Liberal Parti Genel Başkanı Zübeyir Gülabi Yolcutvhaber’e Konuştu
Siyaset, sadece karar alma mekanizmaları ve yasalarla sınırlı bir alan değil; aynı zamanda toplumların geleceğini şekillendiren, fikirlerin ve değerlerin çatıştığı dinamik bir arenadır. Bugün, bu dinamikleri en yakından gözlemleme fırsatı bulduğumuz isimlerden biri, Liberal Parti Genel Başkanı Zübeyir Gülabi. Türkiye’nin güncel siyasi tablolarını, bölgesel ve küresel krizleri, ekonomi politikalarını ve demokrasi anlayışını kendi perspektifinden değerlendiren Gülabi, hem ülke hem de dünya siyasetinin nabzını tutan açıklamalarda bulundu.
Siyaset, sadece karar alma mekanizmaları ve yasalarla sınırlı bir alan değil; aynı zamanda toplumların geleceğini şekillendiren, fikirlerin ve değerlerin çatıştığı dinamik bir arenadır. Bugün, bu dinamikleri en yakından gözlemleme fırsatı bulduğumuz isimlerden biri, Liberal Parti Genel Başkanı Zübeyir Gülabi. Türkiye’nin güncel siyasi tablolarını, bölgesel ve küresel krizleri, ekonomi politikalarını ve demokrasi anlayışını kendi perspektifinden değerlendiren Gülabi, hem ülke hem de dünya siyasetinin nabzını tutan açıklamalarda bulundu.
Röportajımızda, partinin önümüzdeki döneme dair stratejileri, gençlerin siyasete bakışı, özgürlükçü politikaların uygulanabilirliği ve uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin rolü gibi konulara dair kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdik. Gülabi’nin yorumları, yalnızca mevcut durumu analiz etmekle kalmıyor; aynı zamanda gelecek için düşündürdükleriyle de dikkat çekiyor. Siyasetin karmaşıklığı içinde, çözüm odaklı bir bakış açısı sunan bu röportaj, okuyucularımıza hem bilgi hem de ilham vermeyi amaçlıyor.
Liberal Parti olarak Türkiye’de nasıl bir siyasi boşluğu doldurduğunuzu düşünüyorsunuz?
Bu gerçekten çok önemli bir soru. Türkiye’de bildiğiniz gibi, farklı dönemlerde farklı kesimler iktidara geldi. Kemalistler, Batı modernleşmecileri, milliyetçiler, sosyal demokratlar, muhafazakârlar, İslamcılar… Hepsi bu ülkeyi yönetme fırsatı buldu. Ancak bugün geldiğimiz noktada, ne yazık ki başladığımız yere geri dönmüş durumdayız.
Türkiye büyüyor, evet; ama kalkınamıyor. Çünkü 2002 öncesiyle 2002 sonrası arasında Türkiye’nin kalkınma hızı ortalaması neredeyse aynı. Üretim yapısında köklü bir değişim yaşanmadı.
2000’lerin başında ihracatımızın kilogram başına değeri 3 dolardı. Bugün, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin son raporuna göre, bu rakam 1 dolar 57 sente gerilemiş durumda. Düşünün, sanayileşmede ilerleme kaydetmemiz gerekirken, değer üretiminde geriye gitmişiz.
Elbette bazı alanlarda istisnalar var. Savunma sanayimizde kilogram başına değer 39 dolar, havacılık sektöründe ise 600 dolara kadar çıkıyor. Ancak genel ortalama 1,57 dolar. Bu tablo bize, Türkiye insanının emeğinin hak ettiği değeri bulmadığını, adeta kölelik koşullarında çalıştığını göstermektedir.
İşte bu yüzden diyoruz ki, Türkiye’nin artık özgürlükçü, liberal, evrensel değerlere dayanan bir bakış açısına ihtiyacı var. Yerel kültürümüzü koruyarak, evrensel ilkelerle buluşturmak zorundayız.
Liberal Parti, tam da bu ihtiyacın karşılığı olarak doğmuştur. Biz, bu ülkenin potansiyeline, insanının emeğine, aklına, özgürlüğüne inanıyoruz. Türkiye’yi hak ettiği çağdaşlık düzeyine ancak özgürlükle, hukukla ve üretimle taşıyabiliriz.
Türkiye'de yüksek enflasyon ve işsizlik sorununa karşı hangi liberal çözümleri öneriyorsunuz?
Aslında bu mesele nükleer fizik kadar karmaşık bir mesele değil. Devletler binlerce yıldır bu sorunlarla karşılaşıyor, insanlık bu konularla uğraşıyor.Bakın, İbn-i Haldun yüzyıllar önce bu konuda reçeteyi vermiş. Diyor ki: “Bir devletin vergileri yüksek olursa, sermaye oradan kaçar.”
İşte biz de Liberal Parti olarak tam buradan yola çıkıyoruz. Öncelikle ekonominin, faiz yükü olmadan, üretim ve ticaret üzerinden canlanması gerektiğine inanıyoruz. Bunun için en önemli adımımız vergi reformudur.
Bugün Türkiye’de 30’a yakın vergi kalemi var. Ayrıca vergilerimiz çok yüksek. Gelir vergisi oranı yüzde 40’a kadar çıkıyor. Peki soruyorum: Bir iş insanı çalıştı, üretti, kazandı diye onu cezalandırmak mı gerekiyor?
Yüksek vergiler, yatırımın ve girişimciliğin önündeki en büyük engellerden biridir. Türkiye’de iş yapma kolaylığı her geçen gün azalmaktadır. Biz bunu değiştireceğiz.
Vergi reformunun yanında, devletin ve kamunun israfını önlemek zorundayız. Çünkü israf, hem bütçeyi zayıflatır hem de adaleti bozar.
Bununla birlikte, iş gücünün esnekliğini artırmamız gerekiyor. Ama sadece esneklik yetmez; iş gücünün kalitesini yükseltmeliyiz. Eğitim, beceri ve üretkenlik odaklı bir yaklaşımla, hem işsizliğe hem enflasyona çözüm bulabiliriz.
Liberal Parti, bu hedefler doğrultusunda hazırlıklarını yapmaktadır. Para politikasıyla, vergi politikasıyla, kamu reformu projeleriyle Türkiye’nin geleceğine hazırdır.
Biz inanıyoruz: Akılcı ekonomi, adil vergi, verimli kamu ve özgür insan birleştiğinde, Türkiye’nin önü hiçbir güç tarafından kesilemez!
“BASIN HÜR VE BAĞIMSIZ OLMALIDIR”
Türkiye'de ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü konularında ne gibi reformlar yapılmalı?
Türkiye’nin en temel sorunlarından biri, devletin — daha doğrusu hükümetin — her şeyi düzenleyen, her şeye karışan bir yapıya dönüşmüş olmasıdır.Geçen sene Ankara’da yaşanan bir örnek çok çarpıcıdır. Valilik, kuaförlerin hangi gün tatil yapacağına karar verdi. Şimdi soruyorum: Bir devletin, bir kuaförün hangi gün çalışacağıyla ilgili nasıl bir millî politikası olabilir? Hangi güvenlik endişesiyle ya da hangi ekonomik kaygıyla bu düzenlemeyi yapar? Bu, gerçekten anlaşılabilir bir durum değildir. Bizim artık devleti bu mikro müdahalecilikten kurtarmamız gerekiyor. Devlet, sadece üst düzeyde düzenleyici olmalı; toplumun, mesleklerin ve sektörlerin kendi içinde özgürleşmesini sağlamalıdır.
Mesela berberlerin çalışma düzenini Berberler Odası belirleyebilir. Simit fiyatını Simitçiler Odası kendi içinde kararlaştırabilir. Ama ne yazık ki Ticaret Bakanlığı buna engel oluyor. Düşünün, simidin fiyatıyla bile hükümetin uğraştığı bir rejim olsa olsa komünist ya da faşist bir ekonomi olur.Bu zihniyet sadece ekonomide değil, basında da kendini gösteriyor. Çünkü özgürlükçü bir yönetim anlayışına sahip olmayan hükümetler, ellerindeki devlet gücünü kontrol aracı haline getiriyor. Her şeyi düzenlemeye, her sesi kısmaya çalışıyor.
Öyle ki, gün geliyor televizyon ekranının altındaki bir alt yazıya bile müdahale ediliyor. Gazeteciler fikirlerini söyledikleri için hapse atılıyor. Fatih Altaylı fikrini söyledi diye tutuklandı. Ayşe Barım çıktı, geri alındı. Ahmet Altan çıktı, geri alındı. Selçuk Kozlı çıktı, geri alındı. Bu, açıkça özgürlükleri daraltan bir zihniyettir. Bizim bu zihniyeti değiştirmemiz gerekiyor. Türkiye’nin bir zihniyet devrimine ihtiyacı var. Bu devrimin temeli de liberal teorinin özgürlükçü yaklaşımı olmalıdır.
Basın hür olmalıdır. Zaten anayasamızda açıkça yazıyor: “Basın her türlü vesileyle sansürlenemez, yayın araçlarına el konulamaz.” Ama son on yılda el konulan, TMSF’ye devredilen basın kuruluşlarının sayısı, hele sosyal medyayı da dahil edersek, binleri bulmuş durumda. Buradan özgürlük çıkmaz. Buradan demokrasi çıkmaz.
Çünkü ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce hürriyeti olmadan demokrasi olmaz. Eğer biz gerçekten bir demokrasi isek, bunları sağlamak zorundayız. Özgürlüklerin olmadığı bir ülkede ne bilim gelişir, ne sanat gelişir, ne de ekonomi ilerler. İşte bu yasakçı zihniyetin sonucu olarak “Nas” politikasıyla övünenler, bugün faizi yüzde 50’ye çıkarmış durumda. Ne oldu Nas? Görüyoruz ki iktidar, günü kurtarmak için, seçimleri manipüle etmek için, dini değerleri bile araçsallaştırıyor. Ama bütün bunları özgürlükçü bir bakış açısıyla değil, otoriter bir zihniyetle yapıyor.Türkiye’nin bu devletçi ve yasakçı zihniyetten kurtulması gerekiyor. Gerçek bir demokrasi, ancak özgürlükle, adaletle ve bireyin gücüyle inşa edilir.
“TÜRKİYE’Yİ YENİDEN ADALETİN, VİCDANIN VE ÖZGÜRLÜĞÜN ÜLKESİ YAPACAĞIZ”
Liberal Parti olarak hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının güçlenmesi için nasıl bir yol haritası sunuyorsunuz?
Türkiye’nin en temel meselesi, güçler ayrılığının ortadan kalkmış olmasıdır. Öncelikle yasama, yürütme ve yargı arasındaki sınırların yeniden sert, kalın çizgilerle ayrılması gerekiyor.
Bugün Meclis, kendi iradesiyle karar alamaz hale gelmiştir. Neden? Çünkü bu sistemin temeli hâlâ 12 Eylül rejiminin getirdiği Siyasi Partiler Kanunu’na dayanıyor. Anayasa tam 18 kez değişti, ama o kanun bir kez bile değişmedi! Sonuç ne oldu? Siyasi partilerde bir lider sultası ortaya çıktı.Bugün bir parti genel başkanı, dilediği gün il yönetimini, ilçe yönetimini değiştirebiliyor. Milletvekili adaylarını belirlerken de 600 ismi tek başına belirliyor. Vatandaşa da sadece bu listeyi onaylamak kalıyor.Böyle bir düzende milletvekilleri artık “milletin vekili” değil, “liderin vekili” haline geliyor. Oysa yasama özgür olmazsa, yargı ve yürütme de özgür olamaz.
Özgür bir Meclis olmadan, adaletin, hukukun ve denge denetleme mekanizmasının işlemesi mümkün değildir. Güçler ayrılığını yeniden tesis ettikten sonra, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını sağlamak zorundayız. Ama bugün ne oluyor? “Yargıda gereğini yaparız” denildiği anda, ertesi gün savcı değiştiriliyor, mahkeme heyeti değiştiriliyor, hâkimler tenzili rütbeyle başka yerlere gönderiliyor. Yeni atanan hâkim ve savcılar ise tayin, terfi ve özlük haklarını kaybetme korkusuyla iktidarın istediği yönde karar vermek zorunda kalıyorlar.
Son 10 yıldaki binlerce yargılamada bunun örneklerini gördük. Mahkemeler, iktidarın istediği kararları veriyor. Daha geçen hafta İstanbul’da Cumhuriyet Halk Partisi il kongresi yapıldı. İl başkanı seçildi, mazbatasını aldı. Ama ne var? Aynı anda orada bir de “kayyım” var! Şu anda İstanbul’da iki il başkanı görünüyor: Biri seçilmiş, diğeri atanmış. Normalde ne olması lazım? Yargının o kayyımı geri çekmesi lazım. Ama hayır, çekmiyor. Çünkü yargı artık bağımsız karar veremiyor. Bu çarpık yapı, HSK’dan başlıyor. Bugün Adalet Bakanı, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun başkanı yardımcısıdır. Üyelerin çoğunu da yine iktidar partisinin seçtiği isimler oluşturuyor. Dolayısıyla, yargı bağımsızlığı fiilen ortadan kalkmış durumda.Temel meselemiz; kuvvetler ayrılığı, hesap verebilirlik ve hukuk devletidir.
Bugün hükümete soruyorsunuz: “Kaç uçağınız var?” Cevap: “Yeteri kadar.”
“Deprem vergilerini nereye harcadınız?” Cevap: “İhtiyacımız olan yere.”
Oysa demokrasilerde bu cevaplar Meclis’te, kalem kalem hesap verilerek açıklanır. Gerekirse gensoruya tabi tutulur. Ama bizde bunlar yapılmadığı için, hukukun üstünlüğü sadece kâğıt üzerinde kalıyor. Bakın, Minguzi davasında yaşananları hatırlayın. Davacı tarafın avukatları görevlendirilemiyor, ama bir mafya lideri avukat gönderiyor ve o savunmayı üstleniyor!
Artık insanlar mafya’dan adalet bekler hale geldi. Geçen hafta Esenyurt’ta bir caddenin ortasına pankart asıldı: “Bu mahallede tefecilik yapan varsa şu numarayı arayın.” Düşünebiliyor musunuz? Artık mafya ilanla adalet sağlamaya çalışıyor.
Buna karşılık Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı her gün hamile kadınları, hasta insanları, çocukları tutuklamakla övünüyor. Adalet Bakanı ise sosyal medyada her gün “Türkiye bir hukuk devletidir” diye paylaşım yapıyor.
Oysa hukukun üstünlüğü bir ahlak meselesidir!
Eğer siyasetçi ahlaka, vicdana ve etik değerlere bağlı değilse, o ülkede hukuk da adalet de olmaz. Biz diyoruz ki: Türkiye’de önce zihniyet değişmeli.
Gerçek bir demokrasi için;
– Güçler ayrılığı,
– Bağımsız yargı,
– Hesap verebilir yönetim
şarttır. Türkiye’yi yeniden adaletin, vicdanın ve özgürlüğün ülkesi yapacağız.
“TOPLUMDA DA HOŞGÖRÜLÜ BİR DİL, BİR ANLAYIŞ HÂKİM OLMALIDIR”
Ülkemizde kutuplaştırma siyaseti nereye kadar sürecek? Bu duruma çözüm önerileriniz nedir?
Kutuplaştırma siyaseti maalesef ülkemizde hâlâ sürdürülüyor. Daha düne kadar bir partiyle görüşenleri “demlenmekle”, “teröristlikle”, “Kandil’le iş birliği yapmakla” veya “İmralı’nın sözcülüğünü yapmakla” suçlayan iktidar mensupları, bugün aynı partiyle görüşmeyi bir marifet hâline getirdiler. Elbette ki DEM Parti ötekileştirilmemeliydi, ancak geçmişte bu ötekileştirme özellikle yapıldı.
Bugün iktidar, DEM Parti ile gayet rahat bir şekilde diyalog kurabiliyor. Fakat bu durum, bütünleştirici bir politikanın sonucu değil; bu kez de diğer tarafı ötekileştirmek için kullanılan bir araç hâline getiriliyor. Şimdi “Neden böyle yapıyorsunuz?” diyenlere, “Siz barışa mı karşısınız? Barış mı istemiyorsunuz?” diye suçlamalar yöneltiliyor. Oysa ülkenin toplumsal barışı, sosyal huzuru, milli birlik ve bütünlüğü; iktidarın her seçim döneminde ihtiyaç duyduğu şekilde ötekileştirme üzerinden oy devşirme çabasına bırakılmış durumda.
O nedenle siyasette liyakat, adalet, meşveret ve hoşgörü prensipleri esas olmalıdır.Toplumda da hoşgörülü bir dil, bir anlayış hâkim olmalıdır. Bu sorunun gerçek çaresi, eşit vatandaşlık ilkesidir. Eğer herkesin eşit olduğu bir anayasal düzen tesis edebilirsek, ötekileştirmeden de kurtuluruz. Ancak bugün Türkiye’de bazı vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlükleri kısıtlanmışken, ötekileştirme neredeyse bir sanat hâline gelmiştir. Dün dost olduklarına bugün “terörist” demek, dün silahlı mücadele ettiklerine bugün “kardeş” demek; hukuki bir çerçeveden yoksun bir siyaset anlayışının sonucudur.
İşte bu hukuki çerçeve eksikliği nedeniyle, toplumsal huzurumuz siyasetin elinde bir araç hâline geliyor. Eğer biz eşit vatandaşlık prensibini hayata geçirir, ulusal birliğimizi bu temelde tesis edersek; işte o zaman bu ötekileştirme siyasetinin önüne geçebiliriz.
Merkezi yönetim yerine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusunda liberal yaklaşımınız nedir?
Avrupa Birliği bu meseleyi çoktan çözmüştür. Örneğin, Avrupa Birliği’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi vardır. Aslında AK Parti de 2004 yılında bu şartnameyi yasalaştırmaya kalkışmıştı. Ancak o dönemde CHP, MHP ve ulusalcı–milliyetçi ittifak buna karşı çıktığı için yasalaşamadı.
Oysa dünya, kendi içindeki kutuplaşmaları aşmak ve yerel sorunları daha hızlı, daha halkın içine sinecek şekilde çözebilmek için bu şartnameyi oluşturdu ve uygulamaya koydu.
Türkiye de Avrupa Birliği’ne aday bir ülke olarak bu şartnameyi, birkaç çekinceyle birlikte, aslında kabul etmiştir ve hâlen onayı devam etmektedir.
Biz Liberal Parti olarak, yerel yönetimlerin güçlü olmasını savunuyoruz. Sorunların yerelden, yerel halkla ve bölge halkıyla istişare edilerek çözülmesi gerektiğine inanıyoruz. İnegöl’ün sorunlarını en iyi İnegöl halkı bilir. O halde kararlar da o halkın onayıyla, ikna edilerek alınmalıdır.
Eğer yerel yönetimler güçlenirse, demokrasi de güçlenir. Ancak merkezden dikte edilen bir anlayışla, bugün olduğu gibi, belediyelere kayyumlar atanarak demokrasi güçlenmez; tam tersine zayıflar. Bugün CHP’li belediyelere, daha önce de DEM Parti’nin belediyelerine kayyum atanmıştır. Bu anlayışla demokrasi çıkmaza girer.
Ayrıca biliyorsunuz, 2017’den bu yana Sayın Bahçeli, “Belediye seçimlerine ne gerek var, atamayla olsun” diyerek açıkça otoriter, merkeziyetçi bir devlet yapısını savunmaktadır. Biz bu anlayışın karşısındayız.
Biz, yerel demokrasinin güçlenmesinin ulusal demokrasimizi de güçlendireceğine inanıyoruz. Bu nedenle Avrupa Birliği’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesini Türkiye koşullarına uyarlayarak uygulamanın, ülkemiz için son derece uygun ve faydalı bir proje olacağı kanaatindeyiz.
“BEYİN GÖÇÜ, ULUSAL GÜVENLİK MESELESİDİR”
Sayın Başkan, ülkemizde beyin göçü bir gerçeği var. Beyin göçünün önlenmesi ve gençlerin ülkede kalması için neler yapılmalı? Niye insanlar göç ediyor?
Birincisi, ülkemizde ciddi bir adalet sorunu var.
İkincisi, hepimizin bildiği gibi bir geçim sorunu var.
Özellikle gençlerimiz için durum çok daha zor. Gençlerimiz iş bulmakta zorlanıyor, bulsalar bile kaliteli, nitelikli işlere erişemiyorlar. Konuşmamın başında da ifade ettim: Türkiye’nin ihracatının kilogram başına ortalama değeri 1 dolar 57 sent. Şimdi buradan bakınca, bilişim alanında yüksek lisans yapmış, doktorasını tamamlamış, icatlar geliştiren gençlerimiz ne yapıyor? Mecburen Boğaz’da garsonluk yapıyor, geçimini sağlamak için vasıfsız işlerde çalışıyor.
Yeni mezun bir avukat arkadaşımız asgari ücretle işe başlıyor. Peki, soruyorum size: Asgari ücretle çalışan 23 yaşındaki bir delikanlı nasıl evlenecek? Nasıl hayal ettiği yaşam seviyesine ulaşacak?
İşte bu şartlar altında beyin göçü kaçınılmaz hale geliyor. Çünkü ifade ve fikir özgürlüğünün olmadığı, mahkemelerde adalet bulacağına inanılmayan bir ülkede; işe girmede nepotizm, torpil, adam kayırmacılık yaygınsa… Kendine güvenen, uluslararası geçerliliği olan meslek sahibi gençlerimiz artık bu ülkede kalmak istemiyor.
Ne yapıyorlar? Almanya’ya gidiyorlar, Avrupa’ya gidiyorlar, Amerika’ya gidiyorlar… Dünyanın dört bir yanına dağılıyorlar. Ama dikkat edin — gittikleri yerler gelişmiş ülkeler. Çünkü orada emeklerinin karşılığını alabileceklerine inanıyorlar. Çünkü orada, sosyal medyada yaptıkları bir paylaşım yüzünden sabahın beşinde kapıları kırılmayacak.
Bir ülkede adalet yoksa, geçim şartları kötüye gidiyorsa, o ülkede beyin göçünü durdurmak mümkün değildir. Üstelik gelişmiş ülkeler artık vasıfsız işçiyi değil, doğrudan çalıştırabilecekleri nitelikli insanları alıyorlar. Yani biz, en değerli insan kaynağımızı kaybediyoruz.
Bugün Türkiye’de cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla yüz binlerce insan hakkında dava açılmış durumda. 17 bin vatandaşımız bu davalardan dolayı mahkûm edilmiş, hapse girmiş. Oysa bir demokraside bir siyasi parti genel başkanı, cumhurbaşkanı olduğu gün eleştirilemez bir konuma gelemez. Bu anlayış, tek parti döneminin yasalarına dayanır ve demokratik düzene uygun değildir.
Gençlerimizi kaybediyoruz. Ülkemizin geleceğini kaybediyoruz.
Öncelikle adaleti sağlayan, geçim şartlarını iyileştiren, üreten bir ekonomi kurmadan bu beyin göçünü durduramayız. Unutmayalım, bu göç sadece ekonomik değil, aynı zamanda bir ulusal güvenlik meselesidir. Çünkü bir ülkenin beyin gücünü yetiştirmesi en az 25 yılını alır. Ve 25 yılı kaybetmek, kolay telafi edilecek bir maliyet değildir.
Ama biz istersek, bunu başarabiliriz. Adaletin tesis edildiği, üretimin arttığı, özgürlüklerin genişlediği bir Türkiye’yi beş yıl içinde yeniden inşa edebiliriz. Allah’ın izniyle.
Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin düşünceleriniz neler? Türkiye AB’ye katılmalı mı?
Hükümet, biliyorsunuz, tam 25 yıldır — bir çeyrek asırdır — iktidarda olan bir parti tarafından yönetiliyor. Bu parti iktidara Avrupa Birliği üyeliği projesiyle geldi. 2007-2008 yıllarına kadar da Avrupa Birliği ile müzakereler yürütüldü. O dönemde, “demokratikleşme” ve “uyum yasaları” adı altında önemli adımlar atıldı. Ancak 2013 yılından sonra bu süreçten hızla vazgeçildi. Peki neden?
Çünkü iktidar, demokratikleşmenin sonunda iktidarını kaybedeceğini gördü. Konuşan bir Türkiye’de, farklı fikirlerin özgürce ifade edildiği, herkesin düşüncesini açıkça söyleyebildiği bir ülkede bu iktidarın hikayesi çoktan bitmişti. İşte bu yüzden Avrupa Birliği projesinden geri adım attılar. Elbette, Türkiye Avrupa Birliği olmadan da var olur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, bütün emperyalist güçlere karşı verilmiş bir bağımsızlık ve özgürlük savaşıyla kurulmuştur. Bu millet kendi ayakları üzerinde durabilecek güce sahiptir.
Ama şunu da unutmamalıyız: Avrupa Birliği, insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlükler ve ekonomik refah bakımından gelişmiş bir projedir. Böyle bir birlikle yakın ilişkiler, Türkiye’nin modernleşme, batılılaşma ve evrenselleşme hedeflerine katkı sağlar.
Biz Avrupa Birliği’ne üye olmayı sadece siyasi bir hedef olarak görmüyoruz. Biz, ülkemizin insanının, Avrupa Birliği vatandaşının sahip olduğu yaşam koşullarına sahip olmasını istiyoruz. Yani, insanımızın özgürlük içinde, hukukun koruması altında, adil, refah dolu bir ülkede yaşamasını istiyoruz. İstediğimiz şey tam olarak budur.
Küresel güç dengesinin Amerika ve Çin rekabeti ekseninde ilerliyor olması Türkiye’yi nasıl etkiliyor?
Bu süper güçlerin mücadelesi, Türkiye’ye stratejik olarak bir özerklik kazanma fırsatı da sundu. Türkiye, eski Sovyetler Birliği zamanında Varşova Paktı içinde ya da NATO döneminde olduğundan daha bağımsız bir dış politika izleme şansına sahip oldu.
Ancak maalesef, biz bu fırsatı yeterince değerlendiremedik. Ekonomik gelişme için bir avantaj olarak kullanamadık. Eğer ekonomik özgürlüğünüz ve bağımsızlığınız tam değilse, yurt dışında meşruiyet aramak zorunda kalıyorsunuz. Ama bunun bedeli ne oluyor? İstediklerini yaparsanız, istediklerini uygularsanız sizi paraya boğacaklar. Hangi para? Borç paraya. Hem de yüksek faizle verecekler.
Oysa Türkiye, Çin-ABD mücadelesinden doğan bu fırsatı barışçıl bir dış politika, liberal bir dış politika ve içeride huzur ve barışı güçlendirerek kullanabilirdi. Bunu yaparken, dış ilişkilerini çevre ülkeler ve küresel aktörlerle yapıcı bir şekilde geliştirerek, ekonomik kalkınmasını ve bölgesel etkisini artırabilirdi. Bu büyük bir fırsat kapısıydı.
Ama ne yazık ki Türkiye, bu fırsatı ekonomik kalkınma için bir araç olarak kullanmak yerine, hükümetin merkezileşip otoriterleşmesi için değerlendirdi. Bu da Türkiye ekonomisini olumsuz etkiledi.
Yine de şunu itiraf etmek gerekiyor: Türkiye, eski Varşova Paktı veya NATO dönemine kıyasla, bugün çok daha bağımsız bir dış politika izleyebiliyor. Fakat bu bağımsızlığı ekonomik kazanca dönüştürmede maalesef başarılı olamadık.
“TÜRKİYE ORTADOĞU’DA DÜZENİ SAĞLAYABİLECEK TEK GÜÇ”
Türkiye, Suriye ve Filistin meselesinde nasıl bir politika izlemeli?
Son 20 yıldır güneyimizde büyük değişimler yaşandı. Irak yıkıldı, 2011’den sonra Libya parçalandı, geçen 8 Aralık’tan bu yana Suriye’deki rejim çöktü. İran etkisizleştirildi. Bölgede, her şeye rağmen ayakta kalan tek devlet Türkiye’dir.
Türkiye, bu ateş çemberinin içinde kendi ulusal birliğini korumak için içeride huzuru ve barışı temin eden bir iç politika yürütürken, dış politikada da kimseyi ötekileştirmemektedir. Suriye’de yaşananlar ortadadır; Suriye, artık merkezi bir devlet yapısına sahip değildir.
Irak’a baktığımızda, sanki tek bir devlet varmış gibi görünse de, gerçek farklıdır. Türkiye, Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nden petrol almaktadır; merkezi Irak devleti ise Türkiye’yi mahkemeye vermiştir. Geçtiğimiz haftalarda bir CHP’li milletvekili de açıkladı: 1 milyar dolar ceza alındı. Bunun gerekçesi, “Irak devletinin bağımsızlığını ihlal eden bir ticaret yapmak” olarak gösterildi. Oysa Türkiye, Kuzey Irak’la iyi ilişkilere sahiptir; Irak devleti ise fiilen bölünmüştür.
Suriye’de durum daha karmaşıktır. Orada bir Kürt bölgesi, bir Dürzi bölgesi, bir Alevi bölgesi bulunmaktadır. Tarihe baktığımızda, Suriye Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız işgali altındaydı ve Fransızlar ülkeyi etnik ve mezhepsel hatlarla bölmüşlerdi. O dönem Kürtler etkin bir nüfus değildi. Hatırlayacaksınız, Türkiye’ye katılan Hatay ve çevresi 1939’da Türkiye sınırlarına dahil edildi.
Bugün Suriye’de yoğun bir Kürt nüfusu ve silahlı bir güç vardır. Mevcut Suriye yönetimi ise karmaşık bir geçmişe sahiptir; dünden bugüne “terörist” listelerinde yer alan bir geçmişi vardır. Dünya bu yönetimi tanımıştır, Türkiye de tanımıştır. Ancak bu, Suriye’deki Alevilerin veya Kürtlerin haklarının ihlal edilmesine izin verecek bir politika anlamına gelmez.
Türkiye, bölgenin en güçlü ülkesidir ve Suriye yönetimi üzerinde ciddi bir ağırlığı ve etkisi vardır. Türkiye bu gücünü, Suriye’de barışı sağlamak için kullanmalıdır. Oradaki Kürtlerin, Alevilerin veya diğer toplulukların ezilmesine fırsat verilmemelidir. Aksi takdirde, Dürziler gibi bazı gruplar dış aktörlerin etkisine girebilir. Örneğin, Süveyda’daki Dürziler bugün İsrail’le yakın ilişki içindedir. Eğer Türkiye, ötekileştirmeci politikalarını sürdürürse, İsrail Kürtlere sahip çıkmaya çalıştığında biz Kürtleri kaybedebiliriz; Aleviler için benzer bir durum söz konusu olabilir. Oysa Türkiye’de, Suriye’deki Aleviler kadar güçlü ve saygın bir Alevi topluluğu Hatay, İskenderun, Adana, Mersin civarında yaşamaktadır.
Türkiye, bölgede her etnik ve mezhepsel grubu, geçmişten gelen bağlarıyla kucaklayan büyük bir ülkedir. Bir imparatorluk mirasıdır ve bu miras, herkesi kapsayan politikalar yürütmeyi gerektirir. Artık mevcut Suriye’nin merkezi bir devlet olmadığını kabul etmek zorundayız. Kürtler federatif bir yapı içinde olmalı, Aleviler federatif bir yapı içinde olmalı, Araplar da kendi birliğini korumalıdır. Türkiye, bölgede bu düzeni sağlayabilecek tek güçtür. Türkiye’nin istemediği bir düzenin kurulmasına izin verilmeyecektir. Ancak bu güç, her zaman barıştan yana kullanılmalıdır.