Yar Yüreğim Yar
Dilaver Cebeci Ağabey “Saz” için şöyle demiş; “Bir sazım olsa, kolunun tam ucuna beş renkli bir püskül asardım: Mavi, yeşil, kırmızı, siyah ve sarı… Niye bu renkleri seçtiğimi, püskülünün neden...
Zübeyde Abla Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde doğmuş, evleninceye kadar da orada yaşamış.
Hani Şair Eşref tayininin Sivrihisar’a çıkacağını duyunca İzmir Valiliği’ne bir dilekçe vermiş, şöyle yazmış;
“Beni Sivrihisar’a merhamet eyle oturtma,
Kerem kıl Akhisar’ı dersen İzmir’den uzak olsun.
Mücerret bir hisara gönderilmekse maksat,
Efendim başı sivri olmasın da ak olsun.”
Sivrihisar tarihte önemli bir yerleşim yeri. Yunus Emre’yi, Nasrettin Hoca’yı, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Paşa’yı, Aziz Mahmut Hüdai’yi, Çandalı Ailesini ve daha nicelerini bağrından çıkarmış bir yer.
Zübeyde Abla’da o topraklardan mayalanmış bir güzel insan. İlk okulu bitirmiş, yaşı seksen yedi, hafızası ve sohbeti mükemmel.
Zübeyde Abla’nın hayatında dedesi ve ninesinin rolü çok büyük. Dedesi Sivrihisar’ın ilk belediye başkanı. Zübeyde Abla ilk okula başlayacağı sene bir paso almışlar ve vatan ziyaretine çıkmışlar. Gittikleri yerler Konya, Adana, Mersin, Kayseri, Ankara, Bursa, İstanbul… Edirne’ye de gideceklermiş ama tam o sırada “Büyük Harp” başlamış, trenler asker sevkiyatı yaptığından Sivrihisar’a dönmek zorunda kalmışlar. Bu seyahatleri yirmi gün sürmüş.
Dedesi şöyle dermiş meselâ;
“Gel denilen yere git, ar eyleme,
Geme denilen yere gidip dar eyleme.”
“Yiğidim diyeni candan ederler,
Koçağım diyeni maldan ederler. Kızım ne yiğit ol ne koçak, ortada bulun.”
“Bir kere arifler meclisinde bulunmak bin rekat nafile namazdan daha iyidir.”
Deterjanların, sabunların olmadığı zamanlarda temizlik için kullanılan kil vardı. Sivrihisar yakınlarında da kil ocağı varmış.
“El kile gidiyor, ben de gideyim deme, lâzımsa git. Gitmiş olmak için tingir tingir gitme.”
Yine dedesi şöyle der miş;
“Ellerin allı sarayından
Benim kör hanem iyidir.
Ellerin ballı böreğinden
Benim tarhanem iyidir.”Sivrihisar’da şimdi ballı gözleme var hala, belki de bu gelenek devam ediyordur.
Tarhane de tarhana çorbası. Dar hanelerin çorbası.
“Gençlikte yapılan ibadet gece ışığı,
İhtiyarlıkta yapılan ibadet gündüz ışığı.”Benim ebem de biz çocukken “hinci sizin gıldığınız namazla çıra gibi yana” der di. Arabamda ara sıra baktığım, kokladığım bir çıra kıymığı bulunur, belki de bundandır.
“Beni dedem ve ninem de öyle yetiştirdiler. Bana devamlı insanları, ağacı, hayvanları, eşyayı incitmemeyi tembih ederlerdi” dedi ve devam etti;
“Dedem zor yürürdü. Benim elimden tutar geçenleri rahatsız etmesin diye yoldaki taşları temizleye temizleye gelirdik. Bazılarını bastonunun ucuyla kenarıya getirir, uzaktakileri de benim kenara koymamı isterdi.”
“Ulu Cami’ye namaza giderdi. Kış geldiği zaman çok kar yağardı. Ninem camiye kadar yolları aça aça dedemi camiye yolculardı. Müezzin ya gelmiş olurdu ya da bizim ardımızdan hemencecik gelirdi.”
Yolu dedeniz niye açmıyordu? diye sordum “O çok yaşlıydı, ancak camiye gidebilecek kadar gücü vardı” dedi.Eskiden çok kar olurmuş, evlerinin bahçesindeki karları temizlemek için adam tutarlarmış.Namazdan sonra adamlar erkekler dükkanlarına giderlermiş. Zübeyde Abla daha çocuk o sıralarda, o da sokağı süpürürmüş. Ninesi “sakın karşıdan amcalar gelirse yolu süpürme, onların üzerine toz gelir, üstleri kirlenir, hemen içeri gir” dermiş. Büyüklerin önlerinden hiç geçmezler, onların yollarını bölmezler, onlara yol verirlermiş.İyiden, kötüden, sıkıntılardan falan bahsedince şöyle dedi Zübeyde Abla “Ninem der di ki ‘dertler basma çiçeği gibi olur, yone yone.”
Hep dedesinin, ninesinin sözleri kalmış Zübeyde Abla’nın hafızasında.
Yunus Emre’nin kabri Sivrihisar Sarıköy’de, şimdiki adı Yunus Emre. Biz Yunus Emre’yi Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar kitabından sonra öğrendik. Acaba Zübeyde Abla çocukluğunda Yunus Emre’yi biliyor muydu, oralarda adı geçiyor muydu, anlatılıyor muydu, merak edip sordum.
“Elbette bilirdik, ebem Yunus Emre’yi çok severdi, şöyle öğretmişti;
“Ciğer ki odlara yandı, hesabı kitabı neyleyim. İlâhi bir avuç turabı neyleyim.”
Her sene Yunus Emre köyünde törenler olur, hemen hemen hiç birini kaçırmamış Zübeyde Abla. “Daha tören biter bitmez gelecek senenin heyacanı sarardı beni” diyor.
Sonra çocukluğunun hatıralarını anlatıyor;
“Kitapevi diye bir odamız vardı, dedelerimizden kalmaydı, çok kitabımız vardı, onları okurdum. Hepsi yeşil kaplıydı. Daha sonra o kitapları Sivrihisar Müftülüğü’ne verdik.”
“Sivrihisar’da küllüye vardı, onların yemek kapları bizim bahçemizde dururdu.”
Sivrihisar’da billur gibi akan çeşmelerimiz vardı, hepsi kurudu. Tabakhane Çeşmemiz vardı. Bir çeşmemiz Ulu Camii’nin alt tarafındaydı. (Sivrihisar’da Selçuklulardan kalma onlarca eser var, Ulu Camii de bunlardan ve Anadolu’daki üç ahşap camiden birisi.) Mavi Kadın çeşmesi vardı. En güzel su, suyu suyla yıkadığım Baba Çeşmesi vardı.”Su dedikleri benim” diyordu adeta.
Çok güzel üzümlerimiz olurdu. Arap Parmağı siyah kütür kütür olurdu. Kere, Analı-kızlı dediklerimiz vardı. Analı-kızlı bir başkaydı, rengi açık bordo idi. Işığa tutsan çok ince damarlarını görürdün. Yanında küçücük küçücük yavruları olurdu. Hiçbir üzüm onun yerini tutmaz. Analı- kızlı bir efsaneydi. Onun tadı, rengi hiçbir yerde bulunmaz.
Bağ bekçisine bağbant denirdi.
Tarlamızda bir kayısı ağacımız vardı, öyle seyreder hayallere dalardım. Sanki rüzgar kayısı ağacını kımıldatmak için eserdi. Küçücük kuşlar konardı. O kadar güzel salınırdı ki tarif edilmez, yaşanır. Ben ud, kanun, keman sesini çok severim ama o yaprakların çıkardığı musikiyi hiçbir şey yapamaz.
O gökyüzünü başka yerde bulamazdım.
Evimizde ne güzel sohbetler olurdu, hiç birini kaçırmazdım, çünkü kaşıktakiler, taamlar içimize, midemize giderdi ama konuşmalar gönlümüze girerdi.
İbriklerimiz, çinko taslarımız vardı. Camlarla rafları süslerdik, antika eşyalarımız çoktu. Yemek yerken ortaya sini koyardık. Tahta kaşığımız, yufka ekmeğimiz olurdu. Yemek yerken bol bol su içerdik.
Ebem Kemalettin Kamu’nun İzmir Şiiri’ni çok severdi ve her gece bana okuturdu, dinlerken de ağlardı.
İlk okul öğretmenimiz her fırsatta bize fabrikaların, şekerin önemini anlatırdı. Tarlalarımızda yetişen pancarı anlatırdı. “Bizim Eskişehir Şeker Fabrikamız var” diye hemen her gün bizim duyacağımız şekilde söylerdi. Tarlamızda yetişen pancardan şekerimiz gelirdi her sene. Ben şimdi kendi şekerimizi tanırım. Şimdikiler ithal, eninden boyundan bile fark edilir. Bizim şekerimiz çok güzel, onların ki griye bakar.”
Zübeyde Abla o günkü şartlarda okuyamamış ama okumaktan hiç geri kalmamış. Evlerine her akşam Cumhuriyet Gazetesi gelirmiş. Önce Burhan Felek’i, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nu, Yavuz Sultan Selim Ağlıyor’u okurmuş. “Burhan Felek dedem gibi konuşurdu” diyor.
Okumayı çok severmiş Zübeyde Abla. Bulduğu gazete parçalarını, kese kağıtlarını, takvim yapraklarını okurmuş. Onlardan çok şey öğrenmiş.
Zübeyde Abla’nın okuduğu kitaplar çoğumuzdan fazladır. Hangi kitapları okuduğunu sorunca aklına ilk gelenleri sıraladı.
Esat Mahmut Karakurt’un bütün kitaplarını, Reşat Nuri, Faruk Nafiz, Kemalettin Kamu… İşin ilginç tarafı okuduklarını da unutmamış, hemen hepsi hafızasında duruyor desem yeridir. “Falan yazar bir geceyi anlatmış, tam kırk iki sayda” diyor. Bir okuduğu kitaptan bahsedince “şuraya geldin mi? “ diye soruyor. Peyami Safa’nın bazı kitaplarını Server Bedii adıyla yazdığını biliyor. Okuduğu kitaplardan anekdotlar anlatıyor konusu Geçince. Halide Edip Adıvar Polatlı’da, o sıkışık zamanda Mustafa Kemal’e “Üzülme Paşam, gecenin en koyu zamanındayız, ışığa az kaldı.” demiş mesela.
Rahmetli eşi öğretmen Zübeyde Abla’nın. O’nun talebelerinden birisi okulu bırakmak istemiş. Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa kitabında o çocuğun durumuna uygun bir hikaye varmış, çocuğu çağırıp onu anlatmış, okulu bırakmamasını söylemiş ve kitabı hediye etmiş.
Zübeyde Abla’nın evi benim çat kapı gidebileceğim, karnımı doyurabileceğim, sohbet edeceğim evlerden biri.
Bir sohbetimizde eskiden radyoda “Arkası Yarınlar olurdu, Halide Nusret Zorlutuna’nın eserlerini heyecanla takip ettiğini, ev işlerini ona göre tanzim ettiğini” söyledi. Emine Işınsu Abla, Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı, telefonla Emine Abla’yı aradım. Uzun uzun, heyecanla ne kadar mutlu konuşmuşlardı. Sonra Ankara’ya gidişlerinden birinde Emine Abla’yı ziyaret etmek istemiş, rahatsız olduğundan görüşememişler.
Bir gün telefon etti Zübeyde Abla, İzmir’den bir arkadaşı gelmiş, benimle tanıştırmak istiyormuş. İki güzel hanıma birer buket çiçek alıp gittim.
Sevim Abla’ya “hoş geldiniz” dedim elini öptüm, gözlerime bakarak “sizin gözleriniz yeşil” dedi ve gözlerle ilgili şarkı isimlerini söylemeye başladı.
-Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım.
-Gözlerinin içine başka hayal girmesin.
Sonra Şerif İçli’nin o muhteşem eseri “Gözlerin hayran bakarmış, görmeyip ısrarımı”
Meğer Sevim Abla uzun yıllar Türk Sanat Müziği korolarına katılmış. Türk Müziğini de çok seviyor.
Sohbete gözlerle devam edelim istedik, Hüseyin Nihal Atsız’ın “Geri Gelen Mektup” unu okuduk; ”Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…”
Konu gözlerden açılmışken ben de yazmaya çalıştığım bir şiiri okudum.
Sevdayı zamana sunar gözlerin.
Ah’lı gecelerde bölüp uykuyu,
Gahi aşık eder kuzuyu kurda,
Dağlarda göklere komşu olurda,
Yıllara vedanın efkarı yaman,
Yıldızlara çoban durduğum zaman,
Yerden sonsuzluğa bakar da gider,
Ummanı peşine takar da gider,
Her damlası sevda pınar gözlerin…
Zübeyde Abla büfesinin üzerine çerçeveletip bir fotoğraf koymuş. Fotoğrafta Mehmet Akif ve arkadaşları var. İsimlerini söyledi, emin olmak için bunu bilse bilse Prof.Dr. Muharrem Dayanç Hocam bilir dedik, aradık. O da Yahya Kemal, Abdülhak Hamit, Abdülhak Şinasi diye teyit etti.
Muharrem Hoca’ya “iki ablam ile edebiyat ve müzik sohbeti yapıyoruz” dedim, Sevim Abla’da bir şarkıya başladı;”Ömrümüzün son demi son baharıdır artık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık..”Zübeyde Abla’da eşlik etti tabi.Sevim Abla İzmir’li ya Avni Anıl’dan bahsettik. Bestelerini saymaya başladılar.
– Aşk bu değil yapma güzel.
-Bir ateşim yanarım külüm yok dumanım yok.
-Dilşad olacak diye kaç yıl avuttu felek.
Yeller sana ne söyledi bilemem
Seni hatırlarım günde yüz kere
Muhannet dikene gül dolaştı mı
Bülbül menekşeye fısıldaştı mı
Gönül pınarına yaşlar dökülmüş
Ah çeke ah çeke saçlar dökülmüş
Ne yapsa insana masiva yapmış
İnsanlar ne saray kuş yuva yapmış
Hayatından bıktı candan usandı
Gönül yaylasını gezdi dolandı
Çöller sana ne söyledi bilemem.
Çocuğu aradı telefonla Zübeyde Abla’yı, tatile gidiyorlarmış, Afyon yakınındalarmış. Hemen talimat verdi. “Sakın Kocatepe’ye uğramadan yolunuza devam etmeyin.” Devamı da banaydı. “Kocatepe’ler olmasaydı şimdi tatile gidemezdiler.”
Hikaye yazarı Şerif Aydemir Ağabey diyor ki; “Edebi zevki olanlarla muhabbet etmek güzeldir.”
Zübeyde Kıyık Abla tam da böyle biri.
Eskişehir Türk Ocağı otuz seneyi aşkın Perşembe Sohbetleri yapar. Bir Perşembe Sohbeti’nde de Zübeyde Abla vardı, Sivrihisar’n Hafızasından Sesler’i anlatmıştı. Mükemmel bir sohbet olmuştu.
Allan Zübeyde Abla’ya sağlıklı uzun ömürler versin, onun tecrübelerinden, bilgilerinden istifade edelim inşallah.
Yazımızı Zübeyde Abla’ya yazmaya çalıştığım bir şiirle bitirelim.
Yanında duranlar düşmesin gama,
Dertlere dermandır Zübeyde Hanım.
Dereler, ırmaklar olacak amma,
Hatıralar saklar her bir yaşında,
Türe Sokağı’nda, Akarbaşı’nda
Nicesi yetişir gönül bağında,
Hüsamettin Bey’in can konağında,
İyinin, güzelin varır tadına,
Gönlünü verdiği dört evladına
Türkiye ufkunda aydınlık fikir,
Lekesiz, tertemiz yüreği şiir,
Gönlünün sarayı bin bir odalı,
Adına sevdalı, ağzı dualı,
Bir güzel insandır Zübeyde Hanım.