Zaman denen şey, yalnızca takvim yapraklarının eskimesi değildir. Zaman, insanın içinde biriken duygularla, toplumların vicdanıyla, kültürlerin yıpranışıyla da yaşanır. Bugün yaşadığımız zaman, görünürde modernlik, ilerleme ve teknolojiyle dolu olsa da; özünde büyük bir çöküşün, sessiz bir yıkımın zamanıdır. Her gün elimizden bir şey daha kayıyor: bir değer, bir ahlak kırıntısı, bir vicdan sesi, bir gelenek halkası. Ve biz, elimizden kayan bu kutsal varlıkların ardından yalnızca bakakalıyoruz.
Bir zamanlar Yörük çadırlarında hayat bulan değerler, göç yollarının sessizliğinde yankılanan dualar, dağların koynunda yoğrulan ahlak, şimdi neredeyse hatırlanmaz oldu. Oysa Yörük demek, yalnızca göçmek değil; hayata direnmek, doğayı korumak, insanı yaşatmak ve Türklüğün vakarını taşımak demekti. Bir Yörük obasında hiçbir ağaç boşuna kesilmezdi, hiçbir hayvan boşuna incitilmezdi. Çünkü onların yaşamı, yalnızca hayatta kalmak değil, hakkı ve hakikati ayakta tutmaktı.
Peki, şimdi neredeyiz?
Bugün, elimizi neye atsak elimizde kalıyor. Güvendiğimiz değerler, yaslandığımız duvarlar birer birer yıkılıyor. Artık yalnızca beton binalar yükseliyor ama insanlık alçalıyor. Dillerimizde ilerleme, ama gönüllerimizde tükenmişlik var. Toplumumuzda “ben” büyürken, “biz” küçülüyor. İnsan, insanın kurdu oldu. Toplum, kendi kendine yabancılaştı.
Sahi, ne oldu da bu hale geldik?
Ne oldu da ahlâkı erozyona uğrattık, kültürü reklama dönüştürdük, dini şekle indirdik, vicdanı ise susturduk? Hangi el, hangi düşünce, hangi küresel rüzgar bizi bizden aldı da, bize ait olanı çirkin göstermeye başladı? Dizi filmlerle, reklamlarla, sosyal medyanın zehirli ışıltısıyla, bireyciliğin putlaştırılmasıyla, nesillerimizi kendine hayran ama kendine yabancı bireyler hâline getirdiler. Yörük’ün göğe bakıp dua ettiği, dedesinin sözünü kanun bildiği, anaya saygıyı imanın yarısı bildiği günlerden, bugünkü kaotik boşluğa sürüklendik.
Bugün sokaklarımızda duyarsızlık geziyor. Parklarımızda çocuklar değil, yalnızlık oynuyor. Dağlarımızda keklik değil, aç gözlü madenciler dolaşıyor. Nehirlerimiz artık dua taşımıyor, zehir taşıyor. Hayat, bizden intikam alıyor. Çünkü biz, doğaya ihanet ettik. Çünkü biz, insan olmayı unuttuk.
Ama biz böyle değildik.
Biz, Bilge Kağan’ın milletine “Ey Türk titre ve kendine dön” diye seslendiği bir milletiz. Biz, Dede Korkut’un duasıyla yola çıkan, Hoca Ahmet Yesevî’nin hikmetiyle yoğrulan, Yunus’un aşkıyla insanı seven, Hacı Bektaş’ın eliyle yoksulu doyuran, Yörük Ali’nin mertliğiyle dağa çıkan bir milletiz.
Biz böyle bir mirasın çocuklarıyız.
Ve bugün artık dur demenin zamanı geldi. Sadece şikâyet etmekle değil, köklerimize dönerek, özümüzü hatırlayarak, Yörük olmanın vakarıyla, Türk olmanın bilinciyle başkaldırmanın vaktidir. Bu başkaldırı, öfkeyle değil, ilimle olacak. Silahla değil, kalemle olacak. Nefretle değil, muhabbetle olacak.
Artık bir yerden başlamalıyız.
Her çocuğumuza atasını öğretmeliyiz.
Her evde bir dua, bir kitap, bir sohbet olmalı.
Her okula erdem dersi, ahlak eğitimi, kültür bilinci konmalı.
Herkese yeniden doğayla barış, insanla empati, toplumla aidiyet hatırlatılmalı.
Yörük olmak, toprağa iz bırakmak değil, toprağa can vermektir. Türk olmak, yalnızca bir soydan gelmek değil; o soyun şanını yaşatacak bir hayat biçimiyle yürümektir.
Bugün yeniden çadırlar kurmalıyız gönüllerimize. Yeniden dağlara, ovalara, nehirlere bakmalı ve “Biz buraları emanet aldık” diyebilmeliyiz. Yeniden insanı kutsal bilmeli, komşuyu kardeş saymalı, yaşlıyı kutlu, genci umut görmeliyiz.
Bu çağın en büyük devrimi, ahlaklı kalmak olacaktır. En büyük direniş, vicdanı ayakta tutmak olacaktır. En büyük zafer, kimliğini, kültürünü ve insanlığını kaybetmeden yaşayabilmektir.
Ve bu yolculuk seninle başlar, bizimle başlar, bir yerden başlar…
Nasuf ABALI
AYDIN DÜNYA EFELERİ YÖRÜK TÜRKMEN FEDERASYONU BAŞKANI
Yorumlar (0)