Geride bıraktığımız haftada küresel siyasetin gündemini belirleyen gelişmelerin yoğunluğu, yaşanan olayların bilfiil kendisiyle değil, bu olayların neyi temsil ettiğiyle de dikkat çekiciydi. Trump’ın Arap Yarımadası’ndaki temasları ve bu temasları sırasındaki çıkışları, Putin’in Ukrayna devlet başkanı ile barış görüşmesi talebi ve Çin ile ABD arasında yeniden şekillenen ekonomik gerginlikler ve dengeleme çabaları, dünya sisteminin yalnızca aktörlerini değil, anlam haritasını da sorgulamaya açıyor. Bu gelişmelerin merkezinde belirli bir norm arayışı yer alıyor: Jeopolitik belirsizlikte hangi düzen kurulacak ve bu düzen hangi normlar etrafında şekillenecek?
Uluslararası sistemde yaşanan muhtemel değişimler, genellikle krizlerin, çatışmaların, savaşların ya da bir çöküşün ardından gelir. Değişime dair geçiş anları, var olan düzenin sınandığı, normların aşındığı ve yeni normların filizlendiği eşiklerdir. Geçen hafta meydana gelen uluslararası siyasal gündeme dair gelişmeler de bir anlamda böyle bir eşik hüviyetinde. Hem Kuzey Amerika hem de Kıta Avrupası özelinde gelişen dünya düzeninin siyasi ve ekonomik meşruiyet krizi hem de yükselen güçlerin (Çin, Hindistan, Rusya gibi) mevcut yapıyı sorgulaması, normatif zeminin kayganlaştığını göstermektedir.
Türkiye: Coğrafyanın Yükü, Tarihin Mirası
Bu tür küresel gelişmeler, sadece adı geçen politik güçlerin değil, arada kalan bölgesel aktörlerin de normatif pozisyonlarını yeniden konumlandırmasını gerektiriyor. Türkiye bu aktörlerin başında geliyor. Türkiye hem coğrafi yüküyle hem de tarihsel mirasıyla bir yandan bu tarihsel normların sürdürülebilirliğini tartışırken, diğer yandan çevresindeki jeopolitik krizlere bir takım cevaplar üretmeye çalışıyor. Suriye, Kafkasya, Doğu Akdeniz ve Karadeniz hattında yaşanan gelişmeler, Türkiye’yi sadece askeri ve diplomatik tercihlere değil, aynı zamanda normatif konumlanmalara da zorluyor.
Hem uluslararası ölçekteki hem de hemen yanı başındaki bu meseleler Türkiye açısından sadece dış politikanın araçsal mantığıyla ilgili olmadığını, tarihsel anlamda bir takım anlam haritalarının ve pratik mahiyetlerin oluşturulması gerekliliğini gün yüzüne çıkarmaktadır. Türkiye’nin, şu halde, yeni uluslararası siyasal gündemdeki yeri ve konumu, bu akışkanlık atmosferi içerisindeki yeri ve konumuyla doğrudan bağlantılı olacağını imlemektedir. Ancak bu akışkanlık âleminde normatif konumlanma, sahip olunan tarihsel ve coğrafi bağlamdan koparılamayacak düzeydedir.
Akışkanlık ve Normsuzluk: Savaşın Dilinden Barışın Zeminine
Bugünün siyasal ve ekonomik dünyası, akışkanlık dediğimiz bir yapıda işliyor. Olaylar hızla gelişiyor, ittifaklar geçici, söylemler değişken… Ancak bu akışkanlık, norm ihtiyacını ortadan kaldırmıyor, aksine daha da görünür kılıyor. Belirsizlik ne kadar artarsa, norm arayışı da o kadar yakıcı hale geliyor. İster ekonomik isterse de politik savaşlar ve mücadeleler bu açıdan birer normsuzluk hâlidir, fakat sürekli savaş ve mücadele hâli, bu hâlin kendisini de sürdürülemez kılar. Dolayısıyla her çatışma, kendi normunu ya üretmek ya da yeniden tesis etmek zorundadır.
Rusya’nın Ukrayna ile barış masasına oturma talebi bu açıdan önemlidir. Her ne kadar bu süreç hâlâ muğlak ve stratejik bir hamle olarak görülse de, bir düzen kurma arzusunun dile gelişi bakımından kayda değerdir. Trump’ın açıklamaları da bu norm arayışının ekonomik işbirliği zeminine kayabileceğini düşündürmektedir: “Konuşmanın tonu ve ruhu mükemmeldi. Öyle olmasaydı, bunu daha sonra değil, şimdi söylerdim.” Bu sözler, aktörlerin birbirleriyle ilişkilerini sadece güç üzerinden değil, normatif uyum beklentisi üzerinden de kurduklarını gösteriyor.
Çin’in Konumu ve Küresel Normların Yönü
Bu denklemde Çin’in durumu ayrıca ele alınmalıdır. “Modern” bir aktör ve sembol olarak sahneye çıkan Çin, Batı’nın kurduğu siyasi ve ekonomik düzeni sarsan bir güç olarak konumlandırılıyor. Ancak bu sarsma, sadece siyasi ve ekonomik bir meydan okuma değil, aynı zamanda bir norm arayışı içindeki sözde düzene dair bir yıpratıcı faaliyet olarak görülmektedir. Çin’in teknolojiye, devlete ve toplumsal düzene dair yaklaşımları, muhtemelen farklı bir yapısal unsura ilişkin ekonomik ve siyasi tasavvurun işaretlerini taşıyabilecektir.
Bu bağlamda asıl soru şudur: Yeni dünya düzeni hangi normlar etrafında kurulacak? Uluslararası hukuk mu, bölgesel çıkarlar mı?
Sonuç: Normların Sessiz İnşası
Tüm bu gelişmelerin ortasında, Wallersteinvari dünya sisteminin sessiz bir yeniden yapılanma sürecinde olduğunu söylemek mümkün. Ancak buradaki farkı şekillendiren ise bu sessizliktir. Bu sessizlik, normların açıkça ilan edilmeden, krizlerin içinde şekillenmesiyle ilgilidir. Bu nedenle bugünkü krizleri sadece “sorun” değil, aynı zamanda norm inşa süreçleri olarak okumak gerekir.
Türkiye de bu sessiz müzakerenin hem nesnesi hem öznesidir. Hem içinde bulunduğu jeopolitik konum hem de tarihsel bagajı, onu yeni normların oluşumunda, ister istendik isterse de istenmedik düzeyde olsun, bir aktör haline getirmektedir. Bu sürecin yönünü ise sadece diplomasi değil, uluslararası ilişkilerdeki henüz oluşum halindeki siyasal tahayyülün sessiz normlarının etkisi belirleyebilecek potansiyeldedir.
Yorumlar (0)