KIZILCABÖLÜK’E HASRET GÜZELLEMESİ

A+
A-

Bendeniz, ne zaman Kızılcabölük adını duysam, aklıma babamın “Bizim Köy” sözü gelir. Rahmetli “Kızılcabölük”ten, hiç adıyla bahsetmez, hep “Bizim Köy” derdi. Ne sıcak, ne kadar samimi bir söyleyişti o! Adeta Kızılcabölük’ü topyekûn tanımlayan, dağıyla taşıyla, kurduyla kuşuyla, börtüsü böceğiyle hayvanı hatarıyla, insanı, insân-ı kâmiliyle bir bütün olarak kucaklayıp saran ne dopdolu bir ifadeydi…

Rahmetli, birisiyle tanış biliş isek “Bizim Köylü” derdi. Tanıyamadığı bir simâ ise, tatlı bir tebessümle bize “bu da mı Bizim Köylü” diye sorardı.

Seneler geçti gitti. babamın mütebessim bir yüzle ve yumuşacık ifedesiyle söylediği bu Bizim Köy, Asmalı sohbetlerinden, Perşembe pazarına, Çatalarmud’undan Ardıç dönmesine, Gerağzı’ndan Kırbağarasına, Orhan’ından Vakıf dönemeci’ne, Çalıdedesi’nden Söğütönü’ne, Çilen Çeşmesi’nden Sarıkavak’a, Kavak Mahallesi’nden Demirci Mahallesi’ne, Yukarı Mahalle’den Çakıloluk’a kadar her şeyiyle yazılmalıydı. Çalışan ve üreten insanların adları geleceğe taşınmalıydı…

Hasılı bu “Bizim Köy” sadefindeki incilerini göstermeliydi.

Bütün bu duygularla ve biraz da serâzâtça kaleme alınan bu yazının adı babama, güzellikleri de Bizim Köylülere ait.

Bizim Köy’ü andıkça, kitaplarda yazmayan, müzelerde sergilenmeyen nice güzellikler gelir geçer gönlümden. Bunların bir kısmı halen yaşamakta ise de, çoğu kayboldu gitti.

Güzellikler kaybolmamalı.

Ne güzeldi Bizim Köy,

Ne güzeldi Bizim Köylümüz!

*

Bir yol adabı vardı: Adı bilinsin, bilinmesin; tanınsın, tanınmasın yoldan geçene selâm verilirdi. Nereden gelip nereye gittiği sorulurdu. Bilmiyorsa yol yordam tarif edilir, gerekirse elinden tutulup götürülürdü…Öyle, sokak kabadayısı gibi yürünmezdi. Büyüklere, yolda duranlara, selam verilirdi. “Hey, lan, ulan, hiiişt” gibi lügatta olmayan söz yoktu. Usûlünce ve şartlarına göre kelâm olurdu.

Cumaya hazırlık perşemben başlardı: Perşembe pazarından ne lâzımsa alınır; dört toptarhanadan, yarım okka erkeç etinden bir tarnaşı (tarhana aşı) kaynatılır; dolmalar hazırlanır, büyüklerin elleri öpülmeye gidilir. Kurubiberler, -soğuyup yumuşamasın diye- Dede ve ninenin evinde ütülürdü. Yemekten sonra evin, yeni Kur’ân talim etmiş en küçük çocuğu bir “Yâsin” , onu bilmiyorsa “Mülk”, onu da bilmiyorsa “üç ihlâs” okur, dede de “fâtiha”sını çeker ölmüşlerin rûhaniyetine hediye edilirdi.

Avlu kapılarının kilidi yoktu: Mandazına geçirilen bir çöp veya iki halka arasına bağlanan bir ip, “ben evde yokum, yakında geleceğim.” demekti. Ve fakat hiç kimse kimsenin haremine girmez. “Harîm (harım) yaranlık yapmaz”dı. Filancanın evi soyulmuş gibi laflar lügatta yoktu. Kapıların tırkısı (kilidi) Allah’a tevekkülden ibaretti.

Büyüklerin duası alınır, destursuz bağa girilmezdi: Hayır dua alınmadan başlayan işin sonu gelmez bilinirdi. Hele besmelesiz asmadan tefek koparılmaz, yere basılmaz, iş yapılmazdı.

Esnafta, “veresiyemiz yoktur.” şeklinde bir levha görünmezdi. Delallar’ın Bakkal Tahir Amca’nın kargacık burgacık, senelerden beri tuttuğu sarı matematik defterinden bozma veresiye defterinin kimsenin yüzüne açıldığı görülmemişti. Fukara gözetilirdi. Dahi “paranız yoksa,” şeklinde değil, “bozuğunuz yoksa sonra verirsiniz!” diye “bozmadan ve nazikçe” gözetilirdi.

Haciz nedir bilinmezdi: Cümle âleme beyaz eşya ve mobilya sahibi yapan Erişen Baba’nın borcunu ödemeyen hiçbir fukaranın malına haciz koydurduğu duyulmazdı.

Olan olmayana verirdi: Bağ bozulur; elmasından üzümüne, armudundan ayvasına, cevizinden bademine elde ne varsa, olan, olmayana verirdi. Bunun ne okkası, ne de terezisi vardı. Fukaranın gözü ve gönlü doyasıya verilirdi. Pazarda satayım diye meyve yetiştirilmez, eşle dostla yiyelim diye yetiştirilirdi. Bağdaki üzümün fazlası şarap fabrikasına gönderilmez, yeneni yenir, yenmeyeni çarpanada pekmez yapılıp eşe dosta dağıtılırdı. Bu pekmez öyle sıradan bir pekmez de değildi. Hilesiz hurdasız halis Bizim Köy’ün pekmeziydi. Bundan yiyen başka bir pekmez yiyemezdi.

Her şey pazardan gelmezdi: Pazar halli olmak hiç hoş görülmezdi. Hele tembelliğe hiç mi hiç taviz verilmezdi. Bizim Köyde her şey pazardan gelmez, bir evlek toprağı olan, üç arık domates, iki arık da biber diker, yetiştirirdi. Mevsimi geldi mi de domates ve biberi yanına bir baş soğan koyup yer; yetiştirmenin zevkine varırdı. Birileri üretsin de biz de satın alır geçeriz, gibi bir düşünce abes görülürdü.

Ağaçlar yetim çocuklar gibi bakımsız kalmazdı! An başlarındaki çövürlü, yabanî daşlıca (taş) armutları, öyle, senelerce kimsesiz, yetim çocuklar gibi bırakılmazdı. Bu ağaçlara kurd kuş sebeplensin diye, Ya eli göze yatkın Terzi Mehmet, ya kaleme yatkın Dede Mehmet, ya da yarmaya yatkın Hacı Mehmet tarafından bir aşı vurulur geçilirdi. Ertesi sene bir bakardınız ki, o çövür yığını ağaçta yedi mafılı (mahfili) doyuracak kadar çok, sarı kuş gibi armut sallanıyor. Bizim Köylü de bilir ki, bu ağacın sahibi köylüdür. Hiç tereddüt etmeden “aşılayanların geçmişine rahmet” der, yer ve yoluna devam ederdi.

Çeşmeleri gürül gürül akardı! Bizim Köy’de “Susuz Çeşme”den başka susuz bir çeşme yoktu. Her çeşmenin bir hikâyesi vardı. Kavaklı’nın macerası Çarşır’da başlar Necâtî’nin çeşmesinde tamamlanırdı. Çayırlık’ın macerası da Sekizçam’da başlar, Dede Mehmed’ler sokağında biterdi. Gerizler her sene imeceyle onarılır, kaçaklar önlenir, değiştirilmesi gereken künkler değiştirilirdi.

Bizim Köy’de susuzluğunu gideremeyen ebediyyen susuz kalmaya mahkûmdu!

Erken kalkan yol alırdı!

“Erken kalkan yol alır.” der, evin büyükleri sabah ezânından önce kalkardı. Mahalledeki her evin ışıkları teker teker yanar, çay demliği ocağa konduktan sonra dokuma tezgâhının şarteli indirilir ve gün başlardı. Mahallenin bütün dokuma tezgâhları hep birden çalışmaya başlardı. Bu sırada Molla Halil Dede’nin okuduğu sabahî ezânla tezgâhların ahenkli sesleri birbirine karışır ve seher vakti sanki bir ağızdan zikreden Yûnus Emre devri âşıklarının âyinine dönüşürdü. Molla Halil’in okuduğu yanıksı ezanlar, insanın içini yakar, herkesi kendi içinde bir yolculuğa çıkarırdı! Onun soluklana soluklana okuduğu sabahî ezanlar ve salâları duyunca, Fakîr kendimden geçerdim. Bu ses bendenizi adeta yedi kat ötelerde seyran ettirirdi.

Beşikli Muhtar Amca’nın ilâhîleriyle Ramazan bir başka olurdu!

Ramazan’ın tadı Beşikli Muhtar’ın ilahîleriyle alınır, terâvih, Hacıebe’nin İsmail Ağabey’in arkasında kılınırdı. Biraz hızlı biraz da güzel bir sesle kılınan bu namazdan sonra oturulan Asmalı Kahve’de, sohbet Esat Köseoğlu Ağabeyden dinlenirdi. Fizikten metafize kelamdan sırra intikal edilen bu sohbetlerde Gazâlî, Mevlânâ veya Şeyhü’l-Ekber konuşulurdu. Mesnevî’den, Fusûs’tan bazı konular tartışılır, Niyâzî’den şiirler okunurdu. Bu sırada tavşan kanı çaylar Mehmet Salih Amcanın elinden içilirdi. Asmalı kahve’de metafizik konuşulurken Bizim Köy nere, Mevlânâ veya Şeyhü’l-Ekber kim(?) denmezdi. Konuşan bilir, bilen konuşurdu. Kulaklar bu güzel sohbetlerle yunur, yıkanırdı…

Allah kolaylık versin, denir kolaylıklar dilenirdi:

Bağında bahçesinde, evinde ahırında, elinde kazması küreği ile çalışana; un eleyip hamur yoğurana, tezgâhının başında mekiğin zilfesiyle uğraşana “kolay gele” denirdi.

Kıskançlık nedir bilinmezdi. “Bendeki olan sende de olsun” diye gayret edilir, teşvik edilirdi. Bir şey alındığı zaman onu alamayacak fukara üzülmesin diye gösterilmez, gösteriş için de, böyle şeylere tenezzül edilmezdi.

Yollar, yolcular ve yolculuklar da başkaydı.

Gidene yol selâmetliği dilenir; “suyun, ekmeğin, paran var mı” diye sorulurdu. “Az sadaka çok belâya gerilir”, denilerek yola çıkan, Allah’ın göreceği bir yerde, bir fakiri veya çocuğu sevindirirdi. Bir tas yoğurt alınır, yoğurdun üzerine azıcık karacaot (çörekotu) dökülür, giden için “kavuşmaya”; gelen için “hoş geldine” gidilirdi.

Yine, doğanlar için uğurlu kademli olsun denir; ölene başsağlığı dilenirdi.

Bizim köyde, “Malın iyisini Pazar bilir, ölünün iyisini mezar bilir.” denir, gençler, güzel mal üretmek ve haza adam olmak için teşvik edilirdi.

Anadan ve atadan beddua almamaya özen gösterilir, hele ana ve babadan, “nahandı davun (taun) olasıca” yahut “nahandı yok olasıca!” veyahut “seni gidi gök dinni cavur!” gibi bir ilence muhatap olmamak için gayret gösterilirdi.

*

Ve daha neleri vardı Bizim Köy’ün!

Bu satırlar, Bizim Köy’ün ya kocakarda veya zemheride, ya da üzümlere alca düştüğünde doğan efsaneleşmiş şahıslarını; parayı tanımadan, dünya yüzünü görmemiş ak bürgülü ninelerini; pabuca vurduğu yamanın “Ne verirsen ver, paran yoksa mühim değil.” Diyerek masrafından daha az para alan Ayaklar’ın Durmuş Dede gibi nur yüzlü ihtiyarlarını; Dağbağlı Mehmet, Deli Ahmet gibi Hakk’a makbul, halka dost delilerini: yere düşen kağıt parçasını, “bunun üzerinde ilim ve irfan yazılı” diye, alıp yüksekçe bir yere veya bir duvar kovuğuna sokan gönül ehli mübareklerini; Terzi Mehmet ve Halil’in kendi elbiselerine süvarilik vurarak, diktikleri elbiselerin parasıyla kardeşlerini okutma azmini; lüküs lambasının çok lüks olduğu bir zamanda, gaz lambasının titrek sarı ışığının altında okuduğu kitaplarla halkın iftiharı olmuş, Ali Tatcı, Ethem Uslu, İsmail Doğu ve adını anamadığımız daha nicelerini anlatmaya kifayet etmez sanırım.

*

Simdi her şey değişti. …

Artık benim yaşadığım köy yok. Sadece hasretini çektiğim bir Kızılcabölük var silik tablolarda…

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın