Kapitalizmin Kıskacında Devletlerin Egemenlik Krizi

Orta Çağ Avrupa’sında hâkim olan feodal sistem, toprağın soyluların mülkiyetinde olduğu ve köylülerin bu topraklarda çalışarak geçimlerini sağladığı bir yapıydı. Ancak feodal sistem, zamanla ekonomik ve sosyal sorunlara yol açmaya başladı. Toprak sahipleri arasındaki rekabet, köylülerin üzerindeki baskının artması ve kıtlık gibi nedenler, feodal sistemin zayıflamasına ve çözülmesine sebep olmuştur. Özellikle deniz ticaretinin gelişmesi, yeni […]

A+
A-

Orta Çağ Avrupa’sında hâkim olan feodal sistem, toprağın soyluların mülkiyetinde olduğu ve köylülerin bu topraklarda çalışarak geçimlerini sağladığı bir yapıydı. Ancak feodal sistem, zamanla ekonomik ve sosyal sorunlara yol açmaya başladı. Toprak sahipleri arasındaki rekabet, köylülerin üzerindeki baskının artması ve kıtlık gibi nedenler, feodal sistemin zayıflamasına ve çözülmesine sebep olmuştur. Özellikle deniz ticaretinin gelişmesi, yeni pazarların keşfedilmesi ve ticaret yollarının yaygınlaşması, sömürgeciliğin, köle ticaretinin başlamasına, ticari faaliyetlerin artmasına olanak sağlamıştır. Ticaretin gelişimi, şehirlerin büyümesine, yeni mesleklerin ortaya çıkmasına, ekonomik ilişkilerin ve kıtalar arası ticaretin başlamasına imkân sağlamıştır.

“Modern sömürge sisteminin gelişmesi ve modern devletin kurulması birbirine bağlı olan iki olgudur. Biri diğeri olmaksızın kavranamaz ve modern kapitalizmin oluşumu ikisiyle de bağlantılıdır. Bu yüzden, kapitalizmin büyümesindeki herhangi bir tarihsel etkenin önemini keşfetmek üzere, o etkenin ne olduğunu ve hem sömürge sisteminde hem de modern devletin kuruluşunda nasıl büyük bir rol oynadığını keşfetmek gerekecektir” (1)

Siyaset biliminde modern ulus devlet anlayışının temelleri Avrupa’da Otuz Yıl savaşları sonrasında imzalanan Westphalia Antlaşması ile atılmıştır. Katolikler ve Protestanlar arasında dini iddia ve çekişmelerden dolayı başlayan savaş, daha sonra büyük devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarları sebebiyle büyümüş ve Avrupa’nın siyasi haritasını değiştiren sonuçlar doğurmuştur.

Westphalia Antlaşması’yla belirlenen ulus devlet anlayışının temel paradigmalarından biri olan “egemen devlet ilkesi” günümüzde de çok önemli siyasal, hukuksal bir ilke olarak uluslararası ilişkilerde geçerliliğini sürdürmektedir. Bu prensibe göre, devletler kendi toprakları üzerinde vazgeçilmez ve devredilmez bir egemenliğe sahiptirler. Başka hiçbir devlet veya güç devletin bu egemenlik hakkını ihlal ve tehdit edemez. Bu anlayış aynı zamanda sadece devletin sahip olduğu toprak üzerinde egemenliğini değil; halkın egemenliğini de kapsamaktadır. Yani halk, devletin meşruiyet kaynağıdır. Hiçbir güç halkın iradesi üzerinde vesayet kuramaz ve bu iradenin kullanımını engelleyemez. Uluslararası ilişkilerde diplomatik anlayış bu ilkeler üzerinde yürütülür. Ancak bugün çok uluslu şirketler, uluslararası kurumlar (BM, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü, AB, NATO) ve dijital teknolojiler tarafından bu ilkeler ihlal edilmekte ve hatta devletlerin egemenliği açısından tehdit unsurlarını barındırmaktadırlar.

Egemen devlet prensibi sadece uluslararası diplomatik ilişkilerle ihlal edilememekte; devletler, kapitalist sistemin ortaya çıkardığı ekonomik emperyal ilişki ve örgütlenme karşısında da toplumsal, siyasi ve hukuki krizler yaşamaktadır. Kapitalizm, hayatın her alanına etki eden ekonomik-politik bir sistemdir.

Kapitalist düşünceye göre insan, emek gücüyle üretimde kar maksimizasyonunu sağlayan; üretilen ürünü tüketerek de fayda maksimizasyonu sağlayan bir niteliktedir. Bunun sonucu olarak insan, çok çalışarak üretimin devamlılığını sağlayacak ve bunun neticesinde sermaye çoğalacak ve yatım zinciri genişleyecek; ihtiyaç algısıyla sürekli tüketici olarak üretilen malın yeniden üretimini sağlayacak bir döngünün esiri olmaktadır. Aslında sorun iktisat anlayışına bakışta düğümleniyor. Kapitalist düşünceye göre iktisat, sınırsız insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt kaynaklarla karşılanması faaliyetidir. Böylelikle üretim ve tüketim sürekliliği asıl meseledir. Bunu sağlayabilmek için de sermaye birikimi önem kazanmaktadır. Bu döngüde bireyin ihtiyaçlarını karşılamak yetmez, yeni ihtiyaçların toplumda talep edilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Kazanma hırsı, ihtiyaç algısı, tüketim emek sahibi olarak bireyin yaşamını şekillendirirken, kar maksimizasyonuyla sermaye sahipleri yeni ürünlerle yeni ihtiyaçlar algısını üretmektedirler. Üretim biçimleri ve tüketim alışkanlığı, toplumsal yapıyı değiştirme gücüne sahip parametrelerdir.

Ekonomik-politik bir sistem olarak kapitalizm, üretim ve tüketim süreçlerini devletin otoritesi ve düzenlemesini reddederek, ekonomik piyasanın serbest kendi dinamikleriyle işleyeceği kabulüyle kendini temellendirmiştir. Rekabet ve özgürlük bu sistemin vazgeçilmez dinamikleridir. Rekabet, üretim ve piyasa koşulları için; özgürlük ise bireyin tercihi ve ihtiyaçlarını belirleme ve karşılama psikolojisi için vazgeçilmez koşullardır. Daha önceki yazımızda da belirttiğim gibi, üretimin devamlılığını sağlayacak hammadde ve iş gücü kaynağı olarak sömürgecilik ve köle ticareti kapitalist sistemin temelini oluşturmuştur. Sömürgecilik ve köle ticareti, dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden biridir. Avrupa ülkelerinin ekonomik çıkarları doğrultusunda Afrika kıtasının insan gücü ve doğal kaynakları sömürülmüş, bu süreç milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, toplumsal yapının bozulmasına ve kültürel yıkımlara neden olmuştur. Köle ticareti ve sömürgecilikten elde edilen zenginlik, Avrupa’nın refahını artırırken Afrika kıtasında derin yoksulluk, siyasi istikrarsızlık ve sosyal çöküşe sebep olmuştur. (2)

Kapitalist iktisat tanımında “insanın sınırsız ihtiyaçları” vurgusu tüketimi ve ihtiyaç algısını ön plana çıkaran bilinçli bir spekülatif düşüncedir. Bu anlayışa göre insan, haz ve arzularına esir düşen, doyumsuz ve yetinmeyen, sürekli ihtiyaç ve sahip olma dürtüsüyle bir arayış içinde olan varlıktır. İnsanın arzu ve doyumsuzluk esiri olarak görülmesi kapitalist sistemin üretim ve tüketim sürekliliğini sağlayan bakış açısıdır. Bu tercih ve özgürlük anlayışı liberal demokrasinin de temel kabulü olmuştur. Zira insan rasyonalist ve seküler bir zihinle özgür iradesini, tercihlerini ve arzularını belirleme ve ihtiyaçlarını giderme yetisine sahip bireydir. Bunun için dini veya kültürel kısıtlayıcı, bağlayıcı bir etken kabul edilemez. Demokrasi anlayışında bireyin iradesi ve özgürlüğünün kaynağı budur.

“Sahip olma” ve “refah içinde bir yaşam” anlayışı insanın zorunlu ihtiyaçları dışında kendine sunulan ürünlere ulaşmayı ve arzularını gidermeyi içeren bir yaşam felsefesi olmuştur. Bunun yanında “ilerleme” ve “kalkınma” kavramları da devlet açısından üretim ve zenginliğe odaklı kapitalist bir anlayıştır.

Kapitalist toplumda sermaye ve burjuvazi sınıf, insan için daha fazlasına, daha yenisine sahip olmayı mutluluğun ve tatminliğin kaynağı olarak göstermektedir. Aslında insanın zorunlu ihtiyaçları değişen şartlara rağmen belirli bir ölçüde kalmaktadır. İnsanın arzuları, ihtirasları ve sahip olma dürtüsü tetiklenerek otokontrol mekanizması yok ediliyor ve ihtiyaç algısı tüketim yönünde belirleniyor. Bu toplumsal bir kırılmanın ve ayrışmanın da nedeni olmaktadır. “Neyin sahici ihtiyaç neyin de sahici ihtiyaç olmadığına dair insan veya onun biyolojik yapısının karar verici olma imkânı platonik toplumda insanın elinden çıkmış durumdadır. Günümüzde insanın ihtiyaçlarının neler olduğunun artı karar vericisi, içinde yaşamın sürdüğü “yürürlükteki” hayat tarzının kendisidir. Bu durumda ihtiyaçların hakikatte insan için mi, yoksa bu hayat tarzının kendini idame ettirmesi için mi olduğu meselesi çözümü zor karmaşık bir hal almaktadır” (3)

“Max Weber, her şeyden önce kapitalizmin ruhunun para kazanma ve kazandığını harcama ikilemi içerisinde yükselen bir ‘hırs felsefesi’ olduğunu tespit eder…Batılı kapitalizm, para sayesinde yaşanacak bir hedonizm ya da ruhsal bir tatmin ve mutluluğun da ötesinde sadece ve sürekli kazanmanın insan yaşamının amacı haline getirildiği bir ahlakı ortaya koymuştur.” (4)

Kapitalist sistemin motivasyonu sadece insanın ihtiyaçlarını üretmek değil, daha önemlisi elde edilecek kar maksimizasyonudur. Bunun için daha fazla üretim, ucuz emek gücü, yeni ihtiyaçlar belirleyerek tüketimi artırmak ve sermayeyi büyüterek yatırım döngüsüyle bu süreci yönetmek kapitalizmin varlığının formülüdür. Bu döngü sadece insan ölçeğinde kalmamaktadır. Döngünün bir noktasında sürece devlet aygıtı da dahil edilmektedir. Devlet, yatırım imkanlarını sağlayan, üretimi teşvik eden ve tüketim konusunda alan açan ve sermaye ile iş birliği yapan bir rol üstlenmektedir. Kapitalizmin temel iddiası, piyasanın kendi kendini düzenleyerek refahı artıracağı yönündedir. Ancak pratikte, servetin belirli bir azınlığın elinde aşırı derecede birikmesine yol açmaktadır. Küresel kapitalizm, uluslararası şirketlerin elde ettikleri ayrıcalıklar ve teşviklerle devletlerden daha fazla güce sahip olmasına yol açmıştır. Günümüzde bu küresel sermaye denetlenemeyen bir hale dönüşmüş, devletlerin egemenliğini, ekonomik yapısını ve hatta siyasi yapısını tehdit eder hale gelmiştir. Dünyanın önde gelen zenginlerinden ABD’li George Soros, sahip olduğu ekonomik güçle Türkiye başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde siyasi ve toplumsal kaos ve darbe planlarını yürütmekle bilinmektedir. Ülkemizde kurduğu ve desteklediği paravan dernek, vakıf ve medya kuruluşları eliyle bu faaliyetlerini sürdürmektedir. “Soros’a göre, rekabet koşulları altında ahlaki kaygılara yer yoktur. Kendisinin spekülatif işlem yaparken sonuçları değerlendirmediğini, sonuçların yıkıcı olduğunu bildiğinde bile kurallara göre oynadığını ve olumsuz sonuçları ihmal ettiğini belirtir. Soros, rekabet koşulları altında ahlaki kaygıların gerçek dünyada hiçbir fark yaratmayacağını, kendisi yapmasa bile bir başkasının onun yerini alacağını, ahlaki davrananın kaybedeceğini vurgulamaktadır. Piyasada tek dürtünün karı en üst seviyeye çıkarmak olduğunu belirtir.”(5)

 Aslında yeni dünya düzeninin uluslararası kuruluşları küresel sermayeyi koruyan ve devletlere bu yönde baskı ve yaptırım uygulayan kapitalizmin aracı olmuşlardır. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve hatta BM küresel sermayenin güdümünde faaliyet yürüten ve rol üstlenen emperyal örgütlerdir.

IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası, özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınmasını desteklemek amacıyla kurulmuş uluslararası finans kuruluşlarıdır. Ülkelerin kalkınmasına destek sağlamak amacıyla borçlandırma ve uyum politikaları hedef ülkelerin egemenliğini tehdit eder hale dönüşmüştür. Yapılan anlaşmalar sadece ekonomik konuları içermemekte, ülkenin kültürel ve siyasal yapısına müdahale içeren zorunluluklar getirmektedir.

Türkiye, 1990’larda ve özellikle 2001 ekonomik krizi sonrasında IMF ile bir dizi stand-by anlaşması imzaladı. Bu anlaşmalar, kamu harcamalarında kesintiler, özelleştirmeler ve ekonomik reformlar gibi koşullar içeriyordu. IMF’nin dayattığı politikalar, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını zayıflattı. Özelleştirmeler, stratejik kurumların yabancı şirketlere satılmasına yol açtı ve kamu hizmetlerinin kalitesi düştü. IMF programları, ekonomik sorunları daha da artırdı, toplumsal gerilimlere ve siyasi istikrarsızlıklara neden oldu. Başta ABD olmak üzere egemen devletlerin siyasi baskılarıyla Türkiye ve diğer bazı ülkelere uygulanan ambargo ve gümrük politikaları kapitalizmin, ülkelerin egemenlik ilkesine ve demokratik yapısına ne kadar olumsuz etki ettiğinin örnekleriyle doludur.

Kredilendirme notu, borsa spekülasyonları ve döviz kuru operasyonları gibi konular, küresel finansal sistemde devletlerin ekonomik politikalarını ve piyasa dinamiklerini etkileyen önemli unsurlardır. Kredilendirme notu, bir ülkenin ekonomik istikrarı, borç yükü, büyüme potansiyeli ve politik riskler gibi faktörlere göre Standard & Poor’s, Moody’s, Fitch gibi kuruluşlar tarafından yayınlanan raporlardır. Kredi derecelendirme kuruluşları, kapitalist sistemin önemli aktörleri olarak ülkelerin sadece ekonomik durumlarını, risklerini ve gelecek tahminlerini yayınlamakla kalmazlar. Bu raporların kasıtlı olarak ilgili devletlerin iktidarına mesaj ve hatta siyasal iktidarın varlığına karşı toplumsal tepkiyi oluşturmaya yönelik bir araç olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Döviz kuru operasyonları da bir ülkenin para biriminin değerini etkilemek amacıyla yapılan işlemlerdir. Bu operasyonlar, merkez bankaları veya büyük finansal kuruluşlar tarafından yapılmaktadır. Özellikle son dönemde ülkemizin para değeri üzerinde bu tür operasyonları çok açık bir şekilde yaşadık. Döviz kuru operasyonları, bir ülkenin ihracat ve ithalat rekabet gücünü doğrudan etkiler. Ayrıca döviz üzerinden yapılan borçlanma dengesini olumsuz olarak etkilediğinden dolayı iflas ve icra takipleri çoğalır ve bu durum piyasaları alt üst eder ve toplumsal gerilimi/bunalımı tetikler. Bunun sonucunda genellikle siyasal iktidarın sonu gelir ve küresel sermaye ve güçlerin desteklediği yeni siyasal iktidarlara alan açılır.

Borsa spekülasyonları da doğrudan siyasal iktidarın para politikalarıyla ilişkilidir. Özellikle yabancı yatırımcılar piyasa güvenini etkilemek ve faiz politikalarını yönlendirmek için çok yüksek miktarlarda giriş ve çıkışlar yaparak borsayı speküle etmektedirler. Bu durum da sonuçta doğrudan para politikalarını ve piyasa dinamiklerini etkiler.

Bütün bu yöntemler küresel devlet ve sermaye güçlerinin bir amaca yönelik stratejileridir. Konu sadece parasal gelir elde etme hedefiyle ilişkili değildir. Bu durum kapitalist parametrelerle siyasal ve toplumsal dizaynı da amaçlamaktadır. Bu noktadan yola çıkarak konu aslında demokratik sistemin kapitalizm eliyle denetim altında tutulması ve dizayn edilmesidir. Yukarıda değindiğimiz ekonomik müdahaleler sadece ekonomik/ticari hayatı etkilemiyor; toplumun siyasal beklentilerini, reflekslerini ve kararlarını da doğrudan etkiliyor. Örneğin uluslararası insan hakları raporu adı altında yayınlanan raporlarda bazı ülkeler uluslararası düzeyde ağır suçlamalar ve ithamlara maruz bırakılmaktadır. Bu raporlarda ele alınan konuların büyük bir kısmı mevcut siyasal iktidarı yeniden hukuksal bir yapılanmaya veya kabule zorlamayı amaçlamaktadır. İşin en ilginç noktası ise bu raporlarda ele alınan konuların genellikle etnik, mezhepsel veya toplumun geneli tarafından kabul görmeyen bazı meselelerden ibarettir. Örneğin, LGBTİ ve kadın hakları hakkında en marjinal dernek ve yazarların görüşleri sanki ülkenin en temel sorunuymuş gibi gösterilerek hem siyasal iktidar hem de toplum bir akbule yöneltilmektedir. “İnsan hakları raporları batı ve

Dünyada uluslararası olaylara karşı stratejik araştırmalar yapan ve siyaseti etkileme veya dizayn etme girişimlerinde bulunan birçok kuruluş bulunmaktadır. Bu kuruluşlar, genellikle düşünce kuruluşları (think tankler), araştırma enstitüleri, uluslararası örgütler ve lobi grupları olarak faaliyet gösterirler. Bu kuruluşlar, politika yapıcıları, kamuoyunu ve uluslararası ilişkileri etkilemek amacıyla araştırmalar, raporlar ve analizler yayımlarlar. Bilderberg, Davos Zirvesi gibi örgütler, küresel elitlerin bir araya geldiği, dünya siyaseti, ekonomi ve güvenlik gibi konuların tartışıldığı kapalı kapılar ardında gerçekleşen toplantılar düzenleyen gruplardır. Bu örgütler, genellikle dünya çapında etkili siyasetçiler, iş insanları, akademisyenler ve medya temsilcilerini bir araya getirir.

Bilderberg, küresel politika ve ekonomi üzerinde etkili olan, katılımcıları ve kararları kamuoyundan gizli tutulan ve alınan kararların yürütülmesi konusunda ülkelerde siyasal ve toplumsal dizayn stratejilerini sermaye grupları ve onların destekledikleri marifetiyle gerçekleştiren etkili bir kuruluştur.

Davos Zirvesi, David Rockefeller ve Zbigniew Brzezinski tarafından kurulmuş olan Trilateral Komisyon ve Chatham House gibi kuruluşlar küresel sermaye desteğiyle siyasal, ekonomik ve teknolojik yenilikler ve politikalar alanında önemli çalışmaları yürütmekte ve alınan kararları uygulama konusunda birçok ülkede iç siyasete kadar etki eden bir güce sahiptirler.

Devletin egemenlik ilkesi, halkın iradesi ve özgürlüğü gibi demokrasi kavramıyla idealize edilmiş ilkeler, bugün küresel sermayenin gücü karşısında zayıflamış ve hatta birçok ülkede yok edilmiştir. Aslında Batı’da kilisenin ekonomik ve otorite alanında toplum üzerindeki etkisi Protestanlık ile zayıflamaya başlayınca kilisenin “ilahi güç temsilcisi” olma misyonu itibar kaybetmiş ve yerine “bireyin özgürlüğü” ve “toplumun iradesi”yle oluşan siyasal iktidarın egemenliği hâkim olmuştur. Aslında bu süreç doğru-yanlış tüm yönleriyle var olan dini inanç ve kabullerden esinlenerek oluşmuştur. Bu özgürlük anlayışı ve sivil iktidar düşüncesi Hristiyanlık inancıyla toplum ve otorite anlayışının ürünüdür. Bu toplumsal ve dini tecrübe sistem olarak demokrasiyi doğurmuştur. Ancak bugün kilisenin ilahi güç temsilcisi rolünü ve kimliğini “küresel sermaye” almış durumdadır. “Bireyin özgürlüğü”, “toplumun iradesi” kavramlarının içi boşaltılmış, egemen devletlerin kapitalist ilkeleri toplumun iradesinin üzerinde etkin ve geçerliliğini sürdürmektedir.

Ülkemizin yakın siyasi tarihinde de hatırlanacağı gibi bu küresel örgütlerin yerel bazı piyon kuruluşlarla iç siyaseti dizayn etme ve toplumsal kaos planlarıyla huzur ve istikrarı yok etme operasyonları gerçekleşmiştir. TÜSİAD, TOBB, Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipleri Birliği, Disk, Türk-İş gibi sermaye ve sermayeyle iş birliği yapan örgütler kendi iş kolları ve faaliyet alanları dışında kalan konularda eylemler düzenleyerek ve basın açıklamaları yaparak hem siyasal hem de toplumsal dinamikleri etkilemişler, millet iradesi ve anayasal hakları çiğneyerek demokrasinin işlevliğini bozmuşlardır.

Kapitalizmin yükselişiyle burjuvazinin, sermaye gruplarının hayatın her alanında etkin olması birlikte ortaya çıkmıştır. Hukukun üstünlüğü, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, siyasal örgütlenme ve oy verme hakkının olduğu bir sistem olarak ifade edilen liberal demokrasi, kapitalizmin sahibi sermaye grupları ve örgütlerinin kıskacında can çekişmektedir. Bugün Uluslararası Ceza Mahkemesi, BM gibi dünya huzur ve barışını koruyup yönetme misyonuna sahip kuruluşların itibarı kalmamış, kararlarının yaptırım gücü yok olmuştur. Küresel devletler ve uluslararası şirketler ülkelerin egemenlik haklarını ve anayasal düzenlerini yok sayarak menfaatleri doğrultusunda sorumsuzca faaliyetlerini sürdürmektedirler. Daha açık bir ifadeyle, bugün kapitalizm küresel egemen güç; demokrasi ise kapitalizmin varlığına ve devamlılığına imkân sağlayan yapay bir özgürlük ve egemenlik iddiasından ibaret bir sistemdir.

Küresel sermaye grupları, ekonomik güçlerini kullanarak devletlerin egemenlik ilkelerini ve demokrasinin ilkelerini tehdit edebilmekte ve hukuki sorumsuzluklara yol açmaktadır. Siyasi karar alma süreçlerini ve ekonomi programları etkilemek amacıyla yoğun baskı ve manipülatif girişimlerde bulunmaktadırlar. Özellikle medya kuruluşlarını satın alarak veya finanse ederek kamuoyunu yönlendirme ve sivil toplum kuruluşlarını ve işçi örgütlerini destekleyerek toplumsal kaos ve istikrarı bozucu eylemleri gerçekleştirme gücüne sahip olabiliyorlar. Aslında bunlar halkın bağımsız olarak, siyasal eğilimlerini yansıtma ve siyasal iktidar oluşumunu sağlama noktasında bir müdahaledir. Birçok olayda dış müdahale ve desteğin varlığı biliniyor olsa da küresel sermaye gruplarına engel olunamamaktadır.

Varlığını kapitalizme borçlu olan burjuvazi/sermaye eliti, bugün liberal sosyal demokratik hakları sloganlaştırarak kapitalizmi yaşatıyor ve bunun sonucunda yine kendi servetini ve varlığını güvence altında tutuyor.

Uluslararası şirketlerin, sermaye grupların gerek iktisadi ambargo ve piyasayı olumsuz etkileyen faaliyetleri gerekse medya üzerinden yaptıkları manipülasyonlarla siyasal iktidarın meşruiyetini sorgulatacak kaos planlarını yürütmeleri aslında seçmenin algı ve eğilimlerini değiştirerek toplumsal iradenin sağlıklı bir şekilde beyan edilmesini ve siyasal tercihleri sonuç itibarıyla değiştirmektedir. Aslında bu demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesini engellemektir. Bu tür algı komplolarının yoğunlaşması toplumun siyaset kurumlarına ve devletle olan aidiyet bağına ciddi zarar vermektedir.

Devletin egemenlik ilkesi ve toplumun iradesi kavramları her ne kadar siyaset sosyolojisinde modern çağda liberal sosyal bir anlayış olarak ön planda tutulsa da siyaset arenasında etki ve sonuç bağlamında ciddi bir kayma söz konusudur. Küresel sermaye ve egemen devletlerin baskı ve ambargoları, iç siyasetin özgün kurallarıyla yürütülmesi imkanını mümkün kılmamaktadır. Bundan dolayı toplumun iradesinin bilinçli bir şekilde etki altına alınması, yönlendirilmesi ve hatta siyasal eğilimleri ve tercihleri manipüle ederek bilinçli bir yöne sevk edilmesi, demokrasinin kapitalizmin gölgesinde ciddi bir kriz yaşadığını ve yapay bir demokrasinin hâkim olduğu konusunda ciddi eleştiriler mevcuttur.

Kapitalizm ile demokrasi, birbirinin varlığını ve meşruiyetini kendileri sağlayan sermaye ile elit/jakoben sınıf ittifakına dönüşmüştür. Özgürlük ve toplum iradesi kavramları bu ittifakın devamlılığını sağlamak amacıyla idealize edilmektedir. Bunun için uluslararası arenada yeni bir dünya sisteminin yani paradigmanın hâkim olması yönünde ciddi arayışlar ve mevcut düzene itirazlar yükselmektedir. Mutlak egemenlik ve toplumsal irade kavramlarının algıdan ibaret olduğu bunun yerine “hukukun üstünlüğü” ilkesinin işlevselliğinin artırılması ve uluslararası kurumların devletlerin” egemenlik ilkesine” dayalı bir yapıya dönüştürülmesi çağımızın en önemli yapısal sorunudur. Bunun sağlanmadığı bir ortamda devletlerin egemenlik ilkesi ve iç hukuk sisteminin işlevi tartışılacaktır.

Küresel egemen devletlerin kapitalist emellerini gerçekleştirmek için özellikle Afrika ve Müslüman toplumları “demokratikleştirme” söylemiyle işgal edip, ekonomik kaynakları sömürmesi ve siyasal yapıyı batı normlarına göre dizayn etmeleri ve bu süreci uluslararası kurumlar marifetiyle gerçekleştirmesi gerilim ve kutuplaşmayı daha da artırmaktadır.

Batı’da Protestanlık yeni bir inanç ve düşünce iklimini doğurmuş, ideoloji olarak moderniteyi, siyasal sistem olarak da liberal sosyal demokrasiyi icat etmiştir. Müslüman toplumlarda Batı’nın yaşadığı bu tecrübe ve süreç yaşanmamıştır. Sanayi ve teknolojik olarak Batı’dan geri kalmışlığa karşı Batı kendi tecrübesini, yaşadığı serüveni ve bunun sonunda ortaya çıkan yeni düzeni Doğu için bir zorunluluk olarak göstermiş ve bunun ikamesi için işgal politikası yürütmüştür. Batı bunu bilinçli ve amaca bağlı olarak yürütmektedir. Bunun Doğu’nun özgün mirasını ve dinamiklerini yok etmeyi hedeflemektedir.

Bugün “devletlerin egemenlik ilkesi”, “toplumun iradesi” kavramları kapitalizmin, küresel sermayenin gücü ve denetlenemeyen sömürgeci yayılmacılığı karşısında ciddi bir tehdit ve yok olmayla karşı karşıyadır. Zira bugün kapitalist demokrasi, ulus devlet anlayışının ana dinamiklerini yıktığı gibi, demokrasinin savunduğu kavramlarla bezenmiş sermaye kaynaklı bir “örtük oligarşi” yönetimidir.

 

Kaynaklar:

1-Sombart W., Yahudiler ve Modern Kapitalizm, s.57

2-https://yolcutvhaber.com/yazarlar/ahmet-tirfil/bati-nin-kirli-kalkinma-tarihi-somurgecilik-ve-kole-ticareti/270/

3- Arslan A., Sabra Davet hakikat, s. 144

4- Kurşunoğlu M.S., Kapitalizm, s.16

5- Yılmaz A., İkinci Küreselleşme Dalgası, s.153

6- Balcı A., Ortadoğu ve Postkolonyalizm, s.56

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler