Eğitim nerede başlamalı?
Eğitim, önceden belirlenmiş esaslara göre davranışlarda belli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizesidir. (Wikipedia) Bir tanıma göre önceden bir güç, bir kişi ya da kişiler belirlemeli. Peki...
Modern küresel siyasal paradigma bir trajediye dönüşmüş durumdadır. Avro-Amerika (Batı-ABD) ittifakı bununla yüzleşme cesareti gösteremediği ve kazanımlarını kaybetme korkusuna kapıldığı için yeni sorunlar/tehditler üreterek en azından siyasi-askeri hegemonyasını idame ettirme telaşındadır. Bundan bir adım önce askeri işgal ve ekonomik-politik müdahaleleri öncesinde aynı tehdit senaryolarını dünya kamuoyunu yanıltarak sürdürdüğü tarihi bir gerçektir. Batı ve ABD (Avro-Amerika) ittifakı tarihi yeniden inşa etme uğraşında pragmatik politikalarla hedeflerine ulaşmayı amaçlamaktadırlar. Bu süreçte başta insan hakları, devletlerin egemenlik hakları, uluslararası hukuk ve diplomatik usul ve ahlak kurallarını itibarsızlaştırmakta ve yok etmektedirler. Ancak dünya kamuoyu, tarihe not düşülen bu süreçleri ibretle takip ediyor ve emperyal güçlerin beklemediği bir tepki ve protesto dünyanın dört bir köşesinden yükselmektedir. Bu durum sadece toplumsal duyarlılık ve etkiden ibaret kalmamakta, devletler arasında da bu süreçten çıkarılacak ders doğrultusunda yeni iş birlikleri/ittifaklar gelişecek ve en önemlisi evrensel değer olarak sunulan ilkelerin küresel güçlerin emperyal emellerine hizmet ettiği ve yine bu küresel devletler tarafından nasıl ayaklar altında ezildiği gerçeğini herkes görecektir.
Avro-Amerika, siyasal pragmatizminin bu kadar hukuk tanımaz bir kimliğe bürünmesinin arka planında kapitalist itici bir güç olmakla birlikte Ortadoğu ve Asya bölgesinin sahip olduğu jeo-politik ve jeo-ekonomik güç ve potansiyeline sahip olmak önemli bir etkendir. Özellikle Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi gibi ekonomik projeler ve askeri teknolojik gelişmesi, Rusya’nın askeri ve enerji politikaları, Hindistan’ın ekonomik yükselişi, Türkiye’nin savunma sanayisinde elde ettiği teknolojik üstünlüğü, bölgesel-küresel denge politikalarındaki başarıları ve Ortadoğu’daki gelişmeler, Batı merkezli küresel sistemin çöküşünü hızlandırmaktadır.
Avro-Amerika ittifakı özellikle soğuk savaşın sona ermesinden sonra küresel değişimi yönetemedi. Uluslararası siyasi, ekonomik ve askeri kuruluşlarla küresel egemenliği yönetmeye çalışsa da finansal güç, üretim merkezi, askeri teknoloji, bölgesel ittifaklar ve ticaret ağının genişlemesi süreçleri Avro-Amerika ittifakının kontrol ve yönetiminden çıkmış durumdadır. Avro-Amerika’nın bu süreçteki en büyük zaafı, kendi yarattığı uluslararası kurumları bile işlevsizleştirmesidir. BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi yapılar, artık çok kutuplu dünyanın dinamiklerine cevap verememekte, Batı’nın çıkarlarına hizmet eden araçlar olarak görülmektedir. Bu durum, devletler arasında yeni ittifak arayışlarını tetiklemekte ve Batı-dışı küresel iş birliklerini güçlendirmektedir. Dünya kamuoyu artık bu hegemonyanın sunduğu “evrensel değerler” masalına inanmamaktadır. Yükselen ekonomiler, bağımsız diplomasi hamleleri ve küresel direnç hareketleri, yeni bir dünya düzeninin ayak sesleridir. Bu süreçte, Batı’nın itibarını ve meşruiyetini kaybetmiş stratejileri yerine çok kutuplu, adil ve gerçekten iş birliğine dayalı bir sistemin inşası kaçınılmaz görünmektedir.
Jeopolitik mücadele Ortadoğu ve Asya bölgesine hâkim olma üzerine kuruludur. Bu coğrafya, askeri üslerden enerji koridorlarına, ticaret yollarından stratejik hammadde kaynaklarına, petrol ve doğalgaz rezervlerinden nadir elementlere kadar küresel güç olmanın tüm imkanlarına sahiptir. Tarih boyunca imparatorlukların ve süper güçlerin nihai hedefi haline gelen Ortadoğu-Asya, bugün de ABD, Çin, Rusya ve AB gibi aktörlerin sert rekabet alanına dönüşmüş durumdadır. Bugün jeopolitik, ekonomik ve askeri anlamda dünyanın merkezi konumundaki bu devasa bölgeye hâkim olan aktör, küresel liderlik yarışında belirleyici üstünlük sağlayacaktır. Çünkü dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisi bu kıtada yaşamaktadır. Petrol ve doğalgaz başta olmak üzere bilinen enerji kaynaklarının ve nadir kıymetli maden ve elementlerin büyük çoğunluğu bu bölgede yer almaktadır. Bunların yanında stratejik öneme sahip nükleer güce sahip ülkelerin çoğunluğu da bu kıtadadır. Bundan dolayı bu bölgeye hâkim olmak küresel güç olmak anlamına gelmektedir.
İsrail, güvenlik tehdidi bahanesiyle Avro-Amerika ittifakını (ABD ve AB) arkasına alarak, İran’a karşı askeri saldırı başlattı. İran’ın askeri ve ekonomik potansiyelini hedef alan bu saldırının arka planında, Avrasya coğrafyasında hakimiyet kurma, Çin-Rusya ve Türkiye-Türk Cumhuriyetleri ittifakının, potansiyel gücünün bölgedeki etkisini kırma amacı yatmaktadır. Avro-Amerika ittifakının İran’a yönelik politikaları çok boyutlu bir karakter taşımaktadır. Ekonomik yaptırımlar, askeri baskılar ve diplomatik izolasyon gibi araçların yanı sıra, rejim değişikliği hedefli operasyonlar da bu stratejinin önemli unsurları arasında yer almaktadır. Bu politikaların arka planında, İran’ın Çin ve Rusya ile geliştirdiği stratejik iş birliğini sekteye uğratma, İran’ın Ortadoğu’da yürüttüğü Şii jeo-politik varlığını sona erdirme ve Avrasya’nın batı kanadında kontrolü ele geçirme hedefi vardır. İran’ın özellikle Ortadoğu’da yürüttüğü Şii odaklı politikaları ve desteklediği örgütler dolayısıyla başta İsrail olmak üzere Avro-Amerika ittifakının hedefi olmuştur.
İsrail, İran’ı kendi güvenliği için tehdit olarak görüp, nükleer potansiyelini ve askeri imkanlarını yok etmek için başlattığı saldırıyla Gazze’de yürüttüğü soykırım ve savaş suçları konusunda dünya kamuoyunun dikkatini dağıtmak istemektedir. “Güvenlik tehdidi” algısı üzerine yürütülen bu saldırı dünya kamuoyunda İsrail’in beklediği etkiyi/duyarlılığı sağlayamamıştır.
ABD ile İran arasında yıllardır süren nükleer müzakereler, uluslararası diplomasinin en karmaşık ve en önemli süreçlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu müzakereler, basit bir nükleer silahlanma sorununun çok ötesinde, Ortadoğu’nun jeopolitik ve askeri güç dengesini doğrudan etkileyen stratejik bir konudur. İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin sınırlandırılması ve denetim mekanizmalarının kabulü en kritik konular arasındadır. Ancak burada İsrail’in nükleer askeri imkana sahip olduğu unutulmamalıdır. Cevap bekleyen çok önemli sorular var: İsrail bu nükleer potansiyele/güce nasıl sahip oldu? Bu süreç içerisinde uluslararası denetim mekanizmaları İsrail için de yürütüldü mü? Nükleer güce sahip olmak sadece belirli ülkeler için bir imtiyaz mıdır? Başka ülkelerin de kendi güvenlikleri için caydırıcı bir nükleer güce sahip olma hakkı yok mu? Bu hakka sahip olup olmamanın kriteri nedir ve hakkı ki, kim için meşru kabul etmektedir?
İsrail’in nükleer güce nasıl ulaştığı, Batılı devletlerin bilinçli bir şekilde üzerini örttüğü bir sırdır. 1950’lerden itibaren Fransa’nın teknolojik desteği ve ABD’nin onayıyla nükleer tesisini kuran İsrail, bugüne kadar Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na (NPT) taraf olmayı reddetmiştir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) denetçilerinin İsrail’in nükleer tesislerine erişimine, denetlemesine izin verilmemiş, buna rağmen Batılı güçler bu açık ihlali görmezden gelmiştir. Oysa İran, NPT’ye taraf olmasına ve IAEA denetimlerine açık olmasına rağmen, sürekli olarak yaptırım ve tehditlerle karşı karşıya kalmaktadır. Küresel emperyal güçler tarafından güvenlik endişeleri, İsrail için nükleer silahlanmayı “meşru müdafaa” kapsamında değerlendirirken, İran için “kabul edilemez bir tehdit” olarak sunulmaktadır.
Şu bir gerçek ki, Avro-Amerika ittifakı İsrail’in nükleer güce sahip olmasını Ortadoğu-Asya politikaları için denge olarak kabul etmektedir. İsrail’in nükleer gücü, İran’ın bölgesel etkisini sınırlamak ve Arap dünyası üzerinde Batı yanlısı politikaların devamını sağlamak için kullanılan bir caydırıcılık aracıdır. Nükleer silahların yayılmasına karşı olduğunu iddia eden Batı, kendi müttefiklerinin nükleer gücünü “güvenlik ve denge unsuru” olarak kabul etmektedir. Avro-Amerika’nın bu politikası, aslında bu bölgede bir güç dengesi oluşturmaktan ziyade, bölgedeki gerilimleri kronikleştiren ve silahlanma yarışını hızlandıran bir işlev görmektedir. Özellikle körfez ülkeleri ve İran, İsrail tehdidine ve bölgesel çatışma potansiyeline karşı kendi güvenliklerini sağlamak için çok yüksek miktarda bütçelerle askeri yatırımlara yönelmektedirler. Bu algı ve panik yine Avro-Amerika ittifakına yaramakta, bu ülkelere silah satışından çok büyük gelirler elde etmektedirler.
İran’ın uluslararası arenada maruz kaldığı izolasyon, büyük ölçüde kendi ideolojik politikalarının bir sonucudur. Şii eksenli yayılmacı stratejileri ve mezhepçi yaklaşımları, Sünni çoğunluklu Müslüman ülkelerle iş birliği kurmasını engellemiş, aksine bölgedeki gerilimleri derinleştirmiştir. İran, teoride “Batı emperyalizmine ve İsrail’e karşı mücadele” sloganını kullanırken, pratikte kendi mezhepsel hegemonyasını yaygınlaştırmak için terör örgütlerini desteklemiş, Müslüman toplumların birliğini baltalayıcı faaliyetler yürütmüştür. Bu politikalar Müslüman devletler üzerinde tehdit olarak algılanmış ve Avro-Amerika’nın bu Müslüman ülkeler üzerinde siyasi ve askeri gücünü ve hegemonyasını ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı İran, büyük bir vebal altındadır.
İran’ın bölgedeki en büyük çelişkisi, İsrail’i “zalim ve işgalci” olarak nitelerken, kendisinin de benzer yöntemlerle komşu ülkelerin iç işlerine müdahale etmesidir. Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler, Irak’taki Şii milisler, Suriye ve Türkiye’de terör örgütlerini destekleyerek yürüttüğü vekalet savaşları, İran’ın “anti-emperyalist” söylemini tamamen geçersiz kılmaktadır. Üstelik bu politikalar, Müslüman ülkeler arasında daha fazla bölünmeye yol açmış, İslam dünyasının ortak çıkarlarını zedeleyerek İran’ı giderek yalnızlaştırmıştır. En dikkat çeken nokta ise, İran bütün bu faaliyetlerini hep Müslüman devletler üzerinde yürütmüştür.
İran’ın bu konuda en büyük siyasi ayıbı, ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal sürecindeki ikiyüzlü politikasıdır. Bütün söylemlerini ABD emperyalizmi ve düşmanlığı üzerine yürüten İran, 2001’de Afganistan’ın işgali sırasında ABD ile gizli görüşmeler yapmış, Taliban’ın devrilmesini desteklemiştir. İran, Afganistan’da Şii, Hizb-i Vahdet örgütü ve Hazara kabilesini destekleyerek o bölgede siyasi güç olarak varlığını sürdürmeyi amaçlamıştır. İran, ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesini Taliban’dan kurtulmak için bir fırsat olarak görüp iş birliği yapmıştır. İran’a göre ABD, Taliban’ı ortadan kaldırdıktan sonra Afganistan’da kalmayacak ve İran, Şii örgütler aracılığıyla Afganistan’ın belirli bölgesinde özerk siyasi hakimiyetini kuracaktı.
İran’ın 2001’de ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında gizli iş birliği yapması, rejimin ideolojik çelişkilerini ve mezhepçi yayılmacılığını tüm çıplaklığıyla ortaya koyan tarihi bir hataydı. Taliban’ın devrilmesine açık destek veren İran, bu hamlesiyle Müslüman bir ülkenin Batılı güçlerce işgaline ortak olmuş, Şii nüfuzunu genişletme uğruna İslam dünyasına ihanet etmişti. Bu tutum, İran’ın “anti-emperyalist” iddialarını tamamen geçersiz kılan ve onu fiilen işgalci bir güç konumuna düşüren karanlık bir siyasi hesaplaşmanın ürünüydü. Afganistan’da Şii Hazara nüfusunu bahane ederek ABD ile ittifak kuran İran, Müslüman bir ülkenin işgaline destek verirken içine düştüğü bu durum stratejik bir ihanetin ötesinde derin bir siyasi ahlaki çöküşü göstermektedir. Konunun ibret dolu noktası ise, İran’ın bu iş birliği uzun vadede kendi aleyhine dönmüş olmasıdır. ABD, Afganistan’da kalmaya karar verince İran’ın bölgedeki siyasi nüfuz hamleleri tehdit olarak algılandı. İran, beklediği siyasi hakimiyet alanını oluşturamadı ve buna karşılık ABD, Afganistan’ı terörle mücadelede bir üs olarak görürken, İran bu askeri varlığı kendi ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak algılamıştır.
İran’ın Afganistan’daki tutumunun bir benzeri, 2003’te Irak’ın ABD tarafından işgali sırasında da kendini göstermiştir. İran rejimi, bu kez de Şii yayılmacılığını önceleyerek, bir Müslüman ülkenin işgaline sessiz kalmış ve hatta dolaylı olarak bu işgali kolaylaştıracak adımlar atmıştır. Saddam Hüseyin’in devrilmesini fırsat bilen İran, Irak’taki Şii grupları ABD işgaline karşı direnmemeye teşvik ederek, Müslüman bir ülkenin Batılı güçlerce ele geçirilmesine göz yummuştur. İran, işgal sonrası Irak’ta kurulacak yönetimde söz sahibi olmak için ABD ile dolaylı pazarlıklar yürüttü. İşgal yönetimiyle temas kuran İranlı yetkililer, Şii siyasi partilerin iktidara gelmesi için lobi faaliyetleri yaptı ve ABD, Irak’tan çekildikten sonra Irak’ta yönetim Şii gruplara bırakıldı. İran destekli milisler, işgal sonrası Sünni nüfusa yönelik katliamlara girişti ve Irak’ın mezhepsel bölünmesini hızlandırdı. Bu durum, ülkede iç savaş koşullarını tetikledi. Bugün İran’ın Irak’ta elde ettiği siyasi nüfuz, ABD işgali sayesinde mümkün olmuştur.
Suriye iç savaşında da İran’ın rolü, Şii yayılmacılığının en acımasız örneklerinden birini teşkil etmektedir. Beşar Esad rejimini ayakta tutmak için her türlü askeri ve siyasi desteği sağlayan İran, bu süreçte Sünni Müslümanlara karşı sistematik bir baskı politikası izlemiş ve ülkenin demografik yapısını değiştirmeye yönelik adımlar atmıştır. Suriye’deki çatışmalar boyunca İran tarafından organize edilen Şii milis gruplar, özellikle Sünni yerleşim bölgelerinde korkunç katliamlar gerçekleştirmiştir. Özellikle Sünni ve Türkmen bölgelerde sivillere yönelik toplu infazlar düzenlemiştir. Şii milislerin kontrolündeki bölgelerde Sünni nüfus zorla göçe tabi tutulmuştur. Boşaltılan bu yerleşim yerlerine Şii nüfuz ve PKK terör örgütünün yönlendirdiği gruplar yerleştirilmiştir. Bu demografik yapının değiştirilmesindeki amaç ise belirli bir zaman sonra bu bölgelerde nüfusa bağlı özerk siyasi bölgelerin oluşturulmasıdır. Aslında bu durum İsrail’in büyük projesinin atlama taşı olarak düşünülen bir uygulamadır. İran İsrail’e karşı mücadele ettiğini iddia ederken yaptıklarıyla İsrail’in büyük projesine alan oluşturmaktadır. Türkiye’nin bölgede yürütülen bu ideolojik siyasi hamleleri kendi güvenliğine tehdit olarak kabul etmesinden sonra yapılan askeri müdahalelerle bu planlar boşa çıkarılmış ve bölgede boşaltılan köylere asıl sahipleri yerleştirilerek büyük oyun bozulmuştur. İran’ın Suriye politikaları, 21. yüzyılın en karanlık mezhepçi projelerinden birini oluşturmaktadır. Milyonlarca Sünni Müslümanın hayatını karartan, binlerce masumun ölümüne neden olan bu politikalar, İran rejiminin, Şii mezhepçi yayılmacı emperyalist politikalarıyla ne kadar acımasız ve insanlık dışı yöntemlere başvurabileceğini göstermiştir.
İran, Irak ve Suriye’deki mezhepçi politikalarını hayata geçirmek için çok sayıda silahlı grupla yakın iş birliği içerisindedir. Bu örgütler, İran’ın bölgedeki askeri ve siyasi nüfuzunun temel taşlarını oluşturmaktadır. Haşdi Şabi, Hizbullah (Irak ve Lübnan’da), Asaib Ehl-i Hak, Fatimiyyun Tugayı, Zeynebiyun Tugayı, Usbetu’s-Sa’irin, Kabdetu’l-Huda, Bedir Tugayları, Mehdi Ordusu bu örgütlerden bazılarıdır. Tüm bu gruplar İran Devrim Muhafızları tarafından koordine ediliyordu. İran’ın bölgedeki mezhepçi politikalarının silahlı uzantıları olan bu gruplar, binlerce masum insanın hayatını kaybetmesine, yerinden olmasına ve bölgenin daha fazla kan gölüne dönmesine neden olmuştur.
İran’ın Şii eksenli jeopolitik stratejileri, özellikle Kafkasya bölgesinde kendini açıkça göstermektedir. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik saldırıları sırasında İran’ın takındığı tutum olmuştur. İran, bu süreçte Ermenistan’a açık destek vermekle kalmamış, askeri yardım sağlayarak bölgedeki güç dengelerini doğrudan etkilemeye çalışmıştır. Bu destek, İran’ın bölgedeki mezhepsel ve siyasi hedeflerinin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir.
Savaş sonrası dönemde, Azerbaycan’ın zaferiyle sonuçlanan müzakerelerde gündeme gelen Zengezur karayolu koridorunun açılması projesi, bölgesel iş birliği ve Türkiye’nin Türk devletleriyle bağlantısını kolaylaştıracak önemli bir adım olarak görülmüştür. Ermenistan’ın bu projeyi kabul etmesine rağmen, İran’ın sert tepki göstermesi dikkat çekicidir. İran’ın bu tutumu, bölgedeki Türk etkisini sınırlandırma ve kendi nüfuz alanını koruma stratejisinin bir parçasıdır.
İran’ın Ermenistan’a verdiği destek ve Zengezur koridoruna karşı çıkması, yalnızca mezhepsel faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaşıktır. İran, tarihsel olarak Azerbaycan’la derin kültürel ve etnik bağları olan bir ülke olmasına rağmen, Azerbaycan’ın Türkiye ile yakınlaşmasını ve Batı yanlısı politikalarını bir tehdit olarak algılamaktadır. Ayrıca, Zengezur koridorunun açılması halinde, İran’ın Nahçıvan üzerindeki etkisinin azalması ve Türkiye’nin bölgede daha fazla nüfuz kazanması ihtimali, Tahran yönetimini endişelendirmektedir.
Bugün İran’ın bölgedeki yalnızlığının ve dışlanmışlığının temel nedeni, bu tutarsız ve çıkarcı politikalarıdır. İran, eğer gerçekten Müslüman ümmetin bir parçası olduğunu iddia ediyorsa, önce kendi karanlık geçmişiyle yüzleşmeli ve mezhepçi yayılmacılıktan vazgeçmelidir. Aksi takdirde, İslam dünyasındaki itibarını tamamen kaybetmeye mahkumdur.
Ortadoğu coğrafyasında yaşanan trajedinin en acı paradokslarından biri, İran’ın Avro-Amerika ittifakının bölgedeki hegemonyasına hizmet eden politikalarıdır. 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgallerinde ve Suriye’de İran’ın yürüttüğü politikalar, takındığı ikiyüzlü tutum, bölgeye huzur ve barış getirmemiş, daha fazla kaos ve çatışma ortamını yaygınlaştırmış olduğundan dolayı stratejik bir ihanet olarak kayıtlara geçmiştir. Bunlara karşılık, Türkiye’nin İran’a uygulanan yaptırımlara rağmen ticareti sürdürmesi, arabuluculuk yaparak siyasi ortamı yumuşatması, Pakistan’ın enerji ihtiyacını İran’dan karşılama çabaları, Katar’ın İran’a yönelik diplomatik izolasyon girişimlerine karşı çıkması, Malezya ve Endonezya’nın uluslararası platformlarda İran’ı savunması, Pakistan’ın askeri ve siyasi desteği, Müslüman ülkelerin İran’a gösterdiği dayanışma örnekleridir.
İsrail’in, İran’a Nükleer silaha sahip olmaması gerektiği için saldırıyor olması İran’ın egemen devlet hakkına açık müdahaledir. Uluslararası hukuku ayaklar altında ezen/itibarsızlaştıran ABD-Batı ittifakı devletlerin güvenlik önlemlerini kendi çıkarlarına göre planlamayı hedeflemektedirler. Peki İsrail sahip olduğu nükleer silahlara hangi hukuka uygun olarak sahip oldu? Kendisinin sahip olduğu bir askeri güce başka bir ülkenin sahip olup olmamasının onay merkezi İsrail mi?
İsrail sadece Ortadoğu için değil tüm dünya için tehdit ve haydut bir devlettir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde “soykırım” suçuyla yargılanan bir terör devletidir. İsrail 7 Ekim’den bugüne altmış bin Gazzeli bebek, çocuk, kadın, ihtiyar herkesi katlediyor, hastaneleri, okulları, güvenli sığınma merkezlerini elinde silah olmayan sivil halkı her gün acımasızca katlediyor. Yüzbinlerce insan açlıktan ölüyor. Birleşmiş Milletler’ in (bu zaten Avro-Amerika’nın bütün kötülüklerinin meşruiyet merkezidir) hiçbir kararına uymadığı gibi Gazze’ye giden görevlileri dahi o bölgeye sokmuyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarmasına karşı ABD, AB ülkeleri ve İsrail’in mahkeme heyetini tehdit etmesi ve yaptırım uygulama kararı alması insanlık adına utanç verici bir tutumdur. Adalet, yargılama, ceza ve caydırıcılık gibi suçların önlenmesine yönelik bütün inanç ve güveni bu tutum yok etmiştir.
İsrail’in Gazze’de yürüttüğü askeri operasyonlar, uluslararası hukukun açık ihlalleri olarak kayda geçmiş ve insanlık vicdanını derinden yaralamıştır. Sivil altyapının sistematik bir şekilde hedef alınması, hastanelerin, okulların ve camilerin bombalanması, açlık ve susuzluğun bir silah olarak kullanılması, uluslararası toplumun sessizliği ve çifte standartları nedeniyle daha da vahim bir hal almıştır. Birleşmiş Milletler’ in etkisiz kalması, Batılı devletlerin İsrail’e koşulsuz desteği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararlarının bile göz ardı edilmesi, adalet sisteminin çöküşünü gözler önüne sermektedir. ABD ve AB’nin, mahkeme kararlarını tanımama ve İsrail yetkililerini koruma çabaları, küresel düzeyde hukukun üstünlüğü ilkesinin çiğnendiğinin en acı kanıtıdır. Dünya, Filistin halkının çektiği acılara kayıtsız kalmakla kalmıyor, aynı zamanda bu zulme ortak oluyor. İsrail’in işlediği suçlar karşısında cezasızlık kalkanı oluşturulması, gelecekte benzer katliamların yeniden yaşanabileceği korkusunu doğurmaktadır. İnsan hakları savunucuları, vicdan sahibi tüm bireyler ve devletler, bu adaletsizliğe karşı seslerini yükseltmeli ve uluslararası hukukun üstünlüğünü savunmalıdır.
İsrail’in İran’a yönelik saldırıları, yalnızca iki devlet arasındaki gerilimle sınırlı değil, aynı zamanda Siyonist ideolojinin bölgesel yayılmacı politikalarının bir yansımasıdır. İsrail, tarihsel olarak kendisini “vaat edilmiş topraklar” miti üzerinden meşrulaştırmaya çalışan ve bu doğrultuda saldırgan genişleme stratejileri izleyen bir devlettir. Evanjelist Hristiyanlarla kurduğu ittifak, bu yayılmacılığa dini bir kılıf sağlamakta ve küresel ölçekte destek bulmasını kolaylaştırmaktadır.
Bugün Gazze’de yaşanan katliamlar, Batı Şeria’da süren işgal ve İran’a yönelik provokatif saldırılar, İsrail’in nihai hedefinin yalnızca Filistinlileri değil, tüm bölgeyi kontrol altına almak olduğunu göstermektedir. Siyonizm, kendisini “seçilmiş halk” mitiyle besleyen ve bu uğurda her türlü şiddeti meşru gören bir ideolojidir. Dolayısıyla bugün Filistin halkının maruz kaldığı zulme sessiz kalanlar, yarın kendi topraklarında benzer işgallerle karşılaştıklarında şaşırmamalıdır.
Özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi İsrail’le normalleşme sürecine giren Arap devletleri, bu işbirlikçi politikalarının bedelini ağır ödeyebilir. Tarih, işgalci güçlerle uzlaşan yönetimlerin, eninde sonunda kendi halklarına karşı tehdit haline geldiğini göstermiştir. İsrail’in saldırganlığı durdurulmadığı takdirde, Lübnan, Suriye, Ürdün ve hatta Körfez ülkeleri de benzer tehditlerle karşı karşıya kalacaktır.
İran’da mevcut rejimin devrilerek Batı yanlısı bir yönetimin iktidara gelmesi, küresel güç dengelerini kökten değiştirecek stratejik bir dönüşüme yol açacaktır. Böyle bir senaryo, ABD ve Avrupa’nın bölgedeki askeri, siyasi ve ekonomik nüfuzunu katbekat artıracak, Türkiye’yi de kuşatılmışlık psikolojisine sürükleyecektir. Özellikle Türkiye’nin Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleriyle olan bağları zayıflayacak, enerji koridorları ve ticaret yolları üzerindeki etkisi ciddi şekilde kısıtlanacaktır.
İran’ın Batı bloğuna eklemlenmesi, Ortadoğu ve Asya’daki doğal kaynakların kontrolünü tamamen Batılı güçlerin eline geçirecek, bölgenin petrol, doğalgaz ve nadir toprak elementleri gibi stratejik zenginlikleri emperyalist çıkarlar doğrultusunda yeniden paylaştırılacaktır. Bu durum, Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’ni baltalayacak, Rusya’nın Güney Kafkasya ve Orta Asya’daki etkinliğini kıracak, Moskova-Pekin-Tahran hattının oluşturduğu direnç eksenini parçalayacaktır.
Ayrıca, İran’ın Batı kampına geçmesi, Rusya ile Çin arasındaki askeri ve ekonomik iş birliğini sekteye uğratacak, NATO’nun Asya-Pasifik’teki varlığını güçlendirecektir. Kuzey Kore gibi Batı karşıtı rejimler daha da izole edilecek, ABD’nin “Yeni Soğuk Savaş” stratejisi hız kazanacaktır. Türkiye, bu süreçte hem Batı’nın siyasi-askeri baskılarıyla karşı karşıya kalacak hem de Doğu’daki müttefiklerini kaybetme riskiyle burun buruna gelecektir.
Ancak unutulmamalıdır ki, İran halkının iradesi dışında dayatılacak bir rejim değişikliği, bölgede kalıcı istikrar getirmeyecek, aksine daha büyük kaoslara kapı aralayacaktır. Tarih, emperyalist müdahalelerin kısa vadeli kazanımlarının, uzun vadede yıkıcı sonuçlar doğurduğunu defalarca kanıtlamıştır. İran’ın Batı eksenine eklemlenmesi, İsrail’in işgalci ve yayılmacı politikalarını daha da pervasızlaştıracak, bölgedeki saldırganlığını sınır tanımaz bir noktaya taşıyacaktır. Bugün Gazze’de, Batı Şeria’da ve Lübnan’da uyguladığı katliam politikalarını, İran’ın etkisizleştirilmesiyle birlikte çok daha geniş bir coğrafyaya yayacaktır. İsrail, tarih boyunca Filistinlilere karşı uyguladığı etnik temizlik, yerleşimci kolonyalizm ve devlet terörü stratejileri, Ortadoğu ve Asya bölgesinde siyasal-toplumsal direniş ekseninin zayıflamasından yararlanarak daha da derinleştirecektir.
Batı’nın İran üzerinde tam kontrol sağlaması, İsrail’e yalnızca askeri değil, aynı zamanda siyasi ve ekonomik bir avantaj sağlayacaktır. İran’ın direnç kapasitesinin kırılması, İsrail’in Türkiye, Pakistan, Suriye, Irak, Mısır, Yemen, Körfez ülkeleri ve hatta Orta Asya’da daha fazla sabotaj, suikast ve istikrarsızlaştırma operasyonları yapmasının önünü açacaktır. Hedef ülkelerdeki meşru iktidarları devirmek için toplumsal kaos hareketleri, darbeler yapabileceği gibi özellikle terör örgütleriyle iş birliği yapmaktan çekinmeyecektir. Bugün PKK, FETÖ ve benzeri yapıların nasıl Batı destekli operasyonlarda kullanıldığı ortadayken, İran’ın düşmesiyle birlikte bu tür karanlık operasyonlar daha da artacaktır.
Ayrıca, İsrail’in ekonomik saldırganlığı da bu süreçte devreye girecektir. Bölgenin enerji kaynakları, ticaret yolları ve stratejik altyapı projeleri üzerinde tek taraflı kontrol kurmak için siber saldırılar, finansal yaptırımlar ve ticari ablukalar yoğunlaştırılacaktır. Türkiye gibi bağımsız politika izlemeye çalışan ülkeler, İsrail-Batı ittifakının ekonomik sabotajlarıyla daha fazla karşı karşıya kalacaktır.
Gerçekten de son yıllarda yaşanan küresel gelişmeler, Batı’nın tek kutuplu dünya düzeninin sarsıldığını ve çok kutuplu yeni bir jeopolitik denklemin şekillendiğini gösteriyor. Çin’in ekonomik ve askeri yükselişi, Pakistan’ın nükleer gücü ve stratejik konumu, Türkiye’nin bölgesel liderliği ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın giderek güçlenen iş birliği, Batı’nın küresel hegemonyasını tehdit eden unsurlar haline gelmiştir. Özellikle Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta terörle mücadelede gösterdiği kararlılık, Libya’daki etkin rolü ve Körfez ülkeleriyle geliştirdiği stratejik ortaklıklar, Batı’nın Ortadoğu’daki geleneksel nüfuz alanlarını daraltmıştır.
Batı, bu yeni dengeler karşısında eski hegemonyasını korumak için İran’ı bir kırılma noktası olarak seçmiştir. İran’ın Batı yanlısı bir rejimle değiştirilmesi projesi, yalnızca Ortadoğu’yu değil, Asya’nın tamamını etkileyecek bir domino etkisi yaratmayı hedefliyor. Çünkü İran, Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin kritik bir halkası, Rusya’nın Güney Kafkasya’daki en önemli müttefiki ve Türk dünyasıyla Asya arasındaki stratejik bir köprüdür. İran’ın Batı kontrolüne girmesi, Çin’in enerji güvenliğini tehlikeye atacak, Rusya’nın güney savunma hattını zayıflatacak ve Türkiye’nin Doğu’ya açılımını sekteye uğratacaktır.
Batı’nın bu hamlesi aynı zamanda Türk Devletleri Teşkilatı’nın yükselişini engellemeye yönelik bir stratejidir. Eğer İran üzerinden bölgede bir kaos sarmalı başlatılırsa, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya ile olan bağları zayıflatılabilir. Böylece Batı, Türkiye’yi çevreleme politikasını daha etkin bir şekilde uygulayabilir. Ayrıca Pakistan’ın Çin ile olan stratejik iş birliği de İran üzerinden manipüle edilmeye çalışılacaktır.
İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının arkasında yatan gerçek neden, “güvenlik tehdidi” iddialarından çok daha derin bir stratejik hesaplaşma yatmaktadır. Siyonist ideoloji ile Hristiyan Evanjelizminin tehlikeli ittifakı, Ortadoğu’da kalıcı bir kaos senaryosunu hayata geçirmeyi amaçlamaktadır. Bu ittifak, İsrail’in işgalci politikalarını meşrulaştırmak için dini motifleri kullanırken, aynı zamanda Batı’nın küresel hegemonyasını yeniden tesis etme planlarının da bir parçasıdır. Evanjelistler, İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” üzerindeki yayılmacı politikalarını kutsal bir görev olarak görmekte ve bu uğurda Ortadoğu’da sürekli bir savaş senaryosunun gerekli olduğuna inanmaktadır. İsrail de bu dini fanatizmden faydalanarak, saldırgan politikalarını uluslararası arenada meşrulaştırmaya çalışmaktadır. İran’a yönelik saldırıların arkasında da bu ideolojik motivasyon vardır. İsrail, İran’ı bir “varoluşsal tehdit” olarak gösterse de asıl amaç, bölgedeki direniş eksenini parçalamak, “Büyük İsrail Projesini” gerçekleştirmek ve Batı’nın kontrolüne açık bir Ortadoğu yaratmaktır. Ancak özellikle İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü katliamlar/soykırım ve insan hakları, savaş suçları çok farklı inanç ve kültüre sahip milletleri dahi Siyonizm ve İsrail’in planları konusunda uyanışa, bilince sebep oldu. İsrail çok uzun yıllarca bu toplumsal hafızayı silemeyecek ve bunun etkisinde kalacaktır.
İsrail’in İran’a yönelik son saldırıları, Siyonist rejimin askeri kapasitesi konusunda beklenmedik gerçekleri ortaya çıkarmıştır. İran’ın karşı saldırıları, İsrail’in “yenilmez” imajını derinden sarsmış ve Tel Aviv yönetiminin savunma sistemlerinin aslında ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne sermiştir. Özellikle İran’ın füze ve drone saldırılarının İsrail hava savunmasını aşması, bölgedeki güç dengelerini yeniden düşünmeyi gerektiren kritik bir gelişmedir.
ABD’nin İran’ın nükleer tesislerini vurması, Ortadoğu’da yeni bir gerilim dalgasını tetikleyen kritik bir gelişmedir. Bu saldırı, İran-İsrail çatışmasının doğrudan ABD’ye sıçradığını gösterirken, bölgesel savaş riskini de artırmıştır. Ancak operasyonun stratejik etkileri, Washington’ın beklediği gibi olmayabilir. ABD saldırıları, İran’ın belirli nükleer tesislerinde önemli hasara yol açmıştır. Ancak Tahran yönetiminin son yıllarda nükleer faaliyetlerini “dağınık ve yeraltı tesisleri” şeklinde konumlandırdığı biliniyor. Bu nedenle, yapılan bu saldırılar, programı tamamen durdurmaya yetmeyebilir. Bazı bilgiler, analizler, İran’ın önceden uranyum zenginleştirme ekipmanlarını ve stoklarını güvenli yedek tesislere taşıdığını öne sürüyor. Eğer bu doğruysa, ABD saldırıları sadece boşaltılmış binaları vurmuş, İran’ın nükleer kapasitesine kalıcı bir darbe vuramamış olabilir. İran, geçmişte de sabotaj ve saldırılara rağmen nükleer altyapısını hızla onarabildi. ABD’nin bu hamlesi, Tahran’ı daha fazla uranyum zenginleştirmeye ve savunma tesislerini derinleştirmeye itebilir. ABD, Ukrayna Savaşı’nda Rusya’yı “uluslararası hukuk ihlali” ile suçlarken, kendisi İran’ın egemenliğini açıkça ihlal etmiştir. Konunun çok ilginç yönü ise, ABD ulusal istihbarat direktörünün “İran’ın nükleer silah yapmadığını” ifade etmesine karşılık bu saldırının yapılmış olmasıdır. Biz bu senaryoyu ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde de yaşamıştır. Bu saldırı, İsrail’e psikolojik destek sağlasa da, İran’ın nükleer programını durdurmayacaktır. Saldırılar, İran’ın “Batı’ya karşı direniş” söylemini güçlendirirken, bölgede “intikam çemberini” genişletecektir.
ABD’nin İran’ın nükleer tesislerini vurması, uluslararası diplomasinin çöktüğünü ve güç politikalarının yeniden hüküm sürdüğünü gösteren bir dönüm noktasıdır. Bu hamle, İran-İsrail gerilimini daha büyük askeri bir çatışmaya ve psikolojik olarak derin bir intikam duygusuna dönüştürürken, aynı zamanda ABD’nin “savaşları bitirme” iddiasının tamamen inandırıcılığını yitirdiğini de kanıtlamıştır. Özellikle Donald Trump’ın bundan sonra “başka bir bölgede savaşı durdurma” vaadiyle ortaya çıkması, artık hiçbir devlet nezdinde güvenilir bulunmayacaktır. Çünkü ABD’nin İran’a saldırısı, açıkça gösterdi ki Washington’ın politikaları artık ulusal çıkarlardan ya da istikrar arayışından değil, Siyonist ve Evanjelist lobilerin ideolojik dayatmalarından besleniyor. Bu durum, özellikle küçük ve orta ölçekli devletlerin Batı liderliğindeki uluslararası sisteme olan güvenini derinden sarstı. Artık hiçbir ülke, ABD’nin arabuluculuğuna ya da “barışçıl çözüm” vaatlerine samimiyetle inanmayacak. Çünkü bugün İran’a yapılan, yarın başka bir ülkenin başına gelebilir.
ABD’nin İran’a saldırısı sadece bir askeri operasyon değil, yeni bir küresel kaos döneminin başlangıcıdır. Diplomasinin çöktüğü, güvenin yok olduğu ve devletlerin silahlanma yarışına girdiği bu dönemde, asıl kaybeden uluslararası hukuk ve barış umutları olacaktır. ABD, kısa vadeli askeri bir “başarı” elde etmiş görünebilir, ancak uzun vadede kendi inşa ettiği uluslararası düzeni kendi elleriyle yıkmıştır. Bundan sonra hiçbir ülke masaya oturup anlaşma yapmaya güvenmeyecek, her devlet kendi gücüne güvenmek zorunda kalacak. Bu da dünyayı daha çatışmalı, daha istikrarsız ve daha tehlikeli bir geleceğe sürüklüyor. ABD’nin bu saldırısının beklenen diğer bir sonucu, bölgesel ittifakların daha da radikalleşmesi ve yeni cephelerin oluşmasıdır. İran, artık kendisini doğrudan hedef alan bir ABD-İsrail ittifakına karşı Çin ve Rusya ile stratejik iş birliğini hızlandıracaktır.
Öte yandan, İran’ın İsrail karşısında gösterdiği direnç, bölgedeki diğer aktörler için de önemli mesajlar içermektedir. İran’ın askeri kapasitesi ve kararlılığı, Filistin direnişinden Yemen’deki Husi hareketine kadar pek çok gruba moral ve stratejik destek sağlamıştır. İsrail ve ABD karşıtlığı ve İsrail’in işgalci politikalarına karşı tepki yükselmiş, çevre ülkeleri arasında İsrail yayılmacılığına karşı daha güçlü iş birliği fikrini ortaya çıkarmıştır.
ABD’nin İsrail’i kurtarmak için devreye girmesi, aynı zamanda Washington’un bölgedeki itibarını da zedeleyecek bir hamle olmuştur. Çünkü ABD’nin İsrail’e olan desteği, Arap dünyası başta olmak üzere pek çok ülkede tepkiyle karşılanmaktadır. ABD’nin İran’a karşı doğrudan askeri müdahalesi, bölgedeki anti-Amerikan duyguları-tepkileri daha da körükleyecek ve Çin-Rusya ekseninin etkisini artıracaktır. Bunun akabinde Batı bloğundaki ülkelerde emperyalist politikalara karşı intikam içerikli saldırıların ortaya çıkması beklenen sonuçtur. Bu ise dünya siyasetinde yeniden işgal ve terör sarmalını ortaya çıkaracaktır. ABD’nin, İran’a doğrudan saldırısı bölge ülkelerini de farklı bir politik-askeri konum almaya yöneltecektir.
İran’ın İsrail ve Batı bloğu karşısında yaşadığı bu kritik sınav, Tahran yönetimine çok boyutlu bir stratejik özeleştiri yapma zorunluluğu getirmektedir. Özellikle Sünni dünyayla yaşanan tarihsel gerilimler ve mezhepsel yayılmacılık politikaları, İran’ı bölgede yalnızlaştıran en büyük handikap olmuştur. İran’ın, Türkiye’de PKK, Yemen’de Husiler, Lübnan’da Hizbullah, Suriye ve Irak’taki Şii milisler üzerinden yürüttüğü terör ve kaos politikaları, birçok Müslüman ülkede İran’a karşı derin bir güvensizlik oluşturmuştur. Batı ittifakı da tam olarak bu kırılgan noktayı yani Müslüman devletlerin ve toplumun İran’a karşı güvensizlik ve tepki durumunu kullanarak, İran’a yönelik saldırılarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Filistin’in-Kudüs’ün savunulması sadece Şiilerin değil, tüm Müslümanların ortak meselesidir. İran’ın bu konuda küresel dengeleri daha iyi analiz ederek, samimi adımlar atması, Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan ve diğer Müslüman ülkelerle ilişkilerinde yeni bir sayfa açabilir. Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Afganistan, Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerle ilişkilerde istihbarat operasyonları, siyasal-toplumsal kaosu tetikleyen bölücü grupları destekleyen politikalar ve mezhepsel müdahaleler yerine karşılıklı saygıya dayalı iş birliği modelleri geliştirilmelidir. Özellikle Türkiye ile enerji, ticaret ve güvenlik alanlarında derin stratejik ortaklıklar kurulmalıdır. İran’ın bu dönüşümü gerçekleştirememesi durumunda, Batı-İsrail ittifakının İran’ı bölgede tamamen izole etme planları başarıya ulaşacaktır. Özellikle Arap dünyasında İran karşıtı söylemlerin güçlenmesi, Tahran’ın elini daha da zayıflatacaktır. Ancak İran’ın samimi bir şekilde mezhepsel ayrımcılıktan vazgeçmesi halinde, Türkiye öncülüğündeki yeni bir Müslüman devletler/toplumlar dayanışma ekseni içinde önemli bir aktör olabilir.
İsrail ve Batı emperyalizminin Ortadoğu’da kurduğu işgal ve sömürü düzeninin devamı, bölge ülkelerinin parçalanmışlığına ve zayıf kalmasına bağlıdır. Bu nedenle Müslüman coğrafyasındaki her türlü mezhepsel, etnik ve siyasi ayrılık, Siyonist projenin ayakta kalmasını hatta daha da yaygınlaşmasını sağlayan en önemli unsurdur. İran’ın yaşadığı bu askeri ve diplomatik kriz, aslında tüm İslam dünyası için kritik bir uyanış çağrısıdır.
Gerçek şu ki, İran’ın bölgesel politikalarında köklü bir değişime gitmesi, yalnızca kendi ulusal güvenliği için değil, Filistin davasının geleceği ve Ortadoğu’da Avro-Amerika sömürgeciliğinin sona ermesi açısından da hayati önem taşımaktadır. Bugün Gazze’de yaşanan insanlık trajedisi, Müslüman ülkelerin bölünmüşlüğünün sonucudur. İsrail’in cesareti, doğrudan bu bölünmüşlükten kaynaklanmaktadır. Eğer İran, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan ve diğer Müslüman ülkeler ortak bir savunma ve ekonomik iş birliği ittifak bloğu kurabilseydi, bugün Ortadoğu ve Filistin’in statüsü çok daha farklı olurdu.
Unutulmamalıdır ki, emperyalist güçlerin en büyük korkusu, Müslümanların tarihten ders alarak, batı emperyalizmine karşı birleşmeleri, iş birliği yapmaları, güçlü askeri-ekonomik-kültürel bir blok oluşturmalarıdır. Türkiye küresel platformda edindiği güç, itibar ve tecrübesiyle beklenilen ittifak bloğunun öncüsü, bölgenin de lideri olarak tarihte yeni bir sayfa açacaktır.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)