Ülkesi savaştaydı. Geceleri gelen bombalar, gündüzleri havada süzülen dronlar… Hayat, toprağın birkaç karış altına kazılan siperlerde, kendi elleriyle kazdıkları mezarlarında sürüp gidiyordu. Bir hata, bir anlık dikkatsizlik, ölümle eşanlamlıydı. Bu yüzden etrafındakileri ikaz ediyor, yaşamak için her an tetikte bekliyordu. Ama içten içe şunu da biliyordu: Bu savaş, sadece insanların değil, beşeriyetin de sonuydu.
Savaşın bitmesini istiyordu; çünkü bu enkaz-ı beşer artık taşınamaz bir yük haline gelmişti. Etrafında sürekli birileri ölüyordu. Her ölüm, hem bedenlerde hem de zihinlerde bir sukûta sebep oluyordu. Artık hayatta kalmak bile bir mânâ taşımıyordu. Uğruna mücadele edilen “ideal”, büyük bir ideal değil, boşalan bir mevziyi doldurmaktı. Savaşın ortasında kol, bacak, baş gövdeden ayrılıyor, semaya doğru parçalanarak yükseliyordu. Bu ortamda beşeriyetten ya da medeniyetten bahsetmek, trajik bir şakadan farksızdı. Onun şu anki medeniyet tasavvuru; seni, beni, bizi, beşeriyetin tamamını yok etmek için tekniğin yarattığı bombalardan başka bir şey değildi. Tekniğin yarattığı bu ölüm tanelerine lanet okuyarak siperdeydi. Siperde, bir lahza da olsa ölümün soğuk nefesinden uzaklaşabilmişti.
Siperin içinde, bir lahza olsun ölümün soğuk nefesinden uzaklaşınca, aklına güneş huzmelerinin parlak aydınlığındaki geniş salonda arkadaşı ile mülahazası geldi. Arkadaşı ona şunu soruyordu:
“Neden savaş bakanlığı yok da savunma bakanlığı var?”
Cevabı bile beklemeden devam etmişti:
“Eğer savaş bakanlığı kurulsaydı, daha üretken, daha atik, daha güçlü olurduk.”
O an gülümsemişti. Ama bu gülümseme, karşısındakinin ne kadar anlamsız konuştuğunu ima eden bir gülümsemeydi. Tam o anda, salonun bir köşesinden annesinin sesi duyulmuştu. Bu ses, onları hem irkiltmiş hem de düşündürmüştü. Annesi, savaşın neden bir ihtiyaç olarak görüldüğünü sorgulamak istemişti. Sorduğu şey basitti ama etkisi büyüktü:
Savaş, o iptidai arzu, aslında bir hiçlikti.
Hiç uğruna çıkılan, hiç bir şey olamadan sonlanan, hiçten sebeple yok olunan bir düzendi savaş. Bir doğum değil, bir yok oluştu. Barış; sükûnet ve doğumdu. Savaş ise ateşîn bir cehennemde yankılanan haykırıştı. Annesi şöyle demişti:
“Değil mi ki insanlar doğuma güler, ölüme ağlar? Doğum bir yaratımın mucizesi ise, neden ölüm kusan savaşa tutkuyla bağlı olalım?”
Siperin içinde, ölümle baş başayken annesinin bu sözlerini ilk kez bütün derinliğiyle anlamıştı. Oysaki savaşa hazırlık zamanında kendisine savaşın yaratıcı bir yıkım olduğu söylenmişti. Adına yaratıcı yıkım denen şey, yaratıcılığı değil, yıkımı arzuluyordu. Fakat anneler böyle düşünmüyordu. Çünkü anneler, büyük beyinlerin küçük kalıplarına sıkışmıyor, hayatı daha geniş, daha sahici görüyorlardı.
Ve o an, siperdeki karanlıkta annesinin sesi gibi içini aydınlatan tek hakikati idrak etti:
Dünyayı anneler yönetseydi, belki de savaş yalnızca bir masal olurdu — anlatılan ama asla yaşanmayan.
Ama ya Gazze ya Pakistan ya da savaşın pençesindeki diğer yerler!
Televizyon ekranlarında, sosyal medyada bir dakikalık o gösterimlerde nice acıları, ümitsizlikleri, feveranları izlerken, hiç mi aklımıza gelmiyor:
Ölü çocuğunun bedenini elleri arasında ekrana tutarken, savaş tamtamlarının çılgınca seslerinin kulaklarımızı perişan ettiği o cehennemî mekânlarda, anneler neler yaşıyor?
Anneler yine ağlıyor bu Anneler Günü’nde;
Masallarını ve ninnilerini, bombaların o ölüm kusan seslerini kesmek uğruna söylüyorlar artık.
Yorumlar (0)