Güneş ışıklı eteklerini bu köhne semtin üzerine sermeye başladığı vakit hiç sektirmeden her sabah aynı vakitlerde gazetemi getirmeyi ihmal etmezdi Kapıcı Suavi…
Garip bir adamdı Suavi… Ben diyeyim 40 siz deyin 50 yıl önce tası tarağı toplayıp Mardin’den gelmişler bu şehre. Ne kimseye anlatırdı nedenini ne de biz merak ederdik. Gün olur taze demlenmiş çay kokusuna ruhumuzu yaslar gün ışığının aydınlığında içli içli dertleşirdik. Bazı vakitler öyle dalıp giderdi ki içinde büyüyen memleket hasretinin uğultusunu duyardım.
Yaşam dediğimiz ırgatlık Suavi’yi de yormuştu. Yüzü, zamanın ağır adımlarla geçtiği bir haritayı andırıyordu. Alnında derin, paralel çizgiler vardı; sanki her biri bir düşüncenin, bir pişmanlığın izi gibi. Kaşlarının arasında iki derin çizgi, uzun yıllar boyunca çatılan bir bakışın kalıcı gölgesiydi. Gözleri puslu ama yumuşaktı; griye çalan ela tonunda, içinde hem yorgunluk hem de bilgelik taşıyan bir bakış vardı. Göz kapakları hafifçe düşmüştü, bu da ona sürekli düşünceli bir ifade veriyordu.
Seyrek ama beyazlamış sakalanın arasında ince bir ufuk çizgisi gibi beliren iki dudağının arasından günün ilk havadislerini de ondan alırdım.
– Tahsin Bey duydun mu? Çay’a yine zam gelmiş…Elde avuçta bir tek çay keyfimiz kaldı ona da göz diktiler anlaşılan…Zaten bu canını yandığımın memleketinde fukaraya sudan başkası haram.
Severdim Suavi’yi…
Uzun boyu, fakir görünmekten utanmayan ama dağınık görünmeyi saygısızlık gören tertipliliği ve tok sesi ve ölçülü konuşmasıyla özlem hatırlayacağım hep…
Baksan çok konuşkan biri değildi. Ama içinde ukte biriktirmezdi. Kapı eşiğinde gazeteyi uzatırken lafı gediğe oturtur, sonra da arkasına bakmadan giderdi.
Bizim fakirhanenin zor ısınan sobasının üstünde duran çaydanlıktan çay kokusu yükselmeye başlamıştı. Masa lambasının loş ışığıyla aydınlanan odamda zaman alabildiğine sessiz, bardaktaki çay gibi derin bir yolculuğa çıkar, hafızamın duvarlarına yansıyan bütün bir ömrün fısıltıları arasında Suavi’nin getirdiği gazetelere dalıp gider günün ilk haberlerini okurdum:
- 45 yaşındaki genç kadın boşanmak istediği kocası tarafından 8 bıçak darbesiyle öldürüldü.
- Yurdun birçok yerinde keşfedilen doğalgaza rağmen zamlar dur durak bilmiyor. Vatandaş doğalgaz zamlarına tepkili.
- Yurt genelinde rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası Ana Muhalafet Partili bütün belediyeler el değiştirerek iktidar partisine geçti.
- Asparagas haberlerle rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını manipüle ettikleri gerekçesiyle 4 gazeteci hakkında gözaltı kararı verildi. Gazeteciler sabaha karşı evlerinden alınarak ifade vermek üzere emniyete götürüldü.
- Küresel Açlık Endeksi’ne göre dünyada 733 milyon insan açlıktan etkileniyor. Uzmanlar en çok kadın ve kız çocuklarının açlıkla karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyor.
- Uluslararası Demokrasi ve Seçim Yardımı Enstitüsü’nün 2023 yılı raporuna göre Türkiye Hukukun Üstünlüğü kategorisinde 173 ülke arasında 148. sırada.
- Türkiye’de 18 milyon kişi yoksulluk riski altında
- Deprem kuşağında yer alan Türkiye’de 6 milyon civarında riskli konut bulunuyor.
- 6 aylık Yİ-ÜFE’nin yüzde 14,61 seviyesinde gerçekleşmesi halinde, benzine 2,10 TL, motorine 1,97 TL, LPG’ye ise 1,61 TL zam gelmesi öngörülüyor
- Memur ve emeklilerin yılın ikinci yarısında alacağı maaş, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Haziran enflasyonunu açıklamasıyla belli oldu. Şu anda 14 bin 469 lira olan en düşük emekli maaşı da aynı oranda arttırılarak 16 bin 881 liraya yükseltildi.
- Birleşmiş Milletler (BM) dünya çapında 7,2 milyon çocuğun özgürlüğünden mahrum bırakıldığını açıkladı. 18 yaşın altındaki bu çocukların 5,4 milyonu çeşitli çocuk kurumlarında, 1,4 milyonu gözaltında merkezlerinde, 330 bin çocuk göç merkezlerinde, 35 bini çocuk çatışma bölgelerinde, 19 bini tutuklu bulunan aileleriyle birlikte cezaevinde bulunuyor.
Hatıralarımın harmanlandığı, suskunlukların anlam kazandığı bu saatlerde daha fazla içimi karartmaya gönlüm razı olmadı ve güneş, mahallenin çatılarından süzülüp sokağın taşlarına düşerken gazeteleri okumayı bıraktım.
Türkiye garip bir memleket.
Gün gelir cennetteymişsin hissine kapılırsın, gün gelir cehennemi yaşarsın.
Bu güzelim memlekette herkesin bir hikayesi vardı da ben en çok zamana üzülürdüm.
Zaman, bu kadim ülkenin zümrüt tepelerinde dolaşırken kaderinde yoksulluk, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, bir dediği bir dediğini tutmayan sahtekâr politikacılar, çeteler, mafyalar, dolandırıcılar, karaborsacılar, savaştan yüklü miktarda paralar kaldıran silah tüccarları, taraf olmayan bertaraf olur ayağına mesleğin namusunu satan gazetecilerle yarışmak zorunda kalıyordu.
Heyhat! Sen bu yozlaşmışlığa, paçozluğa, riyakarlığa ve zevksizliğe mi layıktın ey güzel ülkem! Senin kederin benim hüznümdü oysa.
İlk çayı yudumlayıp ihtiyar yüreğimi dededen kalma yoksul radyoda çalan alaturka şarkılara verdim. Neden sonra sıkılıp dışarı çıktım.
Bizim Ali efendinin kahveye girdim. Sadece semaverde demlenen çayın gürültüsünün duyulduğu derin bir sessizliğin içerisinde tanıdık bir baston sesi duyuldu.
Emekli öğretmen Sadık Bey içeri girdi. Saçları yer yer ak, yer yer kül rengine çalan, taranmış ama yılların inatla kabarttığı buklelerle inatlaşmaktan yorulmuştu. Gözlük camlarının ardındaki gözleri, sanki uzaklara değil de geçmişe bakar gibiydi; Her sözü, usulca konuşan bir insanın sesiyle değil, yıllarca sınıflarda yankılanmış bir sabrın tonuyla çıkardı.
Cebinden 5 lira çıkarıp masaya bıraktı, tıpkı yıllardır yaptığı gibi.
Ali efendi çayı uzatırken biran durakladı ve titrek bir ses tonuyla:
— Hocam… Çay 10 lira oldu artık, dedi.
Sadık Bey acı bir tebessüm bıraktı masaya.
— Zam geldi, ömürle birlikte. Ama hatır eski fiyattan hâlâ…
Çayın dumanı aralarında yılların anısını taşıdı. Sadık Bey bardaktan bir yudum alırken:
— Bu çayın içinde öğrencilerimin sesi var, dedi.
— O zaman bedeli hâlâ 5 lira, dedi Ali efendi buruk bir ses tonuyla.
Kapı yeniden açıldı. Genç bir adam girdi. Omzundaki sırt çantası ağırdı belli ki; belki kitaplarla, belki geçim derdiyle. Gözleri mahcup, sesi kısık:
— Bir çay alabilir miyim… Ama üzerimde sadece 3 lira var.
Ali efendi, Sadık Bey’le göz göze geldi. Sonra genç adama döndü:
— Evlat, çayın fiyatı para değil, niyettir burada.
Genç oturdu. Bir çay geldi. Çay içildi. Bir yudumla içi ısındı, yüzü yumuşadı. Kalkarken cebinden küçük bir not defteri çıkarıp sayfa kopardı. Masaya üç lira ile birlikte bir cümle bıraktı.
Ali efendi notu açtı, Sadık Bey’e uzattı. El yazısı titrek ama içtendi:
“Bu çayın borcunu ödeyemem. Ama bir gün, bir başkasına aynı sıcaklığı vererek öderim. Teşekkür ederim.”
Sadık Bey, gözlüğünü çıkarıp uzun süre notu seyretti. Ardından şöyle dedi:
— Bir çayın fiyatı zamla değişir. Ama insanlık… hâlâ ilk günkü gibi.
Ali efendi başını eğdi, camdan dışarıya baktı. Mahalle uyanıyordu. Ama o sabah, bir çay ocağında insanlık uyanmıştı çoktan.
Ve ben kapıcı Suavi’nin heybetli olduğu kadar hüzünlü sesiyle başladığım günü zamanın ağır elinden tutarak yavaş ve ölçülü yürüyüşlerle kentin eski sokaklarında, insanların acıklı bir melodi gibi beliren seslerine kulak vererek yolculuğuma devam ediyordum.
Attığım her adım geçmişten bir parça ezgiyi ezip geçiyor, kaldırım taşlarına hatıralar bırakıyordu…Yaşam benim için ucu bucağı olmayan hikayelere açılmıştı: gençlikte sevdaya, savaşta acıya, yoklukta sabra… Gözlerim çok şey görmüş ama artık az görüyordu. O yüzden sık sık durup çevredeki seslere kulak verirdim. Rüzgârın uğultusu bile benim için bir hatırayı fısıldayabilirdi.
Birkaç yıldır bana şefkatle yarenlik eden vefakar bir dost gibi yanımdan ayırmadığım bastonuma dayanarak şehrin eski uygarlıkların kokusu tütsülenen sokaklarında yürürken yalnızca geçmişi değil, sabrın, vefanın ve geçip giden zamanı özlüyordum..
Yorumlar (0)