Her Şey Yerli Yerinde
Ahmet Hamdi Tanpınar öyle diyor bir şiirinde Her şey yerli yerinde; havuz başında servi Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan, Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan, Sarmaşıklar ve böcek sesleri...
bırakın n’olur
erken erken ötsün horozlarımız
özgürce yaşasınlar gayrı
kızlarımız
oğullarımız!
H.E.
Benim bildiğim, yalnızca ilkokuldan sınıf arkadaşlarım Emine Cingöz ve İsmail Uzun değil, önlerine konan engelden korkmayıp da aşklarından vaz geçmeyen… Sözgelişi komşumuz Ali Onbaşı (Al’onbaşı) olarak bilinen Ali Dönmez ile sevgili eşi Emine aba… Onlar da kaçarak evlenmişler.
Emine abanın annesi Mümüşe aba ailece sevdiğimiz bir hanımdı. Evi bizden oldukça uzaktı ama Karabağ’daki bahçemizde yan komşumuzdu. Ne zaman o bahçemize gitsek mutlaka orada görürdük onu. Bizi görüp de gelmeyecek mi yanımıza? Mümkün değildi bu!
İçinden geldiği gibi konuşan neşeli, coşkulu bir hanımdı. Genç yaşta kaybetmişti kocasını. Bir daha evlenmemiş, tek başına büyütmüştü; üç kızı ve bir oğlunu. Nerdeyse bu bahçede geçirirdi; tüm gününü. Nedense ona da sormadım hiç, kızı Emine abanın eşi Al’onbaşı ile niçin kaçmak zorunda kaldığını. Ne meraksız bir çocuk, çevreme karşı ne ilgisiz bir gençmişim ben!
Güler yüzlü Emine aba ile eşi Ali amca da kibar insanlardı. Birbirlerine olduğu gibi herkese karşı da… Dört oğlan ve bir kızları vardı. Yaşça akranım olan Mehmet gibi kardeşleri Salih ve Musa da uzun yıllar plakçı olarak çalıştılar; Kapalıçarşı ve Unkapanı’nda. Küçük kardeşleri Ahmet, imam hatip okulunu bitirip imam olmayı seçti sonunda.
Kız ailesi hayır dediği için kızla birlikçe kaçarak yuva kuranlardan biri de annemin kardeşi üç dayımın en küçüğü İzzet Koca… Akseki’nin Menerge (Minareli) köyündeki Hacı Veli dedemle Fadime anneannemin -ki biz “ebe” derdik kendisine- dört kızı, üç oğlu vardı. Önce yaşça büyük kızlar evlenmişler. Sonra Kemal ve Kerim dayım… Sıra gelmiş, en küçük oğullarına. Askerliğini yapıp köye dönen İzzet dayım, aynı köyden Amanağa’nın güzel kızı Ayşe’ye yakmış abayı. İzzet dayı da sırım gibi yakışıklı bir genç… Geleneğe uygun olarak kız istemeye gidilmiş ama kız babası kızına sorma gereği duymadan, “Hayır, olmaz!” demesin mi? Bunun üzerine, “Öyleyse suç bizden gitti!” diyen gençler uygun bir zaman kollayıp el ele tutuşarak gözden kayboluverirler; bir gece.
Haydi, arayın da bulun bakalım! Bulsanız ne olacak ki? Atı alan Üsküdar’ı geçmiş çoktan!
Siz siz olun, neci ve kim olursanız olun, dokunmayın sakın, birbirini delicesine seven gençlere. Dahası anlayışlı ve saygılı olun; onlara karşı. Sevmenin nesi kötü? Hele hele bir genç kızla bir delikanlının birbirini sevmesinden daha doğal ve daha güzel ne olabilir?
İzzet dayımla Ayşe yengem de güçlü sevgilerinin verdiği cesaretle birlikte kaçıp mutlu bir yuva kurarlar böylece. Ömür boyu süren sevgilerinin ürünü olarak iki kız, iki erkek dört genç yetiştirdiler. Büyük oğulları Necati Koca, Antalya’nın ünlü muhasebecilerindendi. Kardeşi Abbas, ticaret yapmayı seçti; Manavgat’ta. Birikimlerini sevgili eşi Münevver hanımla birlikte akıllı yatırımlar yaparak değerlendirdi. Bir süre önce işlerini oğulları Mustafa ve İnş. Müh. Veli’ye devrederek emekliye ayırdı kendini.
-2-
İNSANIN KARISI, CANININ YARISI
Antalya’nın ünlü tüccarlarından “Koca Konfeksiyon”un sahibi Kemal Koca dayım, bizim köyden Hüseyin Balaban’ın kız kardeşi Azime yengeyle evliydi. Onlar da çok severlerdi; birbirlerini. Aynen Kerim dayım ve Hütâme yengem gibi… Hele hele Kerim dayım, “İnsanın karısı, canının yarısı!..” diye
överdi, eşini sık sık. Bir hanım için, ne güzel bir iltifattır bu! Güzel ve kibar yengem, gerçekten de bu
övgüye layık bir hanımdı.
Ben derim ki, sevgilerini cesaretleriyle güçlendirip ödüllendiren hanımlar ve beyler mutlu yaşarlar; ömürleri boyunca hep. Kendilerinde o cesareti bulamayanlar, ne yazık ki cezalarını çekerler; başkalarının arzularına boyun eğmenin.
Böyle mutsuz bir aile de tanıdım; yakından ben. Bey, Anadolu’nun küçük bir ilçesinden… Baba oldukça varlıklı… Oğlunu İstanbul’da ünlü bir lisede okutur. Delikanlı liseyi bitirince bir komşu kızını sever. Kız da onu… Oğlan annesi kesin olarak karşı çıkar bu ilişkiye. Baba, “Evleneceğin kızla geçinecek olan annendir. O razı değilse, ben girmem araya. Kabak benim başımda patlar sonra!” deyip çekilir kenara.
Annesi gelin adayını çoktan belirlemiştir. “İlle de benim seçtiğim kızla evleneceksin!” diye tutturur. Oğlan da kız da örneklerini verdiğim köylü çocukları gibi cesur olamaz nedense. Dolayısıyla kız sevmediği başka biriyle evlenmek zorunda kalır, erkek de annesinin seçtiği akrabadan bir kızla…
İkisi de mutlu olamaz ama. Onlar mutlu olamaz da sevmeden evlendikleri eşleri mutlu mu olur sanki! Erkek, annesini suçlayıp durdu; ömrü boyunca. Oysa gerçek suçlu kendisiydi. Çünkü kimse mecbur edemezdi ki onu, sevmediği bir kızla evlenmeye. Hiçbir çocuk 18 yaşından sonra yasal olarak da mecbur değildir; anne babayı dinleyip her konuda onların istediği gibi hareket etmeye.
Sevilmeyen bir eşle bir ömür nasıl geçer?
Sevmediğiniz bir insanın her sözü, her davranışı rahatsız etmez mi sizi? İşte bu yüzden, zamanla içki müptelası olur bey. Girdiği hiçbir işte başarılı olamaz. Her akşam gece yarılarına dek, kendisi gibi birkaç arkadaşıyla içki sofralarında arar mutluluğu. Ya eşi? O ne yapsın, evde yapayalnız?
Siz siz olun; ister kız, ister erkek hiçbir çocuğunuzun iş seçimine de karışmayın, eş seçimine de…
“Ben çocuğumun kötü olmasını ister miyim? O iyi bir meslek sahibi olsun, mutlu bir yuva kursun diye yardımcı oluyorum.” gibi bir gerekçe ile çocuklarının iş ve eş seçiminde başrol oyuncusu olmak kesinlikle doğru değildir.
Kendi düşen ağlamaz! Ama siz düşürürseniz, en büyük kötülüğü yapmış olursunuz; çocuklarınıza.
Bir insana verilebilecek en büyük ceza, onu sevmediği bir iş ve sevmediği bir eşle birlikte yaşamak zorunda bırakmaktır.
Bence dünyanın en büyük zalimleri, çocuklarını sevmedikleri mesleklere yönlendirip sevmedikleri kişilerle evlenmelerine zemin hazırlayan anne ve babalardır!
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)