Gördüm Nûh’un gemisin girdim anın içine
Buldum anda necâtı korkmadım tûfâneden
“Nûh’un gemisini gördüm, onun içine girdim. Onda Tûfândan korkmadım ve kurtuluşa erdim.”
Evvela şunu bilmek icap eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen her nebî, turuk-ı aliyye bünyesinde bir kâmil mürşidin murakabesinde manâ yolculuğu yapan bir sâlikin hikâyesidir.
Siz buna birer mirâç tecrübesi de diyebilirsiniz.
Tarihte yaşamış olan bu kişi hadiseleri bir daha aynen yaşanmasa da onlar üzerinden anlatılan misâlî hakikatler zaman ve zemine göre elbise değiştirip güncellenir ve benzerleri yaşanır durur.
Şu halde Nûh’ta seyreden bir kişinin tevhide yönelip kavmini hakikat yoluna davet etmesi, nefs-i emmaresiyle ve özellikle “benliğinin kendisine bir ahtapot gibi saran kollarıyla başının belâya girmesi demek olacaktır.
Nûh’un gemi yapması, tevhide bir vasıta bulması, kavmini tûfândan haber vermesi, nefs-i emmâreden sakınmaları gerektiği, gemiye binmeleri, insan-ı kâmile uyup Hakk’a bir kurtuluş vesilesi aramaları anlamına gelecektir.
Yakîn üzere bilindiği gibi her Nûh kavmini batıran tûfân (nefsin celâlî tecellîleri) farklı farklıdır.
Ancak bunun değişmeyen yegâne sebebi benliktir.
Yani tûfânın kökeninde benlik vardır.
Kiminin mal hırsı çoğaldıkça tûfâna dönüşür ve içinden Kârûn çıkar.
Kiminin ilim, kiminin evlâd, kiminin şöhret, kiminin bilmem ne huyu…
Ama hepsini bir kalemde toplasak içinden benlik (ar u namus duygusu) çıkar.
Nûhun gemisine doldurduğu kavim, terbiyeyi kabul eden ve yola çıkıp giderken eğitilmeye razı olan duyular ve huylardır.
Kurtuluş gemisine binemeyen âsiler ise zaten âşıkın yani Nûh’un göz yaşı tufanında boğulmaya mahkumdur.
Nûh’un içinden çıkan cemâl ve kemâl kendi gözyaşında boğduğu celâlî yönlerinden başka bir şey değildir. Tabiatıyla mes’elenin zâhirinde bütün nebîler gibi Nûh’un da hayatı boyunca çektiği sıkıntılar söz konusudur.
Hazret-i Nûh’un karısı ve oğlunun kendisine inanmayıp, gözlerinin önünde helâk olması; Bu benlik sahiplerinin tek kurtuluşunun şeriat gemisinde turuk-ı aliye reisi olan kaptanın dümenine girmekle mümkün olduğunu bildirmektedir.
İmdi, zâhirî ve misâlî hakikatlerin değişip durmasına rağmen özün değişmeyeceği gerçeğini Mısrî Baba bir nutkunda en geniş anlamıyla dile getirmiş ve şöyle demiştir:
Özü evvelkidir sûret durur gayr
Ki yani cân odur terkîb o demem
“Varlığın özü ilk hakikatte neyse her zamanda aynıdır fakat suret değişkendir. Can odur derim fakat terkip olunan suret odur diyemem.”
Sonuçta sebepler, olaylar, suretler, hayaller değişkendir.
Misâl âleminin hakikatleri de böyledir.
Cenâb-ı Hak burada (yani manâda) yaşanan misalî hakikatleri zaman içinde ve sâlike göre değiştirse de özü aynıdır.
Yani bu misâlî hakikatlerin ana remizleri değişmez.
Zira bunlar hakikatin mecâzıdır.
Gerçek şu ki, kişinin meşrebine göre yol ve erkan tâyin edilmiştir.
Bu meyanda Hakk’ın nûru Tur’da nasıl “ateş” şeklinde tecellî ettiyse Nûh’a da meşrebine uygun olarak –gemideyken- sudan tecelli etti.
Yûnus nebî de öyle.
Yûnus Emre’nin bana rahmet yerden yağar ne isterem gökyüzünde” dediğinden, onun da meşrebinin toprak gibi mütevazı olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuçta meşrep saflaşır “O”nda yok olur gider.
Hasılı, Hz. Nûh kendi tûfânı içinde mirâç etti.
Onun kurtuluşuna vesile olan ve adına “Neciyullah” denmesine sebep olan gemi, bir başka tûfâna uğrayan Hak sâlikinde başka bir vasıta olabilir.
Her vesile bir Nûh’a; her Nûh bir başka tûfâna vesiledir bu âlemde.
Hz. Nûh kurtuluşa erebilmek yani neciyyullah olabilmek için az ağlamamıştır.
Ama onun gözlerinden akan yaşlar nefs-i emmâresini boğan yağmurlara (rahmete) ve nihayet sele dönüşmüş (cezbeye) ve kendisine karısı (nefsi) ve çocuğu kadar yakın olan nefs-i emmâre kavmi (nefs-i emmârenin âsî duyguları) vahdet bilincinde yok olup gitmiştir.
Şimdi kavramları biraz daha açarak gitmekte yarar vardır:
“Nûh” Aleyhisselâmın Kur’ânda yirmi sekiz sûrede kırk üç yerde ismi geçer.
Kur’an’a göre 950 sene ömür süren Nûh peygamber umumiyetle Hak dine inanmayan kavminin başına gelen tûfân belâsıyla birlikte anılır.
Nûh ismi Arapça’da nevh (ağlamak, dövünmek) kökünden çok ağlayıp inleyen demektir.
Rivayete göre insanlar Hz. Nûh’a kadar tevhid inancıyla yaşamış, putperestlik ilk defa Nûh’un kavmiyle ortaya çıkmıştır.
Nûh’un İdrîs’ten sonra gelen ilk peygamber olup marangozluk yaptığı da nakledilmektedir.
Sıfatı Allah’ın kurtardığı kişi anlamında “Neciyyullah”tır.
Nitekim beyitte salikin korkusu, ağlayışı ve kurtuluşuyla ilgili bütün imâlar mevcuttur.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ilâhlarınız Ved, Süvâ‘, Yegûs, Yeûk ve Nesr’den vazgeçmeyin” meâlindeki âyette (Nûh/23) Nûh kavminin taptığı putlardan bahsedilmektedir.
Bu isimler başlangıçta iyilikleriyle temayüz etmiş kişilere aitti.
Ölümlerinin ardından tapınmak üzere bunların heykelleri yapmışlardı.
Nûh, kavmini putperestlikten uzaklaştırıp tevhid inancına döndürmek için gönderilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Nûh’un Allah tarafından seçildiği (Âl-i İmrân/33), kendisine vahyedildiği (Nisâ/163), kavmine peygamber olarak gönderildiği (Nûh/1), 950 yıl kavminin arasında kaldığı (Ankebût 29/14) ve kavmini Allah’a kulluğa davet ettiği (Yûnus/71; Hûd/25-26; Şuarâ/106-110) belirtilmektedir.
Nûh, kavmini Allah’tan başkasına ibadet etmemeleri hususunda uyarmış, aksi takdirde başlarına gelecek azabı kendilerine haber vermiştir (Nûh/1-4). Yoldan çıkmış, çok zâlim ve azgın olan kavmi (Zâriyât/46; Necm/52) Nûh’a inanmadığı gibi ona mecnûn demiş, taşlamakla tehdit edip (Şuarâ/116) yalancılıkla ithâm etmiş, ondan kendisine uyan alt tabakadan insanları yanından uzaklaştırmasını (A‘râf/59-63; Hûd/27; Kamer/9) veya başlarına geleceğini bildirdiği azabı bir an önce getirmesini (Hûd/32) istemiştir.
Kendi yaptıkları karşılığında hiçbir talebinin olmadığını söyleyen Nûh, gaybı bilmediğini, melek de olmadığını, sadece Allah’ın emirlerini bildirdiğini ifade edip davetini sürdürmüş (Hûd/28-31; Şuarâ/105-115), uzun mücadeleler sonunda kavminin putperestlikten vazgeçmediğini görünce inanmayanları cezalandırması için Allah’a dua etmiş (Şuarâ/118-119; Nûh/1-28), Allah Nûh’un duasını kabul etmiş ve inkârcı kavminin tûfânla helâk edileceğini, kendisinin ve inananların kurtulacağını bildirerek bir gemi yapmasını istemiştir (Hûd/36-39).
Gemi inşa edilirken Nûh’un kavmi kendisiyle alay etmiştir (Hûd/38).
Geminin inşası bitince her hayvan türünden birer çift, ayrıca boğulmasına hükmedilenler dışındaki aile fertleri ve iman eden diğer kimseler gemiye bindirilir.
Nûh ve ona inananlar kurtulurken eşi ve oğlu inanmayanlarla birlikte boğulur (Hûd/40-47; Mü’minûn 23/26-29; el-Furkān 25/37; el-Kamer 54/10-17). Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca Nûh’un oğlu için dua ettiği, ancak bunun kabul edilmediği belirtilmektedir (Hûd 11/42-43, 45-46; et-Tahrîm 66/10).
Tûfân sona erince, “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte olanlara bizden selâm ve bereketle gemiden in …” denilir (Hûd/48).
Allah’ın adını zikrettiği peygamberler Âdem’in ve Nûh ile beraber gemide taşınanların soyundan, İbrâhim ile İsrâil’in (Yakûb) neslindendir (Meryem /58).
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. Nûh çok şükreden bir kuldu (el-İsrâ 17/3); güçlükler karşısında gösterdiği sabır insanlara örnek olarak gösterilmiştir (Hûd 11/49) (Konuyla ilgili tafsilat ve kaynak için bk. İslam Ansiklopedisi/Nûh Maddesi).
*
Nûh ismi nerede zikredilirse edilsin doğal olarak yaşanan Tûfân ile birlikte anılmaktadır. Tûfân, yeryüzünde meydana gelen afetlerin içinde insanoğlunun zihninde iz bırakan en büyük hadiselerden birisidir.
Bunun dışında insanlık depremlerle, yangınlarla, salgın hastalıklarla hilkatin başından beri imtihan edile gelmiştir.
Bu satırları yazdığımız günde de (4 Nisan 2020) insanlık bütün dünyayı kasıp kavuran Korana virüsüyle uğraşmaya devam ediyordu.
Herkes evine kapanmış araştırmaların olumlu sonuçlanması için dua ediyordu.
Bütün şehirlerden, caddelerden, sokaklardan el ayak çekilmiş, maskeleriyle dolaşıyordu.
El’an bu durum devam etmektedir.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da insanlığın yaşadığı tûfânları emredildiği gibi yaşamayan “yoldan çıkmış, çok zâlim ve azgın olan kavme (Zâriyât/46; Necm/52)” bağlar. Takdir-i ilâhî böyle olunca Nûh’a verilen “ bir gemi yap! (Müminûn/27)” emri Hakk’ın celâlini tanıyan âriflere verilip durmaktadır.
Şu halde her tûfânın bir gemisi ve kaptanı vardır.
İnsanlık adâlete ve tevhide dönmeli ki üstlerindeki ceza kaldırılsın.
Kaptan gemiyi yapsın ve vesile gemisi harekete geçsin.
Şunu unutmamak lazımdır:
Varlık Hak’tan gayrı değildir. Mülk kendinindir.
Vitrine koyan da konulan da kendisine aittir.
Eşya başıboş bırakılmış da değildir.
Onu planlayan, imâl ve inşâ eden, içinde gezen kendidir.
Celâl de ikrâm da kendinden kendinedir.
Bütün hadise Hakk’ı tanımama, adaletini çiğneme cehâletidir.
Sonuçta Nûh’un gemisine binmeden göklerin ve yerin celâl ordularından (Fetih/7) kurtulmak mümkün değildir.
İnsanlık kendi yaşadığı dönemin tûfânından yine kendi döneminin Nûh’una ait gemiyle kurtulabilecektir.
Bu gemi yani vesile ve vasıta ne ise ona tabi olmalıdır ki kurtuluşa erelim.
Azizim Cemâleddin Kunat (ö. 2013) bir araya geldiğimizde muhabbetin verdiği coşku ve hüzünle söylediği ilahilerden birisi de Yakupzâde Mustafa Efendi’den (ö. 1973/Uşak) meşk ettiği “Küsmeyem mi şu feleğe” dizesiyle başlayan ilâhî idi.
Bir seferinde Nûh tûfânından bahsedip sözü bu ilahiye bağlamış, yanık ve tiz bir sesle okumuştu:
Dağları sarmıştır duman
Yalvarıram şeyhim aman
Benim hâlim oldu yaman
Halvetîyem Hû, Şabânîyem Hû
Melâmîyem Hû, Fedâîyem Hû
*
Bindim şeyhin gemisine
Çıktım derya kıyısına
Vardım Ulular ulusuna
Halvetîyem Hû, Şabânîyem Hû
Melâmîyem Hû, Fedâîyem Hû
*
Ne demişti:
“Bindim şeyhin gemisine!”
Bu gemi bizi celal tecellilerinden cemâle yolcu edecek olan vahdet deryasında aşk ve marifet-i nefs ile yol alan adâlet ve tevhid gemisidir ki turuk-ı aliyyeden başkası değildir.
Kaptanı da şeriat ve tarikatle seni vartalardan atlatıp vahdetle tanıştıracak olan Nûh konumundaki insân-ı kâmildir.
Her dönemin Nûh’u, kendi kavminin selameti için Tûfân’ına göre kurtuluşa götürecek bir gemi, bir vasıta yapar ve yaptırır.
Tevbe ve tevhid her celâli cemale döndürür.
Hasılı, bu çokluk pazarında alan satan kendidir.
Tûfân, aslında bir kıyamet tecrübesidir.
Fakat ehlullahın kıyameti perişanlık (dağılma) değil, aslına dönme hadisesidir.
Hz. Mısrî şöyle der:
Sûretde nem var benim sîretdedir ma‘denim
Kopsa kıyâmet bugün gelmez perîşân bana
“Benim görünüşte hiçbir şeyim yok! Sahip olduğum asıl maden, (cevher, öz) içimdedir (Ben özümdeki bu cevheri, aslım olan Hakk’ı anladım, bildim ve onun hakikatine sahip oldum.) Bugün kıyâmet kopsa, bütün varlık alt-üst olsa, bana yine de perîşanlık (dağınıklık) gelmez.
Yani unsurlarımın her biri, toprak, su ateş ve hava geldikleri yere, varlık âlemine dönüp dağılıp gitmezler.
Benim kıyâmetim burada kopmuş olup bütün uzuvlarımla, bütün varlığımla ben Kayyûm olan; kendi kendine yeterli olan varlığa, yani aslım olan Hakk’a döndüm.”
İmdi sadede gelelim:
Gördüm Nûh’un gemisin girdim anın içine
Buldum anda necâtı korkmadım tûfânede
Buyurmuştu Gizli İdrîs.
Belli ki Tûfân’ı yaşamış fakat tıpkı Nûh’a süt getiren ancak telaşla dışarıda unutulan ihtiyar kadın misali korkmadan kurtuluş sahiline ulaşmıştır.
Şöyle rivayet ederler:
Ara sıra Nûh aleyhisselam’a süt getiren ihtiyâr bir kadın varmış.
“Ya Nûh ben sana senin Allah’ına inanıp iman etmişim tûfân olursa beni gemiye almayı unutma!” diye arasıra gelir tenbih ederdi.
Tûfân oldu en yüksek dağlardan kırk arşın su yukarı çıktı.
Gemiye binmeyenlerden hiçbir canlı mahlûk kalmadı helâk oldular.
Bir tek o bîçâre yaşlı kadın helâk olmayıp sâlim kaldı.
Tûfân bitti gemi su çekilip cudi dağına indi.
Birgün o yaşlı kadın yine sağ selim Nûh’a geldi ve dedi:
“Ya Nûh Tûfân olunca beni gemiye almayı unutma!” deyince Nûh aleyhisselam dedi ki:
“Sen nerde idin tûfân oldu bitti karaya çıktık. Sen böyle nerede gizlendin hiç bir şey görmedin mi?” deyince.
“Ben hiçbir şey görmedim kendi evimin içinden dışarı çıkmadım.”
“Hiçbir su mu görmedin mi?” deyince.
“Bir gün ineğimin dışarıdan gelirken ayağı biraz çamurlu geldi, başka bir şey görmedim.” buyurdu.
Bu kıssada görüldüğü gibi Tûfân kopmaya devam ediyor da bizim mi haberimiz yok acaba?
Aynen öyledir.
Ehlullah davası olmadığı ve işi Hak’tan bildiği için, Hak’la alıp Hak’la verdiği için tecellîyi bırak çoğa, ikiye indirip Celâl ve Cemâl diye de ayırmazlar.
Onların indinde “bir” diye bir ağız bile ikiliktedir.
“Gemi”, şeriat-ı garra ve tarîkat-i aliyyeden hakikate giden vasıtadır.
İnsanın kurtuluşu kendisini aslına götürecek olan vasıtayı bulmasındadır.
Bu iki vasıta vahdet denizi üzerinde seyreder.
Kaptanı Nûh mürşid-i hakikat ve onun eliyle bize ikram edilen her türlü vesiledir.
Kaptanı tûfândan kurtaran gemi tabiatıyla mürettebatını da kurtarır.
Tertemiz şerîate ve edep makamı olan tarikatin emirlerine yani kaptana uyan sâlik dışarıdaki celâl tecellîlerinden emin olur.
Bu geminin kaptanı zâhirde mürşid-i kâmil, batında yani enfüste âşıkın “Rabbü’l-hâss”ıdır.
Aslına bakılırsa bu gemi her anı vahdette seyreden insan-ı kâmil gemisinden başka bir şey değildir.
Bilindiği gibi Hz. Nûh’a neciyyullah denmiştir.
Bunun sebebi yaptığı gemiye gemisine binenlerin necata (kurtuluşa) ermesindendir..
Bu gemiden maksat muvahhidler topluluğudur.
Onlar insan-ı kâmil rehberliğinde Hakk’ın celâl dalgaları arasında yitip gitmezler, bilakis onu tanıyarak cemale doğru yürürler.
Tûfân”, Her türlü dalâlet ve celal tecellîleridir.
Şeriat ve tarikat gemisine binip Kur’an emrettiği ve Hz. Peygamber’in yaşadığı gibi yaşayarak yol alanlar, nefislerinin tûfânından emin, geminin kaptanına tam bir teslimiyetle menzile doğru yol alırlar.
Zâhirde geminin kaptanı âlim ve kâmil şeyhlerden biridir.
Batında vücud gemisinin kaptanı kendimizden başkası değildir.
Bu manâda Tûfân, dışarıda da içerde de olup duran celâlî tecellîlerdir.
“Şerîat tarîkat yoldur varana” diyen bir sâlik-i Hak şüphesiz nefsin tûfânından emin olup “marifet, hakikat ondan içeri” sırrını bugün burada yaşayacaktır.
İmdi gemiye binen bu Tûfân’dan niye emindir?
Başına gelmeyeceğinden mi?
-Tabii ki hayır. Fakat gemide olduğu için celâlin sahibini bilir artık o. Yani “İşi Hak’tan bilen davâya kalmaz!” Onun manayâ olan yolculuğu bir şekilde devam eder. Zira Tûfân’ı içerden bakar.
Nitekim Niyâzî hazretleri bu noktada şöyle der:
Dost göründü çün ıyân kalmadı bir şey nihân
Tûfân olursa cihân bir katre tûfân bana
“Hak apaçık tecellî etti, hiçbir şey gizli kalmadı; anlaşıldı. Artık cihân, yani bütün varlık bir Tûfân (her yeri sellerin suların kapladığı o büyük azap gününü bir daha) yaşasa (önemli değil). Zira ben bir su damlası içinde (her ân) meydana gelen değişimden haberliyim artık. Geçmişte ve gelecekte bir Tûfân aramam.”
*
Sonuçta bilmek gerekir ki, hakikat bir deryadır.
Bu deryasının kaptanı mesabesindeki Nûh, insan-ı kâmili, Tûfân, Hakk’ın hakikatinin celâlde ve cemalde zâhir olup onu tanımak veya tanıyamamak konusunda ilâhî imtihanı, Nûh’un davetini Hakk’ın ilmine ve irfanına daveti, kemâle ulaşmak için vesileye yapışılması gerektiğini; her mahlûkattan dişi ve erkek birer numune alınmasını, cemalin celalsiz, celalin cemalsiz tecellî etmeyeceğini, Nûhun oğullarından büyüğünün inanıp da gemiye binmemesi, Nûh’un temsil ettiği insan-ı kâmilin şahsında aklın beden (varlık) dağından geçemediğini, aklına sığınanların görmediği Allah’a inanarak küfre düştüğünü ve Hak’tan uzaklaştığını v.s. anlatır.
Hasılı, Nûh Tûfânı’nın hakikatini anlamak gerekir.
Nûh’un kavminden gemiye binmeyenler hakikatin câhili olduklarından Allah’ın ilmini Nûh’ta görememiş ve iman etmemişlerdir.
Hakikati Nûh (insan-ı kâmil) yüzünde görenler ise bey’at edip (yani gemiye binip) vahdet deryasına açılmışlar ve kesret belâsından kurtulmuşlardır.
Geri kalan da vahdet deryası içinde yaşadıkları hâlde vahdeti anlayamayıp celâl dalgalarına kapılıp tûfânda boğulmuşlardır.
Dolayısıyla bu dünyada hakikati insan-ı kâmil yüzünde görenler varlığın hak ve hakikat olduğunu anlayıp selamete çıkacaklar, diğerleri ise boğulup varlık âlemine gark olacaklardır.
Hazret-i Mısrî “Tûfân olursa cihân bir katre tûfân bana” derken kendi tûfânının çoktan gerçekleştiğini ve bu hadîsenin zerreden küreye bütün varlık âlemini ilgilendirdiğini ve olup durduğunu anlatır.