Şimdi Birlik Zamanı
İşbirliği işleri geliştirmek ve daha iyi rekabet edebilmek için şart. Fakat Türk ticaret hayatında kolay değil...
50 yıl önce tanıdığım ve bir daha hiç görüşemediğim
İbrahim BALCIOĞLU isimli bir genç, dün posta yoluyla bana ulaşan Berfin Bahar adlı aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisinin bu ayki 330. sayısında 50 yıl önceki Hüseyin Erkan’ı anlatmış.
Sevgili Ibrahim BALCIOĞLU’na şahsım hakkındaki çok kıymetli düşünceleri için teşekkür ederek bu güzel yazısını sizlerle de paylaşmak istedim:
İstanbul’un merkez ilçelerinden biri de Gaziosmanpaşa’dır. Ve bu ilçe sınırları içinde Küçükköy adlı bir mahalle, bir semt…
Adı aldatmasın sizi. Küçükköy, adı gibi küçük değildir. Yarım yüzyıl önce bile bağımsız bir belediyesi, ortaokulu, lisesi, pratik kız sanat okulu vardı. Sözgelişi ben 1971’de Küçükköy Vefa Poyraz Lisesi ortaokul birinci sınıf öğrencisiydim. Yani 54 yıl önce…
Yıllar yıllar var ki ziyaret edememiştim okulumu. İki ay kadar önce gittim, ilk kez. Milli Eğitim Müdürlüğü ve İlim Yayma Cemiyetinin ortaklaşa düzenlediği “Arif Nihat Asya Şiir Dinletisi”ne davetliydim. Eski okul binamız “Depreme Dayanıksız” gerekçesiyle iki yıl önce yıkılmıştı. Yerinde modern bir bina yükseliyor şimdi.
Şiir dinletisinin yapılacağı gün, okulun konferans salonunda öğrenciler, öğretmenler ve biz konuklar yerlerimizi aldıktan sonra sıkıcı olmayan kısa bir açış konuşması ile başladı program. Öğrenciler şairimizin Bayrak, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Dua, Fetih Marşı, Naat, Anne, Kalk Yiğidim gibi birbirinden güzel şiirlerini başarıyla seslendirdiler.
Evet, evet de benim gönlüm 50 yıl öncesinde dolaşıp durdu hep. Çünkü 50 yıl önce orta, lise olarak altı yıl okudum; bu okulda ben. Kapısından girer girmez birer birer canlandı anılarım. Onlardan biri daha çok iz bırakmış; bende nedense:
Ortaokul ikinci sınıf öğrencisiydim; 1972’de. O yıl okulumuza yeni atanan genç bir öğretmen girmişti; Türkçe dersimize. İnce uzun boylu, düzgün giyimli, güzel konuşan, güler yüzlü bir öğretmen… Bazıları gibi, bir yanlışımızı görse hemen kızıp bağırmıyordu. Tokat atıp hakaret etmediği gibi saçımızı, kulağımızı da çekmiyor; nerdeyse her derste güzel bir şiir de okuyordu bize.
Çantasında ders dışı kitaplar, dergiler, gazeteler… Bunlardan seçip beğendiklerini bizimle paylaşmaktan zevk duyuyordu. Soru sormamızı, bir şeye evet ya da hayır demeden önce biraz düşünmemizi, düşündüğümüzü korkmadan, bağırıp çağırmadan ve kimseyi aşağılamadan söylememizi istiyordu. Ayrıca öykü, roman gibi kitaplar okumamız, duygu ve düşüncelerimizi yazmamız için yüreklendiriyordu bizi.
Ne güzel ki, üçüncü sınıfta yine o giriyordu Türkçe dersimize. Sonbaharı ortalamış, kışa yaklaşmıştık iyice. Önceki yıl bekâr olan öğretmenimiz, ders yılı başında sade bir nikâh töreniyle evlenmişti; kız meslek lisesi öğretmeni güzel bir hanımla.
Bir hafta sonu Cağaloğlu’nda kitapçıları dolaşıp dönerken Milli Türk Talebe Birliği binasının kapısında “Liseler Arası Şiir Okuma Yarışması” diye bir ilan görür. Dikkatle okur. Bir hafta sonra o binadaki salonda yapılacakmış yarışma. Pazartesi derse girmeden önce okul müdürümüz Kâzım Yedekçioğlu’nun odasında alır soluğu. Haberi verip, “Biz de katılalım müdür bey!” der.
“Bu duyuru, Milli Eğitim Müdürlüğünce bir ay önce bildirildi bize. Ama ben size duyurmadım.” deyice müdürümüz:
“Ama niçin duyurmadınız?”
“Yüz yılı aşkın onca ünlü ve köklü liselerle henüz iki yıllık bir gecekondu semtinin öğrencileri nasıl yarışabilir Erkan Bey? Üstelik ülkemizin en seçkin ve en başarılı gençleri okuyor; o okullarda. Onların karşısında ezilip üzülmemeniz için duyurmadım.” dese de müdür, “Kültür ve Edebiyat Kolu Rehber Öğretmeni” sıfatıyla yarışmaya katılmakta ısrar edince öğretmenimiz:
“Peki, nasıl istersen!” der müdürümüz, gönülsüzce…
O gün ilk dersimizde anlatıp bunları bize:
“Yarışmaya katılmak isteyenler son dersten sonra okulda kalsın.” dedi.
Şiirle başlayıp şiirle bitirdik; o günkü dersimizi.
Son dersten sonra, son sınıf öğrencilerinden abi ve ablaların da katıldığı denemede ortaokul 2. sınftan Ümit Altın hak etti; yarışmaya gitmeyi.
O hafta sonu öğretmenimiz yanında eşi Güler Hanım, Ümit ve ben dahil dört arkadaş Küçükköy’den atladık bir minibüse. Son durak olan Beyazıt yakınındaki Vezneciler’de indik. Geç kalmamak için hızlıca adımlarla İstanbul Üniversitesinin önünden Kapalıçarşı’ya girip Nuruosmaniye kapısından çıktık. Biraz daha yürüyüp o zamanlar Cağaloğlun’da olan Hürriyet gazetesi önünden valiliğe doğru yürüyüp sol koldaki MTTB binasına ulaştık.
Bayram yeri ya da miting alanı gibiydi; kız-erkek liseli gençlerle dolu salonun içi. Özellikle Galatasaray Lisesi öğrencilerinin sesi öteki liseleri bastırıyordu. Biz kendimize zor bela bir yer bulurken, öğretmenimiz eşi ve Ümit’le birlikte öne doğru yürürdüler.
Yaklaşık on, on beş dakika sonra sahneye bir bey çıkıp mikrofon başına geçerek yarışmanın biraz sonra başlayacağını duyurdu. Okullar alfabetik sırayla çıkıp her liseden bir öğrenci bir şiir okuyacak; sonucu ünlü şair, yazar ve yayıncılardan oluşan bir jüri belirleyecekti. Bu duruma göre bizim sıramız ortalarda sayılırdı.
Ve yarışma başladı. Her lise Yahya Kemal, Mehmet Âkif, Faruk Nafiz, Orhan Şaik Gökyay, Arif Nihat Asya, Ahmet Muhip Dıranas, Orhan Veli, Attilâ İlhan, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi ünlü şairlerin ünlü şiirlerini seçmişlerdi.
“Şimdi sıra Küçükköy Vefa Poyraz Lisesinde… Yarışmacı Ümit Altın…” dedi sunucu. Yavaş yavaş gelip Ümit geçti, mikrofonun başına. Salonda bir gülüşme başladı ama. Çünkü bu bir liseler arası yarışmaydı. Oysa karşılarındaki zayıf, çelimsiz, bacak kadar bir ilkokul çocuğu… Sunucu hemen gelip çok yükseklerde olan mikrofonu sonuna kadar indirdi. Başlamak için hiç acele etmedi arkadaşımız.Salondaki herkesin kendisini dinlemeye hazır olmasını bekledikten sonra:
“Şimdi size, Sizi Bilmem adlı bir şiir okuyacağım.” dedi.
Bir kâğıt vardı elinde ama ona değil, dinleyicilerin gözlerinin içine baka baka başladı okumaya:
SİZİ BİLMEM
Sizi bilmem
Sabahları severim ben
Apaydınlık sabahları…
Vurup tekmeyi geceye
ölümcül uykuya
Var olduğumu
soluk aldığımı
yaşadığımı
bilmenin tadına
doyamam!
Sanırım ki biraz önce yarışmacının boyuna posuna bakıp gülerek onu küçümseyenler yanıldıklarını anlayıp daha bir çeki düzen verdiler kendilerine. Devam etti Ümit:
Sizi bilmem
Sarışın kızları severim ben
ya da kumral
Zeytin gözlü
tay bakışlı…
Sözcük sözcük dökülen Türkçemin
Pınar pınar çağladığı
Türkülerimin güldüğü
Türkülerimin ağladığı
dudaklarından
severim
öpmeyi.
Salonu gözden geçirince gördüm ki, ‘vay anasını!’ der gibi pür dikkatti herkes:
Sizi bilmem
Yiğitlik öykülerine bayılırım ben
En amansız zalimlere
yönetimlere
baş kaldırışlara…
Bilimin
özgürlüğün
bağımsızlığın
Yalın kılıncını kuşanıp
Demir yumruğunu balyozca vuranlara
hayranım ben!
Ama beni en çok etkileyen Ümit’in bundan sonra okuduğu şu bölüm olmuştu:
Sizi bilmem
Gözleri şimşek şimşek çakıp
Karanlığı delenleri
Uykumu bölenleri
severim ben.
Altını değil altın yürekleri
Kan için duman için
Yaldızlı giysilere bürünmüş savaşları değil
Alın teriyle büyümüş
başakları severim ben!
Daha önce hiçbir yerde duymadığım, hiçbir antolojide okumadığım bir şiirdi bu.
Nedendi acaba? Hani ben de severdim şiiri, ben de anlardım ya şiirden biraz!
Derken, sanki içimden geçeni bilmiş gibi ipucu verdi şairin kendisi:
Sizi bilmem
Menteşbey köyünden Akseki’nin
Özgür bir ozanım ben.
Topraktan gelir köküm
Toprağa dönük meyvem
Bakıp kimsesizliğime
İnce boynuma
saz benzime
Gücüme gülenlere şaşarım ben
Beş bin yılın tomurcuklarıdır
açan dudaklarımda
Renk renk
Koku koku
ışık ışık
Dağları
denizleri
sınırları aşarım ben
Bir gün gelir
gelir bir gün
gönüllerde yaşarım ben!
Son yarışmacı da şiirini okuduktan sonra sıra geldi; sonuçların açıklanmasına. Salonda heyecan dorukta… Jüri başkanı çıktı sahneye. Kısa bir önsözden sonra başladı, kazananları açıklamaya:
“BİRİNCİ: İstanbul Erkek Lisesi…”
Yarışma yapılan semtteydi zaten bu lise. Dolayısıyla pek çok öğrencisi vardı salonda. Alkışlar, alkışlar… Attilâ İlhan’ın Türkiye adlı ünlü şiirini çok güzel okumuştu; birincilik kupasını kazanan. Jüride olsam ben de ona verirdim birinciliği. Lise son sınıf öğrencisi olan o abinin mikrofonik bir sesi vardı. Ayrıca TRT İstanbul Radyosu Çocuk Saati Sanatçısı olduğunu da öğrenmiştik.
“İKİNCİ: Kadıköy Kız Lisesi…”
Bu liseden güzel bir abla, Mehmet Âkif Ersoy’un Küfe adlı öykümsü bir şiirini seslendirmişti. Bence Ümit’in hakkıydı ikincilik. Ben kimim ki, jüri üyelerinden daha iyi bileyim! Öyle uygun bulunduysa öyledir elbet.
Sıra geldi; üçüncüyü açıklamaya. Güm güm atıyordu yüreğim. Ya adımız söylenmezse burada da! İsyan ederdim vallaha!
“ÜÇÜNCÜ: Küçükköy Vefa Poyraz Lisesi’nden ‘Sizi Bilmem’ adlı şiiri çok güzel okuyan Ümit Altın…” denince dünyalar benim oldu.
O küçük, sevimli ve yetenekli kardeşimiz o günkü başarısıyla lisemize ÜÇÜNCÜLÜK kupasını kazandırarak göğsümüzü kabarttı.
“Neden son sınıflardan bir abi ve bir ablayı değil de gidip o çocuğu seçti öğretmenimiz?” diye düşünenler, yanıldıklarını anladılar mı, bilmem. Ama “Övünmek Gibi Olmasın Kayseriliyim” kitabının yazarı Müdürümüz Kâzım Yedekçioğlu, lisemizin bu yarışmada üçüncülük kupası kazanmasına çok sevinmişti.
“Sizi Bilmem şiirinin yazarı kim?” diye mi soruyorsunuz?
O, bize şiiri ve kitap okumayı sevdiren Türkçe öğretmenimizdi işte! Hiçbir antolojide görmediğim bu şiir, çok sonraları yayımlanan Yaşamak Sanatı adlı kitabında var yalnızca.
Ne yazık ki, o ders yılının sonunda İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü Müdür Yardımcısı olarak atandığı için ayrılmak zorunda kaldı okulumuzdan.
Bir süre önce Küçükköy Vefa Poyraz Lisesindeki “Arif Nihat Asya Şiir Dinletisi”ndeydim ben ama gönlüm 50 yıl öncesinde Beyazıt, Kapalıçarşı, Nûruosmaniye ve Cağaloğlu’nda çınarları döktüğü yapraklardaydı.
Benim gönlüm, onca ünlü liseyi geride bırakıp okulumuza üçüncülük kazandıran Ümit Altın’da, sevgili arkadaşlarımda ve Türkçe Öğretmenimiz Hüseyin Erkan’daydı.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)