MODERN BATI DÜŞÜNCESİNDE İNSAN TASAVVURU VE ANLAM KRİZİ

A+
A-

Modern siyasal düşünce, Batı tarihinde hem felsefi hem toplumsal düzeyde yaşanan büyük kırılmaların ve dönüşümlerin sonucunda ortaya çıkmış, Orta Çağ’ın teolojik egemenlik anlayışından kopuşla başlayan, insanın seküler devlet ve toplum karşısındaki konumunu yeniden şekillendiren bir sürecin ürünüdür. Modern siyasal düşüncenin doğuşu, yalnızca bir siyaset/yönetim biçimi değişimini değil; aynı zamanda insan, toplum, hakikat ve otorite gibi temel kavramların köklü bir dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Bu dönüşümü ortaya çıkaran temel argüman, kilisenin elinde tuttuğu otorite ve düzenleyici gücüne karşı, aydınlanma döneminde şekillenen yeni insan tasavvuru ve otoritenin kaynağı/meşruiyeti çatışmasıdır. Artık insan “birey” olarak özgür iradesi ve kararlarıyla hem kendi yaşamına hem de toplumsal ilişkilerine ve otorite anlayışına dünyevi kaynaklarla bir meşruiyet kazandırıyordu.

Modern siyasal düşüncenin bir diğer kurucu dinamiği, bireyin merkeze alınmasıdır. Orta Çağ’da kilise ve feodalite eksenli yapılanmada insan Tanrı adına otorite kullanan kilisenin ve feodal yapının niteliksiz bir figürü olarak var olurken, modern dönemde bireyin hakları, aklı ve özgürlüğü ön plana çıkmıştır. Bu bireyci anlayış, liberal siyaset düşüncesinin temelidir. Liberalizm, bireyin mülkiyet hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, devletin sınırlanması gibi ilkeleri temel alarak bir siyasal düzen inşa etmeyi hedeflemiştir. Bu bağlamda liberal düşünce hem modern devletin hem de kapitalist piyasa düzeninin ideolojik zeminini oluşturur.

Batının uzun tarih boyunca çetin bir mücadele vererek kendi felsefi, dini ve kültürel kodlarıyla inşa ettiği bu yeni siyaset anlayışında insan tasavvuru gerçekten Orta çağ döneminin insana bakışından çok farklı mıydı? Orta çağ yönetim sisteminin otorite anlayışıyla yeni siyasal sistemin otorite anlayışının insana getirdiği yeni yaşam düzeni arasında hangi argümanlar nasıl değişti ve nasıl bir sonuç doğurdu?

Modern siyasal düşüncenin, devlet, toplum, ekonomi, inanç ve birey arasında akla dayalı bir denge kurma çabası, modern siyasal yapının belirleyici özelliğidir. Ancak bu akılcı yaklaşım zamanla toplumsal adaleti, dengeyi kuramadığı gibi bürokratik tahakkümü beraberinde getirerek yeni beşerî otorite krizini ortaya çıkarmıştır.

Modern siyasal ve felsefi paradigmanın temelindeki en büyük açmazlardan biri, insanı tanımlama ve anlamlandırma konusunda tutarlı ve bütüncül bir çerçeve sunamamış olmasıdır. Bu durum hem teorik hem de pratik düzeyde derin sorunlara yol açmaktadır. İnsan tasavvuru, bir siyasal sistemin veya felsefi akımın temelini oluşturur; çünkü insanın varlık anlayışı, inanç sistemi, özgürlüğü ve sorumluluğu-sınırları hakkındaki varsayımlar, o sistemin adalet, özgürlük, otorite ve toplumsal düzen gibi kavramları nasıl ele aldığını doğrudan belirler. Ancak modern düşünce, insanı ya fazla indirgemeci bir şekilde mutluluğa ulaşmayı hedefleyen, haz odaklı bir yaşamın öğesi olarak ele almakta ya da soyut ve gerçeklikten kopuk aklı temel ölçüt olarak kabul edip bu düşünce biçiminin içeriğini boş bırakarak ilkesizliği sıradanlaştıran, özgürlük sloganıyla görev ve sorumluluk bilincini yok eden idealleştirmeler yapmaktadır.

Batıda Aydınlanma düşüncesinde insan, kilise merkezli kutsal bir varlık olmaktan çıkarılmış, akıl ile donatılmış, özgür, özerk ve kendi kaderini belirleme gücüne sahip bir özne olarak yeniden tanımlanmıştır. Bu tanım başta bir kurtuluş gibi görünse de zamanla insanın maddi gerçekliklere sıkışmasına neden olmuş, ahlaki, metafizik ve manevi boyutları ihmal edilen bir “eksik insan” modeline evrilmiştir. Akıl, ahlakın yerine geçerken; birey, toplumun üzerinde özerklik kazanmış bir hakikat gibi tanımlanmıştır. Bu da beraberinde başıboş bir bireysellik, sorumsuz bir özgürlük, inanç değerlerinden kopuk haz peşinde koşan bir kimlik ortaya çıkarmıştır.

Modern siyasal ve toplumsal düzen, kendini rasyonalite, ilerleme, özgürlük ve bireysel haklar üzerine inşa ettiğini iddia etse de bu iddiaların temelinde derin bir varlık ve anlam krizi yatmaktadır. Bu kriz, yalnızca kurumların, rejimlerin ya da politikaların işlevsizliğinden değil, daha temelde insanın ne olduğuna ve ne olması gerektiğine dair ortak bir ontolojik zemin kurulamamasından kaynaklanmaktadır. İnsan tanımındaki bu belirsizlik ve parçalanmışlık, modern paradigmanın yalnızca epistemolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir çöküş yaşadığını göstermektedir. Artık mesele yalnızca siyaset nasıl yapılmalı değil; siyaset hangi amaçla ve hedefle kimin adına, hangi insan tasavvuru adına yapılmalı sorusuna dayanıyor.

İnsanın yeniden tanımı, yalnızca bir felsefi mesele değil, aynı zamanda varoluşsal bir konu ve siyasal açıdan da ciddi bir sorunsaldır. Hangi insan anlayışı üzerine bir düzen kurulacak? İnsanı yalnızca maddi ihtiyaçları olan bir varlık olarak mı göreceğiz, yoksa onun ahlaki, metafizik ve sosyal boyutlarını da merkeze alan daha bütüncül bir tasavvura mı yöneleceğiz? Çünkü eğer insanı tanımlayamazsak, devletin sınırını da toplumun ahlakını da siyasetin meşruiyetini ve insanın özgürlüğünü de biçimlendiremeyiz. Bugün yaşadığımız ahlaktan ve adaletten yoksun güce dayalı otorite sorunu, kimlik krizleri, ahlaki ve dini toplumsal çözülmeler ve anlam kaybı, insanı yalnızca bir “araç” olarak gören sistemlerin doğal sonucudur. İnsan tekrar “amaç” hâline getirilmediği sürece, siyasal alanda da toplumsal alanda da çatışma ve kaos sorun olarak devam edecektir. İnsanın anlam arayışı, manevi ihtiyaçları ve varoluşsal kaygıları, modern siyasetin gündeminde ya hiç yer bulamamakta ya da marjinalleştirilmektedir. Popülizm, kimlik siyaseti ve aşırı ideolojik kutuplaşmalar, bu boşluğun sonuçları olarak görülebilir. Modern siyaset anlayışında özgürlük, mülkiyet hakkı, refah ve mutluluk gibi kavramlar, insanı ekonomik çarkın, tüketimin, haz ve bireysel tercih gibi her insan için farklı anlam ve sonuç içeren hayallerin esiri yapmaktadır.

Modern dünyanın en büyük çelişkilerinden biri, insan maddi açıdan hiç olmadığı kadar zenginleşirken, manevi ve anlamsal açıdan giderek yoksullaşmasıdır. Ahlak ve inanç gibi temel varoluşsal dayanakların zayıflaması, insanı özgürlüğün sarhoşluğunda amaçsız bir tüketim makinesine dönüştürmüş, tüketim ve haz odaklı bir yaşam anlayışıyla da kapitalizmin sonsuz döngüsüne hapsetmiştir. Bu durum, yalnızca bireysel bir boşluk yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal ahengi, dokuyu da aşındırıyor. Çünkü insan, sadece “tüketen” ve “haz ve mutluluk” peşinde koşan bir varlık olarak tanımlandığında, hayatın anlamı da giderek sığlaşır ve metalaşır.

Batı düşüncesinin modern dönemde benimsediği mekanik evren modeli, insanı kendisini tabiatın mutlak hâkimi ve gerçek sahibi olarak görmeye sevk etmiştir. Bu yaklaşım, inancı, değerleri ve kutsal olanı hayatın dışına iterek her şeyi maddeye ve faydacılık temeline indirgemiştir. İnsanın ego merkezli bu tutumu, onu doğaya hükmetme yarışına sokarken, aynı zamanda varlığını anlamlandırma çabasını da seküler bir niteliğe büründürmüştür. Bu dünya görüşünde Tanrı’ya ve dine yer yoktur. İnsan, kendi aklını nihai ölçüt kabul ederek her şeyi bu perspektifle değerlendirmeye başlamıştır. Ancak bu durum, büyük bir boşluğu da beraberinde getirmiştir. Çünkü kutsal olanın, aşkın bir ilkenin ve ortak değerlerin olmadığı bir dünyada insan, sadece kendi haz ve mutluluğunu maksimize etmeye odaklanır. Bu süreçte ahlaki sınırlar erir, toplumsal bağlar zayıflar ve insan, kendini sınırlayacak hiçbir üst ilke tanımaz hale gelir. Bu seküler yaşam felsefesi, insanı amaçsız bir kimliğe mahkûm etmiştir. Eğer insanın, evrenin, tabiatın yaratılışında bir amaç yoksa insanın yaşamında bir sınır da olmamalıdır. Seküler düşünceye göre insan da dünya gibi rastlantısal bir evrim ürünü olarak var olmuşsa insanın da varlığın da bir değeri yoktur. Böyle bir düşünce ve yaşam biçimi ilke ve sınırların olmadığı, herkesin özgür isteklerine, haz ve mutluluk anlayışına göre şekillenir ve tam bir çatışma, kaos ortamı doğar. Ahlak ve inanç gibi kutsal değerlerin düşünce sisteminden ve dünya görüşünden tamamen çıkarılması, insanı derin bir anlam krizine sürüklemiştir. Artık neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair evrensel bir ölçüt kalmamış, her şey göreceli ve bireysel çıkarlara göre şekillenir olmuştur. Batı düşünce sisteminin en temel yanlışı, Tanrı’nın varlığı ve mahiyeti konusunu bilimsellik ile açıklamaya çalışıyor olmasıdır. Oysa Tanrı’nın varlığı ve mahiyeti bilimin konusu değil, itikat/iman konusudur.

Modern Batı siyasal düşüncesinin temellerinde insana bakış ve insanı konumlandırma konusunda Hristiyan teolojisinin şekillendirdiği “aslî günah” doktrininin derin izleri bulunmaktadır. Bu doktrine göre insan, Tanrı tarafından yaratıldığı andan itibaren günahla yüklü bir varlık olarak dünyaya gelmiş ve dünyadaki varoluşu bir “düşüş” olarak kabul edilir. Bu anlayış, Batı’nın insan doğasına bakışını, siyaset felsefesini ve toplumsal örgütlenme modellerini köklü bir şekilde etkilemiştir. Bu durum, bireylerde derin bir suçluluk psikolojisi yaratmış ve insanın kendini sürekli bir “kefaret arayışı” içinde görmesine yol açmıştır. Teolojik açıdan bu yaklaşım, insanın ancak ilahî lütuf ve kilisenin aracılığıyla kurtulabileceği bir sistem inşa etmiştir. Bu düşünce, insanın varlık anlamını ve kâinatı algılayışını da şekillendirmiştir. Eğer dünyaya geliş bir “ceza” veya “düşüş” ise, o zaman dünyadaki yaşam geçici ve ıstırap dolu bir sınavdan ibarettir. Bu anlayış, sekülerleşme sürecinde Batı düşüncesinde etkisini sürdürmüş, insanın kendini ve evreni anlamlandırma çabasını derinden etkilemiş ve kutsal olanı anlamsızlaştırmıştır. Aslî günah doktrininin yol açtığı en önemli sonuçlardan biri, kutsal olanın anlamını yitirmesidir. Eğer insanın varoluşu temelde günahkâr ve değersiz ise, o zaman kutsala bağlılık ve inanç da anlamsızlaşır. Modern dönemde bu düşünce, dinin toplumsal hayattan dışlanmasıyla sonuçlanmış, insanı metafizik bir boşlukla amaçsız sadece haz ve mutluluğu hakikat olarak görmeye yöneltmiştir.

Sekülerleşme sürecinde Batı, Tanrı’yı ve dini otoriteyi reddederken, aynı zamanda insanı mutlak özgür ve özerk bir varlık olarak konumlandırmaya çalışmıştır. Ancak bu durum, insanı sınır tanımayan bir benlik anlayışına mahkûm etmiş, ahlaki ve varoluşsal bir krize sürüklemiştir. Çünkü insan, kendini anlamlandıracak bir üst değerler sistemi olmadan, sadece haz ve bireysel çıkarlar peşinde koşan bir varlığa dönüşmüştür.

Batı düşüncesinin insanı “akıllı hayvan” olarak tanımlaması ve aklı mutlak ölçüt kabul etmesi, temel bir yanılgıya dayanmaktadır. Bu yaklaşım, aklın mahiyetini ve insanı diğer varlıklardan ayıran esas özellikleri gözden kaçırmaktadır. Akıl, bağımsız bir öz değil, tıpkı işitmek ve görmek gibi bir idrak faaliyetidir. Duyusal algılar, sezgiler ve deneyimlerle şekillenen bu süreç, doğası gereği göreceli ve sınırlıdır. Her insanın algı dünyası farklı olduğundan, salt akla dayalı bir evren tasavvuru tutarlı bir bütünlük sunmaktan uzaktır.

Batı medeniyetinin insan tanımındaki temel problem, insanı hayvandan ayıran farkın akıl olarak görülmesidir. Oysa pek çok hayvan türünde de planlama, problem çözme ve araç kullanma gibi akılsal davranışlar gözlemlenmektedir. Hayvanların içgüdüsel yetenekleri bazen insan aklını andıran sonuçlar doğurabilmektedir. Bu durum, insanı esas anlamda insan yapan şeyin akıl olmadığını göstermektedir. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik ahlaktır. Ahlak, sadece insana mahsus bir nitelik olup, iyi ile kötüyü, hak ile batılı ayırt etme yeteneğidir. Bu yetenek, insana kendini ve evreni anlamlandırma, amaçlar belirleme ve kutsal olanla ilişki kurma imkânı sunar. Oysa modern Batı düşüncesi, insanı ahlaki boyutundan soyutlayarak sadece akılsal bir varlık olarak konumlandırmış ve bu durum insanı anlam kaybına sürüklemiştir. Aklı mutlaklaştıran bu yaklaşım, insanı kutsal olandan uzaklaştırarak seküler bir varoluşa mahkum etmiştir. Salt akla dayalı yaşam modeli, insanı amaçsız bir tüketim varlığına dönüştürmüş, manevi boşluklar yaratmıştır. Oysa insan, sadece akılsal hesaplamalar yapan bir varlık değil, aynı zamanda inanan, değer üreten ve anlam arayan bir varlıktır. İnsanın gerçek kemali, aklın yanı sıra ahlak, hikmet ve maneviyatla bütünleşmiş bir varoluşta gizlidir.

Modern insanın içine düştüğü buhrandan çıkış yolu, insanı tek boyutlu gören bu dar bakış açısını aşmaktan geçer. İnsanı sadece akılsal kapasitesiyle değil, ahlaki ve manevi boyutlarıyla birlikte anlamak gerekir. Ancak bu şekilde insan, gerçek potansiyelini keşfedebilir ve anlamlı bir varoluş inşa edebilir.

İslam düşüncesi insanı ne yalnızca biyolojik bir varlık ne sadece düşünen bir akıl ne de tek başına haz peşinde koşan bir varlık olarak tanımlar. İslam, insanı çok katmanlı, çok boyutlu ve asli itibarıyla sorumlu bir varlık olarak görür. Varlığın anlamını kavrayan, kâinatı gözlemleyerek kendini konumlandıran, ahlaklı-erdemli bir toplumu ortaya çıkaracak bilinçli bir insanı amaçlar. Bu bakış, modern seküler paradigmanın insanı parçalayan, indirgemeci ve tek boyutlu yaklaşımlarına karşı bütüncül, dengeli ve varoluşsal derinliğe sahip bir alternatif sunar. İslam’da insan, Allah ile özel bir ilişki içinde değerli bir varlık olarak tanımlanır. Kur’an’da insanın yaratılışı, sıradan bir biyolojik oluşum değil, yüce bir kudretin, “en güzel surette” (ahsen-i takvîm) yaratması olarak anlatılır. Bu, insanın taşıdığı değer ve onurun kaynağıdır. Allah, “Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) buyurarak, insanın sadece fiziki değil, aynı zamanda ontolojik ve ahlaki mükemmelliğine işaret eder.

Kur’an merkezli İslam düşüncesi, insanı hem yeryüzünde bir halife hem de nefsine karşı sorumlu olarak konumlandırır. İnsanı hem özgür hem sorumlu hem birey hem ümmetin parçası hem dünyevi hem uhrevi ahlak ve inanç odaklı bir varlık olarak tanımlar. Modern düşüncenin en büyük yanılgılarından biri, ahlakı ve inancı insanın özgürlüğünü kısıtlayan, dogmatik ve gerici unsurlar olarak sunmasıdır. Oysa gerçek özgürlük, sınırsız bir başıboşluk değil, insanı kendi nefsinin ve dış tahakkümün esaretinden kurtaran bir bilinç halidir. İslam düşüncesi, bu anlamda özgürlüğü salt “dış engellerden kurtulma” olarak değil, insanın kendini ve dünyayı hakikat penceresinden okuyabilme, varlığı anlamlandırmada önemli bir tefekkür kapasitesi olarak ele alır. Ahlak ve inanç, bu süreçte insanı koruyan, yücelten birer kaynak ve rehberdir.

İslam’ın özgürlük anlayışı, insanın yalnızca dünyevi güçler karşısında değil, kendi tutku ve zaaflarına karşı da duyarlılığı hedefler. Modern düşünce, özgürlüğü genellikle “dış otorite ve baskılardan arınma” olarak tanımlar; ancak bu yaklaşım, insanın içsel köleliklerini gözden kaçırır. Oysa gerçek kölelik, nefsin arzularına, toplumsal baskılara veya ideolojik dayatmalara körü körüne boyun eğmektir. İslam’ın ahlak ve inanç sistemi, insana bu tür bağımlılıklardan kurtulma bunlara karşı koyacak bilinç ve idrak imkânı sunar. Batılı insanın kendi medeniyet ve kültür potansiyeli ve tarihsel olarak yaşadığı süreçlerin sonucu olarak biçimlendirdiği siyasal ve toplumsal paradigmalar ile İslam düşüncesinin siyasal ve toplumsal paradigmaları çok farklıdır. Küreselleşmenin ve siyasal-ekonomik hegemonyanın yaygınlaşmasıyla, küreselleşmenin bir sonucu olarak batı merkezli düşüncenin evrenselliği Müslüman toplumlara dayatılmaktadır. Maalesef bu dayatmanın olumsuz etkileri Müslüman toplumların düşünce sisteminde ve dünya görüşünde çatışma ve değişime sebep olmaktadır. Modern düşünce Müslüman toplumlarda en çok özgürlük ve akıl konularında yanıltıcı bir algı yaratmış durumdadır. Oysa aklın özgürleşmesi meselesi de İslam düşüncesinde merkezi bir role sahiptir. Modernite, aklı seküler ve din-dışı bir alana hapsederek onu metafizik ve ahlaki bağlamından koparmıştır. Oysa İslam geleneğinde akıl, vahiy ile uyum içinde çalışan ve insanı hakikate ulaştıran bir araçtır. İman, aklı iptal etmez; tam aksine, onu batıl inançlardan, önyargılardan ve ideolojik saplantılardan arındırarak gerçek anlamda özgür kılar. İslam’ın akla ve tefekküre verdiği önem, Kur’an’ın temel çağrısının ayrılmaz bir parçasıdır. Allah, insana yalnızca körü körüne bir itaati değil, aklını kullanarak hakikati idrak etme sorumluluğunu yüklemiştir. İnsanın yeryüzünü, gökyüzünü ve tüm kâinatı gözlemlemesini, kendinden önceki toplumların yaşantılarını, hallerini anlamayı ve aklını kullanmasını emreder. Bu, İslam’ın salt bir duygu dini olmadığını, aksine akıl-vahiy dengesini kuşatan bir inanç-düşünce sistemi, hakikat yolu olduğunu gösterir.

Kur’an’ın pek çok ayetinde “akletmez misiniz?”, “düşünmez misiniz?” gibi sorgulayıcı, yönlendirici ifadelerin yer alması, İslam’ın insan aklına verdiği değerin en açık kanıtıdır. İnsan, yalnızca nakille değil, akıl yürütme ve tecrübeyle de hakikate ulaşabilir. Örneğin, ” Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (Bakara, 164) ayeti, evrendeki düzenin insan aklına hitap eden yönünü vurgular. Bu, İslam’ın bilimsel düşünceye ve gözleme dayalı tefekküre verdiği önemi açıkça ortaya koyar.

Özgür irade meselesi de İslam’ın en temel prensiplerinden biridir. “Biz ona doğru yolu da eğri yolu da gösterdik. Artık isterse şükreder, doğru yolda gider; isterse nankörlük edip eğri yollara sapar.” (İnsan, 3) ayeti, insanın seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğunu vurgular. İslam, insanı sorumlu bir varlık olarak tanımlar ve bu sorumluluğun temelinde de özgür irade anlayışı vardır. İslam’ın akla ve özgür düşünceye verdiği bu değer, tarih boyunca Müslüman bilginlerin felsefe, astronomi, tıp ve matematik gibi alanlarda öncü çalışmalar yapmasını sağlamıştır. Kindî, Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd, Battani gibi düşünürler, akıl ile vahyin birlikteliğinde çalışmış ve insanın bilgiye ulaşma sürecinde aklın rolünü vurgulamışlardır. Gazali’nin ve İbn Haldun’un eserleri, İslam’ın akla dayalı eleştirel düşünce geleneğinin ürünleridir. Dolayısıyla, İslam’ın akla ve özgür iradeye değer vermediği iddiası ya kasıtlı bir iftira-çarpıtmadır ya da İslami ilimlerden habersiz bir cehaletin ürünüdür. Kur’an, insanı sürekli olarak düşünmeye, araştırmaya ve hakikati akıl yoluyla kavramaya çağırır.

İnsan, amaçları doğrultusunda şekillenen bir varlıktır. Onun hakikate ulaşma çabası, ancak bilinçli ve anlamlı bir yaşam inşa etmesiyle mümkün olur. Bu yaşam biçimi, aynı zamanda onun dünya görüşünü oluşturur ve varlığını ebediyete taşıyacak bir temel sunar. Hakikat ise sadece bilimsel gerçekler değil aynı zamanda evrenin hayatın ve insanın varoluşsal anlamıdır. Varlık tasavvuru, kâinat anlayışı ve dünya görüşü gibi kavramlar, insanın kimliğini, misyonunu ve vizyonunu belirleyen en önemli unsurlardır. İnsan, kendini, çevresini ve evreni nasıl algıladığını bu temel kavramlar üzerinden yorumlar. Bu algılar, onun yaşam tarzını, değerlerini ve eylemlerini şekillendirir. Örneğin, metafizik bir bakış açısına sahip olan biri, evreni salt fiziksel bir olgu olarak değil, derin anlamlar barındıran bir bütün olarak görür. Bu anlayış, insanın hayatına yön verirken, onu daha yüksek bir idrak seviyesine taşır. Bu üçlü bütünlük, insana sadece zihinsel bir kavrayış değil, aynı zamanda kalbi ve manevi bir idrak kazandırır. Hakikat, salt bilimsel gerçeklerle sınırlı değildir; o, evrenin, hayatın ve insanın varoluşsal anlamını kapsayan daha bütüncül bir kavramdır. İlim, iman ve ahlakla beslenen bir idrak, insanı hakikate ulaştıran en sağlam köprüdür.

Modern devlet anlayışında insanın değersizleşmesi, ahlaki ve manevi temellerin yok sayılması, insan haklarının yalnızca egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde anlam kazandığı bir dünya düzeni inşa edilmiştir. Bu düzen, bireyi yalnızca ekonomik, siyasi ve ideolojik araçlara indirgemekte; onun ahlaki, manevi ve varoluşsal yönünü ise sistematik olarak görmezden gelmektedir. Modern devlet, kendi meşruiyetini çoğu zaman “güç” üzerinden tanımlarken, adaleti yalnızca yasalara indirgemekte, bu yasaların da arka planında insanın hakikati değil, çoğu zaman çıkar hesapları bulunmaktadır.

İnsan hakları kavramı modern dünya düzeninde küresel bir söylem haline gelmiş olsa da, pratikte bu hakların kime, ne zaman ve hangi ölçüde uygulanacağı çoğu zaman güç odaklarının keyfine bırakılmıştır. Bir bölgede hak ihlali sayılan bir eylem, başka bir coğrafyada egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ediyorsa “meşru müdahale” olarak sunulabilmektedir. Bu çifte standart, insan hakları söyleminin içini boşaltmış, onu evrensel ahlaki bir ilke olmaktan çıkarıp politik bir araca dönüştürmüştür.

Modern dünya, hakikatin değil; algıların, güç dengelerinin ve pragmatizmin hâkim olduğu bir sistem kurmuştur. Bu sistemde insan, ancak bir ideolojiye, ekonomik değere ya da politik ajandaya katkı sağladığı ölçüde anlamlıdır. Bu anlayış, insanın bir amaç değil, araç olarak görülmesine neden olmuş; bireylerin değeri, taşıdığı insanlık onurundan değil, sistem içindeki işlevinden ölçülür hale gelmiştir.

Bu perspektifin sonucu olarak savaşlar artık yalnızca toprak veya kaynak mücadelesi değil, aynı zamanda kültürlerin, değerlerin ve kimliklerin yok edilme sürecine dönüşmektedir. İnsan yaşamı, stratejik çıkarlar uğruna göz ardı edilmekte; savaşlar, kitlesel katliamlar, işgaller ve insanlık dışı uygulamalar bazı ideolojiler veya teolojik yaklaşımlar aracılığıyla meşru gösterilmektedir. Modern dünya düzeninde artık bir insanın ölümü değil, bu ölümün kimin elinden ve kime karşı olduğu önem kazanmaktadır. Bu yaklaşım hem hukuki hem de ahlaki anlamda büyük bir çöküşü işaret etmektedir.

Toplumsal kaosun, etnik çatışmaların ve inanç eksenli ayrışmaların temelinde de yine bu değersizleştirici yaklaşım yatmaktadır. İnsan, kendi hakikatinden, sorumluluğundan ve kutsal olanla olan bağından koparıldıkça, ne kendine ne de başkasına değer atfedebilmektedir. Bu da hem bireysel hem toplumsal düzeyde huzursuzluğun, güvensizliğin ve düşmanlığın çoğalmasına neden olmaktadır. Modern devletin sekülerleşmiş yapısı, dini yalnızca özel alanla sınırlandırmış; ahlaki referansları bireysel vicdana terk etmiştir. Bu durum, toplumsal alanda ahlaki bir denetimin ve sınırın ortadan kalkmasına yol açmıştır. Güçlü olanın haklı, menfaati olanın meşru sayıldığı bu düzende, adalet duygusu ciddi şekilde yara almış; hakkın hakikatten, özgürlüğün sorumluluktan, barışın ise adaletten bağımsız olarak kurgulandığı bir siyasal yapı ortaya çıkmıştır.

Bugün dünyanın birçok yerinde yaşanan savaşlar, göçler, soykırımlar, çevre felaketleri, sosyal eşitsizlikler ve toplumsal çöküşler; aslında modern siyasal paradigmanın insana bakışındaki krizin dışavurumlarıdır. İnsan hakları gibi değerler, yalnızca küresel güç dengelerinin işine yaradığı ölçüde sahneye çıkarılmakta; aksi durumda yok sayılmaktadır. İdeolojiler ve bazı teolojik sapmalar, insanı ve toplumu dizayn etmek adına “meşru şiddet” üretme aracına dönüşmektedir. Bu da siyasal meşruiyetin ahlaki temellerden değil, korku, baskı ve çıkar temelli kurgulardan beslendiğini göstermektedir.

Barış ve huzur, adalet ve hakikatin inşa edilmediği bir dünyada sadece söylemden ibaret kalır. Gerçek barış, ancak insanın yeniden bir amaç olarak merkeze alınmasıyla mümkündür. Bu da insanı yalnızca biyolojik ya da ekonomik bir varlık olarak değil; ahlaki, metafizik ve sorumluluk sahibi bir varlık olarak tanımlayan düşünce sistemlerine yönelmeyi gerektirir. Aksi takdirde, modernliğin bu indirgemeci ve parçalanmış insan anlayışı, yalnızca bireysel anlam kaybını değil; aynı zamanda küresel bir varoluş krizini de derinleştirmeye devam edecektir.

Bugün insanlık, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar derin bir anlam ve güven bunalımıyla hakikat bilincini yitirmiş olmakla karşı karşıyadır. Hakikat bilincinin kaybolması, kutsal değerlerin itibarsızlaştırılması, maddi çıkarın nihai hedef haline gelmesi ve küresel güm rekabeti modern dünyayı insani değerlerden uzaklaştıran bir sarmala dönüştürmüştür. Küresel güç mücadelesi, uluslararası diplomasinin sözde barışçıl diline rağmen, acımasız bir hegemonya yarışına dönüşmüş ve bu durum toplumları yıkıma sürükleyen bir meşruiyet krizi doğurmuştur. Sadece insan hakları değil, insanın kendisi anlamını yitirmiş durumdadır.

Modern siyasal paradigmanın en büyük açmazı, insanı salt çıkar odaklı bir varlık olarak görmesidir. Bu anlayış, uluslararası hukuku ve insani değerleri güç dengelerine göre esneten, adaleti güçlünün lehine işleten bir düzen yaratmıştır. Bugün yaşanan savaşlar, ekonomik sömürü, kültürel erozyon ve toplumsal çözülme, Batı merkezli modern düşünce sisteminin insanı anlamlandırmadaki başarısızlığının bir yansımasıdır. Beşerî hukuk, evrensel adalet iddiasına rağmen, güçlü devletlerin çıkarları karşısında etkisiz kalmakta ve insanlığın ortak vicdanını temsil edememektedir.

Bilgi ve hukuk, ahlaki ilkelerden arındırıldığında, artık hakikatin izini süren bir araç değil; çıkarların, ideolojilerin ve güç odaklarının hizmetine sunulan bir manipülasyon aracına dönüşür. Bilginin amacı hakikati ortaya koymak değil, güç sahiplerinin meşruiyetini sağlamak olduğunda, insanlık ortak bir adalet zemini üzerinde buluşamaz. Çünkü hakikatin yerini pragmatizm aldığında; doğru olan değil, faydalı olan; adil olan değil, kâr getiren şey değer kazanır. Bu anlayış, bilimi, hukuku, insan haklarını ve siyaseti çürüten temel bir problemin kaynağıdır.

Evrensel insan haklarının, insan onurunu korumak amacıyla ortaya konduğu iddia edilse de, bu hakların uygulanabilirliği Batı’nın siyasi ve ekonomik çıkarlarıyla sınırlı hale gelmiştir. İnsan hakları söylemi, Batı için evrensel bir ilke değil; gerektiğinde devreye sokulan, gerekmediğinde görmezden gelinen araçsal bir enstrümana dönüşmüştür. Bir toplumda ya da devlette insan hakları ihlali yaşanıyorsa, bu ihlalin dünya gündemine taşınıp taşınmayacağı çoğu zaman o devletin Batı ile olan ilişkilerine bağlıdır. Eğer stratejik ortaklık sürüyorsa, hak ihlalleri görmezden gelinir; ancak Batı’nın çıkarlarına ters düşen bir politika izleniyorsa, aynı ihlaller “insanlık suçu” olarak nitelendirilir. Bu çifte standartlı yaklaşım, insan haklarının evrenselliğini yok etmiş; hakları savunmak adına başlatılan birçok uluslararası müdahale, bizzat hakların çiğnendiği, toplumların kaosa sürüklendiği yeni savaşlara dönüşmüştür.

Hukukun üstünlüğü ilkesi de benzer şekilde ideolojik bir söyleme dönüşmüştür. Batı’nın şekillendirdiği uluslararası hukuk sistemi, teoride herkes için geçerli evrensel ilkelerden bahsederken; pratikte güçlünün hukukunu esas alır. Yargı mekanizmaları, özellikle uluslararası mahkemeler, Batı’nın siyasi kararları doğrultusunda işlev görmektedir. Bazı devlet liderleri veya topluluklar hemen yargı önüne çıkarılırken, çok daha büyük katliamların sorumluları küresel sistemin koruması altına alınmaktadır. Hukukun bu şekilde araçsallaştırılması, adalet kavramını itibarsızlaştırmakta ve toplumlarda derin bir güven krizine neden olmaktadır. İnsanlar, adaletin değil siyasetin belirlediği kararların hüküm sürdüğü bir dünyada yaşamaktadır.

Bu yapının temel sorumlusu ise Batı siyasal sistemi ve onun ürettiği düşünce yapısıdır. Batı, aydınlanma sonrası dönemde geliştirdiği seküler, bireyci, akılcı ve faydacı paradigmalarla insanı merkeze aldığını iddia etmiş; ancak bu merkezilik insanın maddi yönüyle sınırlı tutulmuştur. Ahlak, inanç, kutsal ve anlam gibi temel boyutlar sistematik olarak dışlanmış; insan salt akıl ve çıkar üzerinden tanımlanmıştır. Bu tanım, toplumsal yapının, siyasal sistemin ve hukukun da insanı sadece bir tüketici, seçmen ya da ekonomik unsur olarak görmesine yol açmıştır. Böyle bir sistemde adalet, hak, barış ve huzurdan söz etmek mümkün değildir.

Batı’nın geliştirdiği bu siyasal akıl ve insan tasavvuru, kendi iç çelişkilerini örtmek adına dışarıya ideal bir medeniyet modeli sunduğunu iddia etmiş; ancak bu modelin üzerinde yükseldiği tarih, sömürgelerle, savaşlarla, katliamlarla ve kitlesel ihlallerle doludur. Bu çarpık siyasal anlayış bugün de emperyal politikaların altyapısını oluşturmaktadır. Demokrasi ihracı adı altında işgaller, insan hakları savunusu adına ambargolar, özgürlük söylemleriyle bölgesel parçalanmalar hayata geçirilmekte; tüm bu süreçlerde insan hayatı en ucuz bedel olarak ödenmektedir. Bu çürüme, yalnızca siyasi kurumlarla sınırlı kalmamış; eğitimden medyaya, ekonomiden kültüre kadar her alana sirayet etmiştir. İnsanlar artık doğru bilgiye ulaşmak için değil, kendi görüşlerini meşrulaştırmak için bilgiye yönelmekte; medya gerçeği yansıtmak için değil, algı üretmek için kullanılmaktadır. Bilgi çağında yaşıyor olmamıza rağmen, bu bilgi, insanı özgürleştirmek yerine daha fazla tahakküm altına almaktadır. Çünkü bu bilgi, ahlaktan arındırılmış ve yalnızca fayda üreten bir veri yığınına indirgenmiştir.

Bugün dünya üzerinde yaşanan kaos, sadece geçici siyasal krizlerden ibaret değildir. Bu, insanı anlamaktan uzak, ahlaki ilkelerden kopuk, sadece çıkar odaklı düşünen bir dünya görüşünün ürettiği bir felakettir. İnsan artık yalnızca haklarının savunulmadığı değil, varoluşunun anlamının yok sayıldığı bir çağda yaşamaktadır. Bu çağın temel karakteri; anlamdan kopmuş özgürlük, adaletten kopmuş hukuk, hakikatten kopmuş bilgi ve insan onurundan kopmuş siyasal düzendir.

Eğer bu yapı sorgulanmaz, insan yeniden merkezine anlam, ahlak ve sorumluluk temelinde yerleştirilmezse; ne barıştan ne huzurdan ne de gerçek bir adaletten söz edilebilir. Barış ancak insanın bir araç değil, amaç olduğu bir dünyada mümkündür. Aksi takdirde, mevcut düzen insanı yıkıma sürüklemeye devam edecek; sadece siyasi değil, varoluşsal bir felaketin zeminini daha da derinleştirecektir.

Bu kaotik ortamda, insanlığın yeni bir paradigmaya ihtiyacı artık bir tercih değil, zorunluluk haline gelmiştir. Kutsal değerlerden koparılmış, ahlaki temelleri aşınmış bir dünya düzeni, insanlığı sürekli bir çatışma ve güvensizlik sarmalına hapsetmiştir. Oysa insanın onuru, ancak evrensel bir adalet ve hakikat anlayışıyla korunabilir. Bu noktada İslam’ın önerdiği değerler sistemi, insanlığın içinde bulunduğu krize çözüm sunabilecek en kapsamlı alternatifi oluşturmaktadır.

İslam’ın insan, toplum ve evren tasavvuru, modern Batı düşüncesinin aksine, insanı sadece dünyevi çıkarlara indirgemez. İslam, insanı “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) olarak tanımlar ve ona metafizik bir derinlik kazandırır. İnsanın yeryüzündeki rolü, sadece tüketmek ve güç elde etmek değil, adaleti tesis etmek, merhameti yaygınlaştırmak ve kendini, çevresini ve Rabbi’ni tanıyarak anlamlı bir ömür sürmektir. Bu anlayış, bireyi hem dünyevi hem de uhrevi sorumluluklarıyla bir bütün olarak ele alır.

Batı medeniyeti, Hristiyanlık öğretisinin etkisini yitirmesiyle birlikte, kutsal olanla bağını koparmış ve seküler bir varoluş modelini benimsemiştir. Oysa İslam, sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda siyasi, ekonomik, sosyal ve ahlaki boyutları olan kapsamlı bir hayat nizamıdır. Adalet, emanet, ehliyet, liyakat, merhamet ve hakkaniyet gibi ilkeler, İslam’ın toplumsal düzeninin temel taşlarıdır. Bugün küresel ölçekte yaşanan güven erozyonu, ancak bu ilkelerin hayata geçirilmesiyle aşılabilir.

İslam’ın önerdiği model, gücü değil, hakkı üstün tutar. Uluslararası ilişkilerde mütekabiliyet ve adalet esasını benimser. Sömürüyü, zulmü ve haksız kazancı reddeder. İnsan onurunu her şeyin üzerinde görür ve hiçbir ırk, dil veya milletin diğerine üstünlüğünü kabul etmez. Üstünlüğün yalnızca takvada (Allah’a karşı sorumluluk bilinci) olduğunu vurgular. Bu ilkeler, bugünkü küresel kaosa alternatif oluşturabilecek en tutarlı çerçevedir.

İnsanlık, tarihin bu kritik dönemecinde bir tercihle karşı karşıyadır: Ya Batı’nın seküler, çıkar odaklı ve güç merkezli sisteminin yol açtığı kaosa razı olacak ya da İslam’ın önerdiği adalet, merhamet ve hakikat temelli yeni bir medeniyet tasavvuruna yönelecektir. İkinci seçenek, sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için umut vaat etmektedir. Çünkü İslam’ın evrensel mesajı, insanın fıtratına uygun olanı yeniden inşa etmeyi hedefler.

Modern dünyanın içine düştüğü güvensizlik, adaletsizlik, insanı metalaştıran, doğayı ve kâinatı anlamsızlaştıran bu anlam krizi, ancak kutsal değerlerle yeniden buluşarak aşılabilir. İslam, bu buluşmayı sağlayacak ilmi, entelektüel, ahlaki ve siyasi birikime sahiptir. İnsanlık, eğer kendini buhrandan kurtarmak istiyorsa, İslam’ın sunduğu evrensel değerleri ciddiyetle değerlendirmelidir. Aksi halde, güç odaklarının acımasız mücadelesi, seküler düşünce anlayışı, insanlığı daha büyük yıkımlara sürüklemeye devam edecektir.

 

 

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın