Bekir Fuat / Yazar
Nasıl yazmalı, nasıl konuşmalı bu insanlık durumunu? Derdimiz, insanlığımız, engelliliğimiz…
xxx
Sözün başında söylemek isterim: Fiziksel bir engeli olmayan insan, çoğu zaman hayata yukarıdan bakıyor. Sanki her şey yolundaymış gibi…
Oysa “engel” dediğimiz şey, yalnızca bedende değil; bakışta, zihniyette ve kalpte de olabilir.
Toplum olarak engelliliği bir kusur, bir eksiklik, bir zayıflık gibi algılama eğilimindeyiz. Engelli bireyi, insanlığından bir parça yitirmiş biri gibi görmeye meyilliyiz. Onunla aynı masaya oturmak yerine, uzaktan “iyi dileklerde” bulunmayı tercih ediyoruz. Bu yaklaşım, aslında kendi kırılganlıklarımızla yüzleşmekten kaçmak için inşa ettiğimiz bir savunma duvarı.
Oysa insan; kadındır, erkektir, çocuktur… Sağırdır, kördür, topaldır… İnsan, her şeyden önce insandır. Cennetten dünyaya sürgün gelen bizler için eşitliğin başladığı yer Adem’dir. Kimimizin gözü görmez, kimimiz duymaz; kimimizin ise kalbi görmez. Asıl mesele, insan olmak ve insan kalabilmektir.
Yeryüzü macerası, insan olmayı öğrenmekle başlar.
Engellilik, bazen başkalarının kolayca yaptığı şeyleri uzun bir süreçte yapabilmektir. Bazen de başkalarının yapabildiklerini hiç yapamamaktır. Ama insan olmak ve insan kalmak için bu “yapabilme” yeteneklerinin hiçbirine ihtiyaç yok.
Engelli dediğimiz kişiler, insan. Üstelik her biri, kendi içinde bambaşka bir dünya… Sadece özel ihtiyacı olan insanlar.
Sıklıkla kullandığımız bazı kavramlar var: sağır, topal, kör… Onlar bir engellilik durumunun sıfatlaşmış hali.
Kimileri bu kelimeleri kaba ya da kırıcı bulabilir. Ancak asıl incitici olan bu kelimeler değil; üzerlerine boca edilen sahte acıma duyguları, “zavallı” ya da “yazık” gibi içselleştirilmiş küçümseyici bakışlardır.
Engel, çoğu zaman gözde değil, bakıştadır. Kalpte değilse merhamet; asıl eksiklik oradadır.
xxx
Tekerlekli sandalye kullanan bir arkadaşım anlatmıştı: Bir kadın, sürekli annesinin yanında ona “yazığ, yazığ” diyormuş. Sürekli yazığ, yazığ diye seslenilen bir engellinin kendisine nasıl hitap edildiği pek de umurunda değildir artık. Zavallılık bütün sıfatların üzerine karabasan gibi çöken bir tanımlamadır çünkü.
Bir dostum anlattı: “Çocuktum, annemle bir misafirliğe gittik. Ev sahibi kadın bize çay getirdi. Sonra da anneme dedi ki, ‘Kızınız çayı kaç şekerli içiyor?’ Çok zoruma gitti biliyor musun? Gözlerim görmüyor olabilir ama kulaklarım işitiyor. Niye bana sormuyorsunuz, diyecektim… Diyemedim!”
Uzun ve tatlı muhabbetimizin bir yerinde, on dört yaşındaki gözleri görmeyen dostum, “Hüzünlüysek komik şeyler yapmak lazım…” demişti.
Üniversite yılları… Kör bir arkadaşımla aynı evde kalıyorum. Gecenin bir vakti eve geldim. Önce antreye, sonra salona geçip ışığı açtım. Gözüme görünüyorlar sandım önce; bizim eleman bir köşeye sinmiş, öylece oturuyor. “Ne yapıyon oluum orada öyle!” dedim önce. “Hiç oturuyorum öyle…” dedi. “Işığı niye yakmadın?” demişim, iyi mi? “Abicim sen de bi tuhafsın, ne işim olur benim ışıkla?” cevabını aldığım o geceden bu yana başka bir insanım.
Yorumlar (0)