bugün de sürdürmektedir.
Danimarka’da uzun bir dönem ısrarla sürdürülen karikatür krizi Müslüman toplumu rencide ve tahrik etmesine rağmen Avrupa’da mahkemelerce “fikir özgürlüğü” olarak kabul edilmiş ve hatta daha sonra Avrupa’nın birçok ülkesinde de sürdürülmüştür. Hz. Peygambere ve İslam Dini’ne yönelik aşağılayıcı imaj ve alçakça saldırılar film, siyaset arenasındaki konuşmalar, gazetelerde yazılar, polis korumasında Kur’an’ın yakılması, incitici pankart ve afişlerin yaygınlaşması, camilerin hedef olarak gösterilmesi vb saldırılar biçiminde halen devam etmektedir.
Batı çok net ve kararlı bir şekilde İslam Dini’ne, Hz. Peygambere ve Müslümanların kutsal değerlerine karşı saldırısını sürdürmektedir. Ancak Yahudiler, Katolikler ve Protestanlar hakkında bırakın saldırı ve olumsuz imajı sürdürmeyi, kanaat belirtmeyi, akademik analiz ve yorumları dahi “ırkçılık” ve “kutsal değerlere saldırı” olarak kabul edip en ağır cezai ve siyasi baskıyı kurmaktadır.
Batı her ne kadar modern dönemin ilkelerini, kurumlarını “Avrupa-merkezci” bir anlayışla “evrensel” olarak sunmaya çalışsa da günümüzde bu ilkelerin, kurumların meşruiyeti, güvenirliği ve itibarı yok olmuştur. Batı paradigması bir iflas sürecindedir. Bundan dolayı Batı farklı kültürleri, değerleri “ilkel” olarak nitelendirme, toplumları “kalkınma” bahanesiyle sömürme ve sonra da “terör ile ilişkilendirme”, Batının kendi toplumunu motive etme ve politikalarını meşrulaştırma için uygun zihinsel ve politik alan oluşturmaktadır. Müslüman toplumlar üzerinde yürütülen sömürgeci/emperyal küresel politikalar, bu toplumların kendi kültür, tecrübe ve iç dinamiklerinin verimli bir şekilde işlev görmesini engellemiştir. Siyasi-toplumsal kaos, darbeler, silahlı terör gruplarının ortaya çıkması, iktidarların Batı yanlısı olup olmadığına göre uluslararası ambargo veya farklı baskıların devreye alınması vb komplikasyonların birçoğu Batılı güçler tarafından yürütülmektedir. Bu gerçeklik ortadayken bir de Müslüman toplumların “demokrasiye tehdit” ve “terör kaynağı” olarak ilan edilmesi Batının büyük bir oyunu ve stratejisidir.
Doğu, sahip olduğu petrol, doğalgaz, değerli madenler, dünya ticaret güzergâhındaki jeo-stratejik konumu ve Batı’nın ürettiği ürünler için Pazar olması nedeniyle daima hedef olmuştur. Bu menfaatlere sahip olmanın politik kurnazlığı ise “demokrasi, insan hakları ve terörle mücadele” gibi yapay suçlamalarla bu bölgeler üzerinde hegemonya kurmaktır. İlerleme, kalkınma ve modernleşme gibi kavramlar Batı’nın küresel beklentilerine uygun zemin hazırladığı ve hegemonyasını sürmesine imkân sunduğu için ön planda tutulmaktadır.
Medeniyetler Çatışması tezi, Batı’ya politik, askeri ve ekonomik müdahale ve yeni bir uluslararası paradigma inşa etmek için bir araç olarak sunulmuştur. Batı’nın paradigma ve kurumlarının güç ve itibar kaybetmesi, buna karşılık Müslüman toplumların müesses küresel nizama karşı özgün imkanlarıyla teknolojik, ekonomik ve askeri alanlarda çok önemli kalkınma sağlamaları, Batı’nın kalkınma ve modernleşme iddia ve söylemlerinde öncü rolünü sona erdirmiş, bunun için “medeniyetler çatışması” manipüle girişimi olarak Batı’nın ahlaki problemini ortaya çıkarmıştır. Medeniyetin/kültürün küresel bir çatışmanın sebebi olarak gösterilmesi dünya barışı ve huzuru açısından büyük bir problemdir. Batı’nın küresel düzenine karşı diğer toplumlarda ortaya çıkan bilinç ve tepki, egemen düzeni sorgulamaya açmıştır. Bu meydan okumaya karşı Batı, Müslüman toplumu “terörle ilişkilendirip” küresel bir algı ortaya atmıştır. Müslüman toplumlarda ortaya çıkan bilinç ve Batı müdahalesine karşı tepki, sadece ekonomik olarak Batının menfaatlerine dokunmamıştır. Bu bilinç ve tepki, birçok ülkede siyasal iktidarların değişmesine etki etmiş ve bu değişim Batı’nın siyasal varlığına karşı sonuç doğurmuştur. Batı için esas önemli olan nokta tam da burasıdır.
Bugüne kadar Batı’nın siyasi ve askeri olarak bulunduğu hiçbir coğrafyada hiçbir toplum huzur ve güvenlik içinde olmamıştır. Ekonomik kalkınma, ilerleme, insan hakları, özgürlük gibi kavramların hiçbir olumlu göstergesi o devletlerde görülmemiştir. Batılı liderler, seçim dönemlerinde İslamofobik söylemlerle oy topluyor. Çin-Rusya-İran-Pakistan-Türkiye ekseni, Batı’nın finansal ve askeri sistemine meydan okuyor. İslam dünyası, bu ittifaklarda kilit bir rol oynuyor.
“Medeniyetler Çatışması” tezi, gerçek bir medeniyetler çatışmasından çok, Batı’nın hegemonik çıkarlarını koruma çabasıdır. İslam dünyası, sömürgeci politikalara direndikçe, Batı’nın “tehdit” paranoyası daha da şiddetlenmektedir. Batı, mevcut dünya düzeninin çöküşünün farkında ve bu çöküşü bölgesel askeri çatışma/savaş, enerji krizleri, insan hakları ihlalleri, işgaller, ambargolar ve küresel tedarik zincirlerinin manipülasyonu ve Müslüman ülkelerin ilerlemesine karşı “siyasal İslam”, “radikal İslam”, “İslami terör” gibi söylemleri yaygınlaştırarak “kontrollü kaos” stratejisiyle alternatif siyasi, askeri ve ekonomik bloklara ve devletleri zayıflatmayı hedefliyor. Jeostratejik ve jeopolitik dengeler köklü bir dönüşüm içindedir. Batı bu dönüşümü kendi lehine yönlendirmeye çalışıyor. Bundan dolayı Batı paranoyak bir bunalım içinde hegemonya/güç algısını yönetme telaşındadır. Bunun için “tehdit” ve “düşman” inşa ederek, yeni güvenlik doktrini çerçevesinde “siyasal psikotik sendrom” içinde hareket ediyor. Siyasal İslam söylemiyle Müslüman toplumları politik ve askeri denetim altında tutma politikaları bu sendromun yönlendirmesidir. Batının bu emperyal politik tavrı, Müslümanlar arasında Batı’ya karşı direnci artırıyor, yeni ittifaklar ve iş birliklerle çok kutuplu bir dünyanın kapılarını aralıyor.
—————————————
Huntıngton, Samuel P., medeniyetler Çatışması Mı?, Medeniyetler Çatışması, Vadi Yay., 1995, s. 21-28
A.g.e., s. 48
Hıdır, Özcan, Batı’da Hz. Muhammed İmajı, İnsan Yay., 2019, s. 206
A.g.e, s. 225
Kumar, Deepa, İslamofobi imparatorluğun siyaseti, Pınar Yay., 2016, s. 26
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)