BENDE SIĞAR İKİ CİHÂN BEN BU CİHÂNA SIĞMAZAM…

A+
A-

Seyyîd Nesîmî’nin, “Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam / Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam.” diye başlayan nutku, cem makamından söylenmiştir. Gönülde bir olan kalınca beliren sözler, kulun dilinden Hakkın konuşması şeklinde nitelenebilir. Mutlak bir(liğ)e ulaşan kişinin dilinden söyleyen Haktır. Yunus Emre’nin, Niyazî Mısrî’nin ve onların izine basarak yürüyen ârif şairlerin böylesi vahdet nefesleri çoktur. İki cihânın Kendine sığdığı ama Kendisinin iki cihâna sığmadığı varlık, Haktır. O, mekansız zamansız varoluşun cevheridir, özüdür. Yaratılmış olanlar, O’nun âyetleridir, başlangıcı Zâtî varoluş hakikatidir. Hakkın nişanı, hiçbir nişana, tanıma, ünvana, isme, resme ve sırra sığmamasıdır. O, gizlendikçe görünür, göründükçe gizlenir. Bilindikçe meçhulleşir, meçhulleştikçe bilinir. Ulaşıldıkça uzaklaşır, uzaklaştıkça ulaşılabilir hale gelir. O, her an yeni bir şe’ndedir, işte, işleyişte, yaratışta ve oluştadır. O’nun bir emr (oluş, işleyiş, yaratış) sürecinde kavranıldığının sanılması da hatadır. Çünkü O’nu bir emr’iyle tanıdığını, tanımladığını sanan yanılır; tanındığı, bilindiği anda oluş zaten değişmiştir, O, başka bir şe’ndedir. O’nun kâmilen tecelli ettiği derviş de böyledir. O’nun da nişanı, nişansızlıktır : “İzi yoktur ki izinden biline, Dahi tozmaz ki tozundan biline, Sen anı sanma sözünden biline, Hakikât ehlinin olmaz nişânı” der Niyâzî-i Mısrî. O, hiçbir nisâna sığmaz. Bu, bir anlamda Allah’ın “Zât”ının mahiyeti itibariyle mutlak belirlenimsizliğini imâ eder. Dilimizde, “hîç” kelimesi bu sırra işaret eder. Hattatlar bu sâikle “hiç” yazarlar. Hiç, Hakkın zatının mutlak anlamda belirlenimsiz olduğunu ifade eder. Şey ise, Allah’ın duyular âlemindeki birliğini anlatır. Nesîmi, şiirin devamında şöyle der :

“Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş 

Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam”

Güman, yanlışlanabilir, kesinliği olmayan, içi kuşku dolu kişisel yorum, bilgi veya düşüncedir. Farsça’da eş anlamlısı olarak, “endîşe” anılabilir. Endîşe, gümana göre daha nesnel bir anlam dünyasına sahiptir, düşünce mânâsındadır. Fakat gümân, doğrudan “şüphe”li olanın ifadesidir. Zann ise, indî olan demektir. Türkçede “sanı” kelimesi de (sanmak fiilinden türetilmiş bir isim) kullanılır. Sanılan, zannedilen anlamındadır. Kimse, zannî, indî, kuşkuyla dolu düşüncelerle Hakkı bilemez, bulamaz, tanıyamaz. Hakkı tanımak insanı mutlak olanın eşiğine taşır. Hakkı bilen, tanıyan kişi ise, kesin olarak bilir ki, Hak zanna, gümana sığmaz, hiçbir kişisel algı, O’nu Kendi zâtî hakikati bağlamında asla kavrayamaz, bilemez. İtikad ve akıl da böyledir. İtikad’ın kök türevlerinden ukde, düğüm demektir, bağlamaktır. Yani sınırlayarak algılamak. Kişinin itikadı demek, kendi şahsî idrakinin sınırları içinde bir “şey”i kavramak demektir. İtikad, sınırlayarak anlamak, tanımlamaktır. Bu anlamda Hak, zâtıyle, hiçbir idrake ve itikada sığmaz. Kişinin itikadına sığana ise, Muhyiddîn Arabî hz.lerinin ifadesiyle, “ilâh-ı mûtekâd” denir. Nesîmî, cem makamından konuştuğu için, Hakkın diliyle, Kendisinin hiçbir şahsî algıya sığmayacağını söylüyor.

“Sûrete bak ve mânâyı sûret içinde tanı kim 

Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam”

Sûretler, Hakkın sıfatlarıdır. Yaratılış âleminde görünen her varlık, her şekil, her sûret, her form, Hakkın bir isminin, bir sıfatının açılmasından, görünmesinden ibarettir. O halde varolana (surete) baktığında kişinin o şeklin içindeki mânâyı görmesi, bilmesi, tanıması icab eder. Aslında görünen de O’dur, görünenin (cism) içindeki cân da O’dur. Ama, O, Zâtıyle hiçbir şekle, cisme, forma, varolana ve içindeki câna sığmaz.

“Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât

Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükkâna sığmazam”

Yüce Yaratıcı, hem incidir hem de onu çevreleyen kabuktur. Varlığın içine Hak, dışına halk denir. Gerçekte, “varlık (vücûd)” kavramı Hak için kullanılır. Vücûd (varlık) ünvanına layık, tek varlık O’dur. Ölümden sonraki hayatın ve geçidin ardındaki de Haktır. Bunca kumaşla, koşum takımlarıyla, malzemeyle dolu olan dükkâna asla sığmaz.

“Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş 

Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam”

Nesîmî, “gizli hazine”den söz ediyor. Saklı defîne Hakkın sırrıdır. Apaçık olan göz, göze, kaynak da Haktır. Değerli olanın kaynağı O’dur. Bütün bu hazineleriyle, sırlarıyla, bütün gizlerin kaynağı olan Sonsuz ve Mutlak Varlık, elbette hiçbir kaynağa, yere, mekâna ve zamana sığmayacaktır.

“Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün 

Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam”

Varlığın tümü ve onu kuşatan hâle, Hak’tandır, Hak’tır. Gökler ve yer ile arasındakiler O’nundur, O’ndandır. O, varlığa “ol” der ve olur. Bu güç de O’na aittir. Herşey ve herkes, O’nunla varolur, O’nunla sürer ve O’ndan gelir, O’na döner. Sözü uzatmağa gerek yoktur, O, hiçbir yoruma, söze, dile ve açıklamaya sığmaz.

“Gerçi muhît-i a’zâmım adım âdem durur âdemim 

Dâr ile kün fekân benim ben bu mekâna sığmazam”

O, her şeyi kuşatmıştır. Kuran’da, “Allah, göklerin ve yerin nurudur” buyurulur. Bütün varlık ve oluş, O’nun nuruyla dopdoludur. Eşrefoğlu Rûmî’nin söylediği gibi, “Eşrefoğlu Rûmi’ye sorar isen Dost kandedir / Diye yer gök Arş u Kürs dopdoludur hep âreler.” Yer de O’nunla kâimdir, gökler de O’ndandır, zaman ve mekâna sığmaz ama bütün zamanlar ve mekânlar O’ndadır.

Şiirinde devamında Seyyîd Nesimî, canın da cihanın da evrenin de zamanın da Hakka ait olduğunu söyler. Hak, ne zamana sığar ne de mekâna. Yıldızlar, gökler, vahiyler, melekler O’ndandır. Bu yüzden O’na ulaşanın dili lâl olur, O, hiçbir anlatıya sığmaz, imlâya gelmez, hiçbir dil O’nun hakikatini layıkıyla anlatamaz. O, hem zerrededir hem güneşte. Bütün boyutlar ve yönler, O’nunla mümkündür. Görünenler, O’nun sıfatlarıdır, hiçbir açıklama, O’nu hakkıyle anlatamaz. O, isim, sıfat, fiil ve Zât düzeyinde âlemde, varolanlarda sürekli belirmekte, görünmekte, açığa çıkmaktadır. Kadir de O’nundur Berat da… Gülün kokusu ve tadı, O’ndan gelir, hiçbir ağız ve dudak O’nu hakkıyle ifade edemez. Bal da O’dur şeker de. Acı da O’nun bir sıfatıdır tatlı da. Celâl ve cemâlden görünen O’dur. Zıtlar dünyasında çoğalır O’nun tecellileri… Ama daima birdir. Güneş de O’dur, ışığını ondan alan ay da. Yürüyen can bağışlar her şeye ama, hiçbir ruha sığmaz. Ok da o’dur yay da. Kirpik de O’dur kaş da. Sonsuz bir mutluluk, güç ve güvenlik kaynağıdır O, ne ine ne de âna sığar. Yeri ve gökleri yaratan ve düzenini kuran O’dur. Yapan da O’dur yıkan da. Düzeni kuran da Kendisidir bozan da. Bütün harfler, sesler, kelimeler, yazılar ve sözler O’nundur, O’ndandır hiçbir kağıda kitaba sığmaz. Ateşte yanan ağaç da odur göğe çıkan taş da… Odunları yakan ateşçi de O’dur ateş de, onu söndüren su da… Nesîmî, mahlas beytinde şöyle seslenir :

“Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim 

Bundan uludur âyetim âd ü şâna sığmazam.”

Bir başka şiirinde Seyyîd Nesîmî, yetkin insanın sırrından söz eder; bunu peygamberimizin kutlu soyu üzerinden yapar. Şiirin açılış beyti şöyledir :

“Vücûdum şehrine girdim dolu nûr-ı Hudâ gördüm 

Ben ol nûrun tecellîsin Muhammed Mustafâ gördüm.”

Burada, “nuru evvel, ba’sı sonra” diye nitelenen “ilk nur” nazariyesine atıfta bulunmaktadır. Rivayete göre, ilk yaratılan, Peygamberimizin ruhudur. Onu Hak, kendi nurundan yaratmıştır. Yunus Emre, bu sırrı şöyle ifade etmektedir : “Çalap nurdan yaratmış cânını Muhmmed’in, Âleme rahmet saçmış adını Muhammed’in.” Ayrıca, bütün varolanların da, deyim yerindeyse ana maddesi, ilahî nurdur. Hak, bütün varlığı, Kendi nurundan yaratmıştır. Bu girişten sonra, Nesîmi, hakikat denizine daldığından, tarikat gemisini sorduğundan söz ederek şöyle der :

“Ben ol keştîye mellâh Aliyyü’l-Mürtazâ gördüm…”

Tarikat gemisinin kaptanı, Hz. Âli’dir.

Bir tür yol şiiri de olan bu manzumesinde, ardından gönlün, kırk sene Firavun ile karşı karşıya gelmiş olduğunu, savaştığını söyler. Firavun, nefs-i emmâredir, alt benliktir, emreden nefistir. Sonunda “Şâh”ın birlik feyzine” ulaştığından bahisle, artık Firavun olan emmâre nefsi, ayağının altına aldığından söz eder.

“Egerçi âl-i İmrâna tecellîde visâl irdi

Vücûdum Tûruna çıktım tecellîden Mûsâ gördüm.”

Peygamberimizden önceki nebi ve resuller, irfan ehline göre, bir cânın, Muhammedî olana değin yaşadığı manevî/ruhanî değişimin duraklarının sembolüdür. Kişi, seyr ü sülûkunda, manevî yolculuğunda bir gün mutlaka varlık dağına (Tur) yani gönlüne, gönlündeki sırra ulaşır ve orada Hz. Musa’nın temsil ettiği hakikat gerçekleşir. Zaten sonraki bentte, gönlün Hz. Musa’nın Tur’da yaşadığı tecrübeyle birlikte açılacağından, bu sırrın gerçekleşmesinin ardından da Hz. İsa’nın nefes menziline ulaşılaşacağından söz etmektedir. Bir sonraki beyitte ise, Peygamberimizden ve miraçtan söz eder Nesîmî :

“Muhammed nutk ile der ben ki mi’râca urûc ettim 

Ben ol hazret kapısında Alî şîr-i Hudâ gördüm.”

Manevî yolculuğun bu aşamasında Allah’ın Arslanı olarak nitelenen İmam Âli’nin sırrı gerçekleşir. O’nun hakikati, canda tecelli eder. Peygamberimzin irşadıyla velâyete gelmiş olan Hz. Âli’den itibaren ise O’nun kutlu soyu başta olmak üzere bütün irfan yollarının izleyicileri belirir. Sonra O, celayet Şah’ından iki nur peydâ olur : İmam Hasan ve İmam Hüseyin. Bir düvazimam olarak da okunabilen bu şiirinde artık oniki imamın kalan üyeleri sıralanır. Onların hakikat yolunda “Mervan”ların eliyle gördükleri zulümler anlatılır. Son bentte ise, bu çileli yolun asıl sultanlarının, hakikat gedâları olduğu ima edilir :

“Nesîmî bahşiş-i Haktan inâyet iltimâs eyler

Hezârân bende tek ben de bu hazrette gedâ gördüm.”

Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın en büyük âşıklarından Seyyîd Nesîmî’nin bu muhabbetle imla ettiği pek çok nefesi, nutku vardır.

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın