Gönlüm Hep Seni Arıyor
Seni sevmek ne suçmuş ki?
Sene 1978.
Temmuz 15.
Haftada altı gün inşaatta çalışıyorum.
Cebimde biraz para var.
Mehmet’i özledim. Bir görsem mi acaba…
Yola çıkıyorum.
Abim Bozdoğan’da sağlık memuru.
Garaj, otobüs, Nazilli, dolmuş ve Bozdoğan.
Öğleden sonra yola çıkıp saat beş buçukta Bozdoğana geliyorum.
Mehmet beşikte.
Uyandırıp sarılıyorum.
Çok güzel kokuyor. Tıpkı oğlum Hamîd’in, Kızım Nezahat’in kokusu gibi.
Bu koku, öteleri hatırlatıyor. Yahut evveli..
*
Kapı açılıyor, Abim geliyor ve eşikte yığılıp kalıyor.
*
Seneler sonra başka bir eşikte de yığılıp kalacak ve yine düştüğü eşikte dirilecek!
*
“Ölüyorum,” diyor.
Veterinerin kırmızı forduyla Bozdoğan’dan Nazilli’ye nasıl geldiğimizi şimdi pek hatırlamıyorum.
Nazilli Devlet hastanesindeyiz.
Abimi hemen ameliyata alıyorlar. Midesini açıp bakmak zorundalarmış. Ne kadar ilkel bir yöntem olduğunu şimdi anlıyorum. Muhtemelen ülserli bir yerinde mercimek büyüklüğünde delinme olmuş.
Cerrah; “kapattık! Kurtuldu,” diyor. Bağırsak gelip tıkamış, yoksa midenin özsuyu zehirleyip öldürürmüş!”
“Allah korumuş!” diye devam ediyor doktor. “Yiyecek danesi, görecek günü varmış!”
*
Hüseyin abi çay yapıyor.
Halis Rize çayı…
Abim yoğun bakımdan getirilip uyanınca rahatlıyorum.
Hüseyin Amca Hastahanede hastabakıcı imiş. Elimde Hallac’ın Tavasin’i duruyor. Gözü elimdeki Hallac’a takılıyor.
Bir yaşıma, bir de kitaba bakıyor.
Kasımda on sekizine gireceğim…1.84 boyunda, dal gibi bir gencim. Şaşırıyor.
“Bendeniz de Hallac’ın yolcularındanım,” diyor.
Bilen bir büyük görünce seviniyorum..
Çayları yudumlarken saatlerin nasıl geçtiğini bilemiyorum.
Hallâc Ene’l-Hak diyor!
Bu söz kafamı kurcalıyor. Zihnim allak bullak oluyor. Bir türlü anlayamıyorum.
“Ey bir bilen! Tut elim al kaldır beni!”
Hüseyin amca bu neyin nesi? Diyorum.
Ene’l-bâtıl mı deseydi? diyor. Ben bu sözlerden ne anlarım ki? diyemiyorum.
Beni sorularımla başbaşa bırakıyor.
*
Çay ocağında eski bir radyodan ince bir sızı gibi, bir inilti gibi ses geliyor. Şükran Ay’ın sesi…
Ses yüreğime değdikçe gözlerim nemleniyor:
“Beni canımdan ayırdı aaaah
Gönlümü yıktı temelden
Seni sevmek ne suçmuş ki
Bilmedim yandım ezelden”
Bu sözler beni çılgına çeviriyor.
*
Abim çağırıyor,
Mustafa!
Gözlerimdeki nemi, gömleğimin yeniyle siliyorum. Buyur abi diyorum.
-Abim maaşımı bankadan çekiver de yengen evin kirasını yatırsın!
Bu sözle dünyaya dönüyorum.
-Ah para! Sen ne kadar dünyaya benziyorsun, diyorum.
Şarkının son sözlerini içimden tekrarlıyorum:
Seni bana beni sana
Kavuştursun Ya Rab tez elden
Seni sevmek ne suçmuş ki
Bilmedim yandım ezelden aaah!
*
Hüseyin abi,
-Yarın nöbetim yok, yarından sonra gelirim, diyor.
-Konuşuruz!
Ertesi gün ve daha ertesi gün Hüseyin abiyi göremiyorum.
Soruyorum, soruşturuyorum, hastahanede Hüseyin diye bir hastabakıcının olmadığını söylüyorlar.
Yahu bu Hüseyin abi kim, nereye gitti, in mi cin mi, neyin nesi?
*
Dedemin sözleri aklıma geliyor:
Kalıp tabib, kalb habib ister!
Her yer tabib, fakat habib ortada yok diye kahroluyorum.
*
Bir yanlışlık var galiba diye altı ay sonra tekrar Nazilli Devlet hastahanesine gidiyorum. Hüseyin amcayı soruyorum. Yine aynı cevapla karşılaşıyorum.
“Böyle biri yok!” deniyor.
*
Sene 2002.
Baki Bey’in Necatibey’deki kitabevinde oturuyorum. Nazik, endamlı, güzel yüzlü bir kız geliyor. Adı Ayşe imiş.
-Mustafa Tatcı’nın kitaplarını arıyorum, diyor.
Baki Bey:
Kitapları yok, kendisi burada, diyor.
Muhabbet ediyoruz. Sen kimsin nerelisin?
-Nazilliliyim, Hüseyin…’in kızıyım diyor.
-Baban sağ mı diyorum, evet diyor.
-Benden selâm söyle, diyorum.
-Peki efendim, diyor.
*
Bir hafta sonra odamda oturup çalışıyorum. Her zaman yarısı açık olan kapım tıklıyor:
-Bendeniz Nazilli’den Hüseyin, diyen bir zat eşiğe duruyor.
Buyur gel, diyorum.
Çaylarımızı yudumlarken:
-Neden kayboldun diyorum?
Yutkunuyor, cevabı içinde saklıyor.
Ağlamaya başlıyor.
-Efendim, biz aradık, bulamadık! Bizi unutma!
*
titrek bir sesle şarkının geri kalan sözlerini mırıldanıyor:
Seni bana beni sana
Kavuştursun Ya Rab tez elden
Seni sevmek ne suçmuş ki
Bilmedim yandım ezelden aaah!
*
Hüseyin Abi beni de ağlatıyor
*
İşte böyle sadık kardeş, diyorum, işte böyle!
Arayan bulurmuş.
Bilmek yetmez! Diyorum…
Gönlüm Hep Seni Arıyor
Sene muhtemelen 1979, Zemheri ayındayız. Soğuk insanın iliklerine işliyor.
Âşık yine mâşuk derdinde…
Yine sabahlar olmuyor.
Ve dışarda lapa lapa kar yağıyor.
Yollar kapalı. Cankurtaran geçit vermiyormuş, diyorlar… Gidenler geri dönüyor.
Benim içim içime sığmıyor.
*
Dışarda yağan kar gönlümdeki yangını söndüremiyor. Çarşıya çıkıyorum. Sabaha karşı ortalık zifir karanlık.
İn cin top oynuyor.
Meydandaki ulu çınarın yapraklarından bir avuç kar alıyorum. Kocaman bir dalın üzerindeki biriken bütün karlar şıraaaaak! diye bir ses çıkararak üstüme düşüyor.
Üstüme düşen bu karlar bile gönlümdeki yangını söndüremiyor.
*
Uzakta Deli Ahmet’in gölgesi görünüyor. Bir ayağı çıplak, diğer ayağındaki pabuç sucuk gibi olmuş. Üstü sırılsıklam yaş…
-İdare ettiriverelim gayrı! diyor.
Eliyle bir avuç kar alıp dolmuşların kalktığı yerden Denizli istikametine doğru atıyor.
Onun bu hareketine bön bön bakıyor bir manâ veremiyorum. Kafamda bir tek düşünce var.
*
Gündüz dilime dolanan Neşet Ertaş’ın türküsüyle Deli Ahmet’in yanından uzaklaşıyorum.
-Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Ahmet bir avuç daha sulu kar alıp Denizli istikametine doğru atıyor.
Neşet Ertaş’ı baştan alıyor, sanki Ahmet’e bir meram anlatıyormuş gibi mırıldanarak tekrar ediyor ve eve yöneliyorum.
……..
Şu garip halimden bilen işveli nazlı
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Datlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
Hiç bir tabip bu yarama melhem olmuyor
Boynu bükük bir Garibim yüzüm gülmüyor
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
*
Sabah oluyor.
Sanki yazdan kalan bir gün gibi güneş yüzünü gösteriyor. Bir gün önce lapa lapa yağan kardan hiç bir eser yok.
*
Çarşıya çıkıyorum. Mehmet Ali Ağabey –Biz ona Dede Mehmet deriz.-, eli sırtında uzaktan görünüyor. Mübarek sanki Dedem Korkut günlerinden süzülmüş bir bilge. Yüzünde gevrek bir gülümsemeyle içimi titreten cümleyi söylüyor.
-Leyla dün buradaydı, sen neredeydin?
Gözlerimden iki damla yaş süzülüyor!
Ulan diyorum, kendi kendime:
-Leyla’nın burada olduğunu Allah’ın delisi biliyor sen bilemiyorsun! Bu ne biçim Mecnunluk! Yolda uyumak için mola veren Mecnun, kiraladığı Deveyi kaçırıyor, senin bu mecnundan farkın ne?
-Hay senin bu eciş-bücüş aşkının da…
*
-Üzülme diyor, Dede Mehmet.
-Üzülme!
-Sende bu aşk olduktan sonra Leyla da bulunur, dağ da delinir…
-Zemheride güneş doğdu.
-Yollar açıldı…
-Üzülme!
*
Mecnun Leyla dersini iyi çalışıyor, ezber ediyor.
Zemheri bahara dönüyor.
Ağaçlar meyveye duruyor.
Ve Mecnun Leyla oluyor.
*
Seneler sonra Deli Ahmet’i görüyorum.
-Gözlerine ak inmiş, görmüyor, diyorlar.
Köyün girişinde beni ilk o karşılıyor.
-Ahmet’in gözlerine ne olmuş, diye yine soruyorum:
-Görmüyor, diyorlar.
Görmüyormuş!
*
Ya işte böyle Sadık kardeş diyorum, işte böyle.
Allah’ın delisi biliyor ve görüyor da akıllılar göremiyor bilemiyor…
Ve hala yolda işaret arıyor.
*
Çıktım Kerpiç Duvara
Sene 1981.
İnşaattan dönüyorum. Eve gitmeden çoğu zaman yaptığım gibi bir çay içeyim diye düşünüyorum.
Park kahvehanesine geçiyorum.
Necati Ağabeyle Fevzi Ağabey köşede muhabbet ediyorlar.
Onlara doğru yöneliyorum. Dede Mehmet de uzaktan görünüyor.
Biz de yanlarına oturuyoruz.
Fevzi’nin gönlü şaha kalkmış bir at gibi. Mübarek hücrelerine kadar âşık.
*
Fevzi Ağabeye gene ne oldu da gönlü galeyana geldi diyorum. Mesele anlaşılıyor. Kulağıma boğuk sesli bir hoparlörden tiz bir feryat değiyor.
Çıktım kerpiç duvara
El ettim nazlı yare!
………………….
*
Kerpiç duvar taşlıdır
Yârim kalem kaşlıdır
Baktım o yar oturmuş
Yârim gözü yaşlıdır
*
Fevzi dile getirmese de ben biliyorum, içinden konuşuyor:
Eliyle kendisine işaret ediyor:
Bu kerpiç duvara çıkmadan nazlı yare el sallamak mümkün değil!
Gözlerinden iki damla yaş sızıyor.
Çayları son defa yudumluyoruz. Yağmur çiselemeye başlıyor.
Fevzi ağlıyor,
Gökler ağlıyor.
*
Çaresiz yine evin yolunu tutuyoruz.
Ev bizim sığınağımız!
Ev bizim dertlelimizden kaçtığımız yer!
*
İşte böyle Sadık kardeş diyorum, işte böyle!
Öz ağlayınca göz de ağlar!
Öz ağlayınca hava yağmur olur.
Yağmurun her damlası aşk olur.
Her aşk deryaya döner….
R
Otuz yedi sene sonra R’yi yine düşümde gördüm.
Kaşları yaya, gözleri kapkara iki zeytine benziyordu. Yine tebessüm ediyor, yine gönlümü çeliyordu.
Bir konferansçı gelmiş Mevlana’yı anlatacakmış, sen de gel dediler. Gittim, oraya gelmişti.
Konferans açık havada koca kavağın altında idi. Bir müsait yere, toprağın üzerine oturuvermişti. Toprağa oturuşu ve merakı hoşuma gitti. Adam bağıra bağıra Mevlânâ’yı anlatıyordu. Bir iki kelam söyleyecek oldum söyleyemedim. Sakin ol, Mevlânâ böyle anlatılmaz. O, sükut edenlerin dilidir diyecek oldum, vazgeçtim.
Pür dikkat konferansçıyı dinliyordu.
Adam bağırıyor, hiçbir şey anlatmıyor, konuyu bilmiyordu.
Susamış gibiydi R.
Belli ki bir şeyler öğrenmek istiyordu.
*
Adamın bağırtısından hiç lezzet almadım:
-Gel gidelim, dedim. Ben sana Mevlânâ’yı değil, Mevlânâ nasıl oluru öğreteyim…
Geldi.
Necatî ağabeyin evine doğru çıkmaya başladık.
Bunca senedir ne yaptın? Dedim.
Bir anlık sessizlikten sonra beklemediğim bir cevap verdi.
-Seninle hadi İtalya’ya gidelim.
Ne yapacaksın orada dedim?
-Hani gezeriz, keşfederiz, güzelliklerini ve sanatçılarını görürüz, dedi.
-Ne yapacaksın İtalya’nın güzelliklerini yahut sanatçılarını görüp de, sen kendini gördün mü, kendine gittin mi, kendini keşfettin mi ki İtalya’ya gidecek, oradaki güzellikleri keşfedeceksin, Şu İt…i, it al… İtalya…diye kekeledim. Diyeceğim şu idi ki:
-Şu İtalyayı gönlünden it, gönlüme dal ya!
Diyemedim.
Duraklayıp:
-Gidelim dedim.
-Ne zaman?
-Haftaya…
Olur, bir haftalığına gider geliriz, zaten Almanya’ya gidecektim oradan geçeriz…
Olmaz, elli sekiz gün! Dedi.
-Ne yapacaksın elli sekiz gün İtalya’da, sekiz gün yeter…
-Olmaz, dedi….
-Neyse düşünelim, dedim.
*
Lafı değiştirdim:
-Ha bu kadar senedir neler yaptın? Mısrî’yi sevdiğimi, okuduğumu unutmamışsındır. Ne diyordu hatırlıyor musun?
Unuttum, hatırlat, dedi.
-Nerden gelip gittiğini bilmeyenler hayvan imiş”
*
Burada hemen “ne kadar da sert ve abes bir cevap vermişsin, diye düşünmeyin. Düş bu, insanın gönül aynasına ne yansıyacağı bilinmez ki!
*
Devam ettim:
-Hadi, söyle bakalım, bunca senedir ne yaptın?
Kafası önünde yürüyordu. Hafif sağa döndürüp o eski mütebessim bakışlarıyla yüzüme baktı.
Hiç? Dedi.
*
Ona:
-Çorbayı beraber kaynatalım mı, diye sorduğum gün “Hayır!” dediğinde:
-Neden diye sormuştum. O gün de “Hiçbir nedeni yok!” demişti. Yine otuz yedi sene öncesine dönmüştük.
-Hiç!
Halbuki hiç’n hiçbir anlamı yoktu.
*
Gönlüm yine dalgalandı.
Meğer bu aşk denen şey meğer hiç bitmiyor, sadece külleniyormuş.
Küller savruldu, korlar açığa çıktı.
Yine ilk günkü gibi göz göze, gönül köze düştü.
Her halde gönül ile köz arasında bir ilişki olmalıydı. Tıpkı kül ile Küll arasındaki ilişki gibi…
Eskiden kalma ne varsa beynime hücum etti. Korlar savruldu…
Evinin önünden geçip günde yedi kere tavaf ettiğim zamanlara geri döndüm..
Ah neydi o günler. R’yı görüyor, başka bir şey görmüyordum. R’daki elif sonra peyda olacaktı. R’ içimde doğrulup elif olduktan sonra…
Her R’da bir elif gizli olduğunu sonra anlayacaktım.
*
Düş devam ediyor, düşün ardına düşmüş, yürüyorduk.
Necati Ağabeyin ahşap evine geldik.
Penceresi yarım yamalak açıktı. Eskisi gibi tıklatacak oldum. Vaz geçtim. O da benim gibi aşka giriftar olup iflah olmayanlardandı. Pencereden feryad eder gibi bir ses geliyordu. R’nın sevgisi içime bir hidrojen bombası gibi düştüğünde döne döne dinlediğim bir Neşat Ertaş klasiği geldi gönlüme bir hançer gibi yine saplandı.
Uğrun uğrun gaş altından bakınca,
Can telef ediyor gül Acem kızı
Seni seven oğlan neylesin malı,
Yumdukça gözünden döker mercanı.
Burnu fındık ağzı gayfe fincanı,
Şeker mi şerbet mi bal mı Acem kızı
Avrupa kurban olsun kara kaşına
İngiliz,Fransız değmez döşüne
Amerika, Belçika düşmüş peşine
Bir de Alman kurban bil Acem kızı.
*
Durduk, dinledik.
-Gördün mü dedim?
Ne İtalya’sı, sana bütün Avrupa ya Amerika kurban olsun!
Ağlıyordu…
*
Yüzüme baktı:
-Yürü git, bu aşk bitmez, böyle gider, dedi.
*
Deli Tahsin
Deli Tahsin de göçüp Hak’ta sırlandı
Kendisini en az 30 yıldır tanırdım. Zabıta emeklisiydi.
Uşak’a her gittiğimde kardeşimin çalıştırdığı Huzur eczanesine gelirdi. Ne olur ne olmaz, şimdi gelir diye, cebimde önceden parayı hazır bulundururdum. En geç bir iki dakika soluklandıktan sonra Tahsin abi içeri girer:
-Ooo, dostum gelmiş! Hakk dostum, Hakk! der boynuma sarılırdı. Sonra elindeki asâ veya baston ile yere vurur, ayakbasını gösterir:
-Eskidi, çıkaracağım artık, diye çıkarmaya çalışırdı. Fakir:
-Giy onu Tahsin abi, sen bize lâzımsın, nereye gidiyorsun? Diye cevap verirdim.
-O zaman değiştirelim, para ver derdi. Çıkarıp birkaç lira versem almazdı. İllâ kâğıt para olması gerekirdi. Çaresiz pazarlık eder, en küçük mikdar ile kurtarmaya çalışırdık.
Dedem rahmetliden vasiyetimiz vardı:
-Oğlum meczuplara fazla yakın durulmaz, doğrudan bir şey isterlerse pazarlık yaparsın, kabul etmezse, güçün yettiği kadar hizmetlerinde bulunursun, yoksa elini veren kolunu kurtaramaz, onlardan derdi.
*
Tahsin Abi, son yıllarda hep gitmek istediğinden söz etmeye başladı. Ölümü öldürmüş, ölmeden ölmüşlerdendi. Ne zaman öleceğini; nasıl öleceğini bilenlerden idi. Zamanı gelmiş olacak ki 20 ekim 2001 günü kendisine bakan yeğeni Mustafa’nın evine gittiğinde 17-18 yaşlarındaki kızına:
“Ölüm benim ayağımın altındadır, ne zaman istersem o zaman giderim! Demiş. Evden tam çıkarken de
“Ben gidiyorum gali hadi Allah’a ısmarladık!” diye devam etmiş.
Tahsin Abinin vuslatının ardından “yetmiş altı yaşında göçtüğünü” yazmışlar. Bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Nüfus cüzdanında 1935 tarihinde doğduğu yazılıydı. Fakat ben onu tanıdığımda nasılsa, otuz sene sonra da aynı idi. Muhtemelen 80’ini geçmişti. Sağlıklı görünüyordu. Arada dizlerini gösterip
“Ağrıyor”, diye belli belirsiz bir sızlamadan sonra onu söylemekten de vaz geçerdi. Gözleri az görmeye başlamıştı. Gözlüğünü temizletmekten çok hoşlanırdı.
Aşevinden aldığı bir öğün yemekle geçinirdi. Velev ki aşevinden gelen o yemek olmasa bile, dünyaya eyvallahı yoktu. Ekmek derdi için koşturanlardan değildi. Son yıllarda Uşak’ın özel sektörünün yahut Belediyesinin hamle üstüne hamle yapıp şehirleşme ve zenginleşmedeki gözle görünen hızının arkasında onun duası vardı. Zabıta emeklisi olduğu için maaş alıyordu. Aşevinden yediği her yemekten sonra dua ederdi. Cenâb-ı Hak bir meczub-ı İlahî’nin duasını kabul etmiş olacak ki, Uşak’ın çehresi değişmiş ve değişmeye devam ediyordu. Yeğeni Mustafa Çakmak’ın söylediğine göre kaybolduğu 20 Ekim 2011 günü de onu en son aşevinde görmüşlerdi. Ne ki mübarekin cesedi bu tarihten altı gün sonra 26 Ekim günü Fatih Mahallesi’ndeki boş bir arazide bulundu. Bilahare Uşak Devlet hastanesine kaldırılıp gerekli incelemelerden sonra cenazesi 27 Ekim 2011 Perşembe günü Uşak Kurşunlu camiinden kaldırıldı. Cenazesi çok sevdiği büyük Hak âşıkı ve Çanakkale gazisi Selbesoğlu Ahmet Çavuş’un Elmalıdere mezarlığındaki kabrinin yanına defnedildi.
*
Erenlere rahmetli yerine kuddise sirrehu demek evladır. Onun içindir ki Tahsin abi için de “Allah sırrını takdis etsin!” demek elzemdir.
*
Tahsin Abi Uşak’ta Aybey mahallesinde (Yürek sokak, 22 numarada) otururdu. Evinin içinde her yer ayna idi
*
Kimseye zararı dokunmazdı. Yalnız yaşardı. Hemen her gün yeğeni ve diğer aile efradı tarafından bakılır, ihtiyaçları karşılanırdı.
*
Yakupzâde Mustafa Halvetî Aziz (ö. 1973)’in ifadesiyle o, “deliliği ile veliliği aynı vücuda rastlamış” meczûb-ı ilâhîden bir zat idi. Ricâlde görevliydi. Cemâli galip idi. Zabıta kıyafetiyle kendisini örtmüştü. Hafada işini işler kimsenin haberi bile olmazdı. Kamuflajı sağlamdı.
*
Çevresinde Ankara ve İstanbul gibi yola giden birini gördüğünde mutlaka zabıta şapkasına takdığı arma ve etiketten ısmarlardı. Cebinde bir düdük bulundurur, cadde ve sokaklarda zaman zaman öttürürdü. Düdüğünü bir seferinde kaybetmiş, zabıta şapkasıyla birlikte Lütfiye Ekiz kardeşimize ısmarlamıştı. Lütfiye de ona en kalitelisinden bir düdükle bir şapka götürmüştü. Fakir’den de baston istemişti. Tabii ki hemen alıp kendisine götürmüştüm. Bundan sonra kendisini her gördüğümde:
-Senin baston çok güzel, onu eve astım hiç kullanmıyorum, hâtıra, hâtıra! demişti.
*
Kış aylarında ayağına çoğu zaman ayağına mest giyerdi. Giydiği mest düzleştiğinde fakire hemen sipariş verirdi. Biz de 11 numara mest ayakkabısını Samsun’a ısmarlar, getirtirdik. Bu vesile ile sağolsun Ali Osman Coşkun Ağabeyimizin de Tahsin’e çok hizmeti dokunmuştur.
*
Tahsin Abi kendisini her gördüğümüzde asasıyla ayakkabısını gösterir, ayakkabı yeni de olsa, ısrarla “pabuç eskidi” der yenisini isterdi. Bunu bastonu için de yapar, ara sıra elindeki bastonu fırlatırdı.
*
Gördüğü şeyleri düzeltmek için yarısı anlaşılan yarısı anlaşılmayan sözler söylerdi. Elindeki asayı kaldırıp zaman zaman talimatlar verirdi.
Uşak caddelerinin rengiydi. Yerinin boş kalmayacağını bilsek de gözümüzün ve gönlümüzün onu arayacağını biliyorduk.
*
Mübareki görünce gönlüme bir ferahlık gelirdi. Onu görenlerin Allah’ı hatırlamaması, mümkün değildi. Hele onun:
-Hak dost, illâ dost! Sözlerini duyan kişilerin Cenab-ı Hak tarafından sevildiğini hissetmemesi mümkün değildi.
Dostun dostu idi Tahsin Abi…
İlla dost, illa Ağa! En çok kullandığı sözlerdi. Onun ağası, kainatın sahibi idi. Başka ağa tanımazdı. Her şeyi bire indirmiş, biri gönlüne sindirmişti. Zabıta kıyafeti içinde hür bir general gibiydi. Ağa’dan başkasına eyvallahı yoktu.
Ağa kızar, ağa döver der, ellerini havaya kaldırır, “teslim!” der ve teslim bayrağını çekerdi. Ağayla alır, ağayla verir, ağayla yatar, ağayla kalkardı. Varsa yoksa ağa idi. Onun:
İllâ Ağa! Sözlerinin bir tevhid ifadesi olduğunu hangi müftü anlayabilirdi ki?
*
Selbesoğlu Hazretleri evden dışarı çıktığında mutlaka karşılamaya gelir, taksinin yanına yaklaşır parayı koparırdı. Aynı karşılama töreni Aziz’in eve dönüşünde de yapar, saadethânenin önünde bekler, onu, “İllâ dost! İllâ Hak!” diye karşılardı.
*
Ahmet Çavuş dedik de…
Selbesoğlu Hazretlerinin oğlundan duyduğumuza göre 1970’li yıllarda bir gün kendileri, üstadı Yakupzâde ile birlikte Ruhi Yamalıoğlu Ağabeyin taksisi ile saadethâneye giderlerken Tahsin karşılarına çıkar. Bu esnada Yakup Aziz arabanın içinde:
-Şimdi Tahsin gelecek ve babanız Serbesoğluna verdiğimiz rütbeyi tasdik edecek” der.
Tahsin Abi 1966 senesinde vuslat eden Selbesoğlu Ahmet Çavuş için üç kerre:
-Ahmet Çavuş şeyhtir!
-Ahmet Çavuş şeyhtir!
-Ahmet Çavuş velîdir
Dedikten sonra işaret parmağını Yakup Aziz’in burnuna değecek kadar yaklaştırarak “ama onu da yetiştiren Yakupzâdedir hâ!” der ve oradan ayrılır.
Deli Tahsin, Ahmet Çavuş’un makamını vefatından seneler sonra teyid etmiştir. Nitekim Yakupzâde Hazretleri Selbesoğlu Ahmet Çavuş için:
Bir Ebabekir yetiştirdim, felek onu da elimden aldı, Kütahya’ya halife tayin edecektim, buyurmuştur.
Böyle hallerinden ötürü Yakup Baba Hazretleri Tahsîn için:
-Delinin envaı çoktur. Tahsin gördüğünü söyler! der imiş
*
Bizim bir ahbap bunu bildiği için dükkana geldikçe, Tahsin Abi’yle:
-Ben güzel miyim, çirkin miyim diye şakalaşırdı.
Tahsin de:
-Çirkinsin! derdi. Nihayet bir gün:
-Sen güzelsin! dedirtti. Fakat o günlerde Ulucaminin imamı için:
-Bu hoca çirkin! demişti…
*
Onun Selbesoğluyla ilgili bir hatırası da şöyledir:
Selbesoğlu Ahmet Çavuş vakit namazlarını genellikle cemaatle kılardı. Bilhassa sabah namazında Tuzpazarı Camiine giderdi.
Müezzin’in sesi çok güzel olduğu için uzak da olsa oraya giderdi. Tahsin Selbesoğlu Hazretleri namazdan dönerken karşısına çıkar:
Selamünaleyküm diye selamlar, Ahmet Çavuş da:
Aleykümselam Tahsin oğlum! der imiş.
Tahsin, ellerini baldırlarına vurarak
“Hııh, Ahmet çavuş bana oğlum dedi, bana oğlum dedi!” diyerek sevinirmiş.
*
Yakupzâde Hazretleri bir seferinde ihvânıyla birlikte Yamalızâde Ali Rıza Efendi Hazretlerinin kabrini ziyarete gider. Erenler bu kabir ziyareti sırasında tabiatıyle usul uygularlar. Kabr-i şerife dokuz adım kala Hû niyazıyla üçer adım üçer adım yaklaşıp nihayet üç adım kala kabr-i şerifin ayak ucuna doğru niyaz halinde dururlar. Bu sırada vaktin Uşak Müftüsü ve yanındaki din görevlileri, kaba bir şekilde:
-Bunlar ne yapıyorlar böyle be! Diye alaylı bir şekilde ve Yakup Baba’nın da duyacağı bir sesle laf atarlar. Müftü esasen Yakupzâde Hazretlerinin ilminin de farkında olmakla birlikte ilm-i ledün dersinden bî-haber olduğu için böyle bir gaflette bulunmuştur. Fakat olan olmuş, Yakup Baba’nın gönlü kırılmıştır.
Tahsin Abi bu hadiseden sonra:
-Müftü Efendiyi bir bir döveceğim bir döveceğim! diye söylenmeye başlanmış, neticede müftü dahil hepsi bir sebeple sürgün yemiştir. Yakup Aziz’in söylediğine göre bu müftünün akıbeti de çok kötü olmuştur.
*
Selbesoğlu Hazretleri Deli Tahsin gibiler için:
-Onlar toplumun pişdâr’ıdır, derdi.
*
Bizim dayıoğlu Mehmet Ali’nin anlattığı bir hadise de şöyledir:
“Sene 1970.
Babamgil maaile Dörtyol mevkiindeki kardeşinin evine ziyarete giderlerken yol kavşağına geldiklerinde gayr-ı ihtiyarî:
-Çocuklar durun, diyerek validemin ve çocukların yürümesine mâni olur. Yolda İzmir’den gelip Ankara istikametine gitmekte olan bir kamyon tam Dörtyola geldiğinde ana yoldan çıkmış kavşak ortasındaki göbekten soldaki kahveye dalmıştır. Babamlar birkaç adım daha atsalar kamyon onları da ezip geçecek…Kahve bir anda kan gölüne dönmüş, mateessüf birkaç kişi de ölmüş. Babamgil hadise olup bittikten sonra çocuklar da etkilenmesinler diye yollarına devam etmişler Ertesi gün kahvenin durumuna bakmaya giden babam, orada Tahsin’e rastgelmiş. Tahsin Babama dönüp:
“Len, O yaptı, len O yaptı, deli len bu!” demiş.
O yaptı diye söylendiği kişi, Uşak’ta başka bir meczûp var idi; Halil İbrahim isminde O! Kırkların serçeşmesi.Kepenek altından film çeviriyor.
*
Fakir epey gayret ettimse de Tahsin Abi’ye Amerika’ya, “Dur!” dedirtemedim. Irak’a girmişler hallaç pamuğu gibi atıyorlardı. Hallâc’ın intikamını alıyorlar, yetiversin! Desem de dinlemedi. Saadethanenin penceresinde göründü.
-Tahsin şu elindeki asayı İngiltere ile Amerika’ya gösteriver, dediysek de. Tahsin Abi:
-Ağa bilir, Ağa bilir, ben bilmem! Dedi, kayboldu.
*
Cuma günleri Kargı veya Ulucâmiye gelirdi. Bazen yatar kalkar, yatar kalkar, “Hûuu!” der, çeker giderdi.
Salât-ı dâimûn ehlinin vakitle işi olmazmışbu halin mücessem numunesiydi.
*
Bir keresinde yine Cumayı edâ etmek üzere Ulucamiye girdik. Tahsîn Abi geldi. Bütün samimiyetiyle ve vecd ile ruhanîlere “Hûuuuuuuuuuuu!” diye niyaz ettikten sonra avâzı çıktığı kadar bağırırdı:
-Ölüm vardır, ölüüüüüüüüüm!
Cemaatten birisi biraz da laubali bir ifadeyle:
-Tahsin, sanki sen ölmeyecek misin? Ne bağırıp duruyorsun! diye çıkıştı. Tahsin Abibütün ciddiyetiyle o zata dönüp:
-Biz ölmeyiz! diye cevap verdi. Tıpkı Seyyid Seyfullah’ın:
Biz âşıkız biz ölmeyiz
Çürüyüp toprak olmayız
Karanlıklarda kalmayız
Bize leyl ü nehâr olmaz
nutkundaki nükte gibi müthiş bir cevaptı bu! O zat anlamadı, güldü geçti. Yunus Emre geldi gönlüme: “Cahil ne bilsin Hakkı sever var!”
*
Bir seferinde Mehmet Ali ile evine gitmiştik. Akşam vakti idi. Üzerine bir örtü almış, yüksek bir sesle “Hû” zikri vuruyordu.
*
Selbesoğlu Hazretleri Tahsin Abi gibi Hak meczupları için:
-Tahsin gibiler toplumun pişdâr’ıdır, demişti. Hakka ki sırr-ı ilâhî virane gönüllerde gizlidir. Tahsin Abi de vîrâne gönlünde hazineler taşırdı da kimse bilmezdi.
Allah sırrını takdis etsin. Ulu bir erendi Deli Tahsin vesselam.*
Yorumlar (0)