Tarihi olayları analiz ederken sıklıkla karşılaşılan önemli bir sorun, ele alınan/incelenen konu veya olayların sonuçlarına odaklanırken sonucu ortaya çıkaran, etkileyen sebeplerin parametrelerini, argümanlarını yeterince derinlemesine incelenmemesidir. Sebep-sonuç ilişkisi doğru analiz edilmeden yapılan çıkarım tarihsel süreçleri/konuları anlamamızı ve doğru yorumlar/analizler yapmamızı önemli ölçüde engellemektedir. Olayları yaşandıkları dönemin koşulları içinde değerlendirmek, tarihi süreçleri daha bütüncül kavramamızı sağlar. Çünkü siyasal yapılar, kültürel kodlar ve inanca bağlı değerler toplumun algısını, davranışını, tepkisini doğrudan etkileyen dinamiklerdir. Bundan dolayı bir konu veya olay, siyasal ve toplumsal perspektifte incelemeye başlandığında bu iç dinamikler göz ardı edilemez. Her ne kadar toplumlar arası iletişim ve etkileşim çok güçlü olsa da iç dinamikler sebep-sonuç analizlerinde asıl değişkenlerdir.
Modernizm, yalnızca bir sanat akımı veya felsefi bir yaklaşım değil, aynı zamanda Batı’nın tarihsel süreçte yaşadığı fikri dönüşümlerin, siyasi/ideolojik kırılmaların, kültürel kodların ve inanca bağlı çatışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan bir yaşam projesidir. Bu proje, Batı toplumlarının Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gibi felsefi ve dini algıdaki köklü değişim, seri üretim biçimi ve hukuk alanında yaşanılan dönemeçlerden geçerek şekillendirdiği bir dünya görüşüdür. Yani Modernizm, Batı’nın kendi tarihsel koşullarında ortaya çıkmış bir paradigmadır. Bireycilik, tüketim kültürü, serbest piyasa ekonomisi, ilerleme fikri ve sekülarizm bu paradigmanın temel argümanlarıdır. Bu argümanlar sömürgecilik ve küreselleşme yoluyla tüm dünyaya yayılmıştır.
Sekülerizm, modern düşüncenin oluşmasında epistemolojik, siyasal, sosyal ve dini alanlarda belirleyici bir rol oynamıştır. Sekülerizm, modernizmin bir sonucu değil, modern zihniyetin asıl kurucu unsurudur.
Sekülerizmin doğuşundaki en belirleyici faktör, tarihsel olarak Katolik Kilisesi’nin ruhani ve dünyevi otoritesine, uygulamalara, dini inançlara (dogmalara) karşı Protestan isyanı ve sonra uzun yıllarca devam eden din savaşlarıdır. Sekülarizm, Batı’nın Katolik Hristiyanlıkla ve daha sonra Tanrı anlayışı ve dini değerlerle bir hesaplaşma sürecinin adıdır. Sekülerizm, din karşıtı düşünce ve akımlara alan oluşturmuştur. Deizm, Ateizm gibi yaratıcı, düzenleyici ve yürütücü kudret ve güç sahibi Tanrı inancından pasif Tanrı inancına ve bunun sonrasında da varlığı ve kâinat üzerinde etkili Tanrı inancını da inkâr eden/reddeden akımların ortaya çıkması, gelişmesi ve yaygınlık kazanmasının başlıca ana sebebi tahrif edilmiş, sadece anlatılardan ibaret olan Hristiyan teolojisidir. Üçlü Tanrı anlayışı teslis başta olmak üzere insanın doğuştan günahkâr olarak dünyaya gelmesi, günahların affedilmesinde papazların ruhani misyonla görevli kabul edilmesi, cennetten maddi karşılıkla mekâna sahip olma inancı, aforoz mekanizması gibi kilisenin güç, otorite ve ruhani kimlikle siyasal ve toplumsal yapıda sorgulanmaz bir otorite sahibi olması Hristiyan öğretilerine karşı tepkiyi ortaya çıkarmıştır.
Aslında temel sorun, Hıristiyan öğretisinin insana bakışında, insana verdiği değer konusunda ortaya çıkmaktadır. İnsanın günahkâr olarak doğduğuna inanılması insana bakışı ve değeri doğrudan biçimlendirmiştir. İnsan Tanrı tarafından ceza olarak dünyaya atılmış, değersiz bir varlık olarak vasıflandırıldı. Kilisenin bu teolojik bakışı Avrupa’da köleliğin yaygınlaşmasına kaynaklık teşkil etmiştir.
“Hristiyan din adamları, mali yönden de halkı sömürerek, zamanla halkın dinden uzaklaşmalarına neden olmuşlardır. Orta çağda kilise en büyük arazi sahipleri arasında yer almaktaydı. Avrupa’nın en büyük feodal beyleri din adamlarının arasından çıkmaya başlamıştı. Mesela, Veda Manastırı on beş bin küçük saraya sahipti. St. Goll Manastırı, iki bin arazi kölesine sahipti. Yine bir din adamı olan Alguin Feitör, yirmi bin köleye sahipti. Rahip ve manastırların başkanlarını o tayin ederdi. Tayin ettiği bu kimseler de diğerleri gibi ona bağlılık yeminleri ederlerdi. Bunlara da feodalitenin alışılmış unvanlarından dük, kont vb. unvanlar verilirdi. Yine Orta çağda kilise İngiltere arazilerinin üçte birine sahip olmuştur. Geri kalan kısmında da muazzam vergiler almıştır. Ayrıca kilise, kendilerine mensup olanlara ellerindeki malın onda birini vergi olarak vermelerini emretmiştir. Çaresiz kalan halk, aforoz edilme ve Allah’ın belası ile tehdit edilme korkusu altında istenileni vermekten kaçamıyordu.”1 Ayrıca Kilise Orta Çağ’da, eğitimin ve bilginin merkeziydi. Dini ilkelerin belirlenmesi, yürütülmesi ve toplumun bu ilkelere bağlı olarak yaşamlarını sürdürmesinin yanısıra bilimsel konularda da kilisenin öğretileri sorgulanamaz ve farklı bir tez ileri sürülemezdi. Kiliseye ve dogma öğretilerine karşı tepkinin açığa çıkması ve kilise ile bilim insanlarının karşı karşıya geldiği konu kilisenin “Dünya merkezli evren” anlayışına karşı Kopernik, “Güneş merkezli evren modeli” anlayışını savunması sonrasında çatışma geri dönülmez bir hale bürünmüştür. Galileo, teleskopla yaptığı gözlemlerle Kopernik’i destekleyince gözlem ve deneye dayalı bilgi karşısında Hristiyan öğretinin dogmatizmi eleştirilmeye başlanmıştır. Bu noktadan sonra din-Bilim çatışması ve buna bağlı olarak kutsalın insanın düşüncesinden, günlük hayatından, Tanrı’nın evren üzerinde etkin olmasına kadar her alanda “akıl” ölçüt olarak kabul edilmiştir. Bilimsel teoriler, İncil yorumlarıyla çeliştiğinde kilisenin otoritesi sarsılıyordu. Kilisenin otoritesi ve öğretilerine karşı yaygınlaşan itiraz, ilk zamanlarda Tanrı’nın varlığı inancını korumuş olsa da bu Tanrı inancı “etkisiz Tanrı” inancına dönüşmüştür. Hıristiyanlıkta “değersiz, günahkâr insan” anlayışından, rönesansla birlikte kendini keşfeden ve tabiatla, evrenle irtibatını yeniden kuran bir insan anlayışına geçilmiştir. Bu anlayış farklılığı aslında insanın Tanrı ve Kilise inancına, bağlılığına karşı bir uyanış niteliğinde olmuştur. Aydınlanma Döneminin temel argümanı hayatın bütün alanlarında insan için tek ölçütün akıl olduğu iddiasıdır. “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster” sözü Aydınlanma’nın parolası olmuştur. Bu, din başta olmak üzere bütün diğer referans noktalarını dışarda bırakmak anlamına gelir. Dini ölçü olarak kabul etmemek seküler bir hayatı getirir. Dünya ilahi bir niteliğe sahip olmadığı takdirde insanın her türlü çıkarı için kullanılmaya açık hale gelir. Bunu gerçekleştirecek temel enstrüman da araçsal akıldır. Araçsal akıl, belli bir amaca ulaşmak için araçların en etkili ve verimli kullanılmasını öngören rasyonalite anlayışıdır. Bu durumda insan karşısına çıkan seçenekler arasında onu istediği gayeye ulaştırması bakımından en etkili olanını tercih eder. Tüm istekleri meşru sayıldığına ve tatmin edilme hakkına sahip olduğuna göre, araçsal akıl, bunlar arasında kendi doyumu bakımından derecelendirme farkı yapar. Burada temel ölçü hazzı arttırmak ve acıdan kaçınmak olur. Moderniteye göre insan doğası bunu gerektirir. İnsanın faydası ve mutluluğu ise ahlak açısından temel kıstas haline gelir.”2
Zaten ilahi bir teolojik bütünlüğe sahip olmayan, sadece anlatı ve siyasi otoritenin güdümünde temel dini ilkeleri belirlenmiş siyasi, sosyal alanda çatışmacı bir vizyona sahip Kilise, bilimsel teori ve bilgilere de sert tepkiler verince Tanrı ve Din anlayışı düşünce ve pratiklerde tamamen dışlanmıştır.
Kilisenin kendi dogmatizmine karşı ileri sürülen bilimsel teori ve bilgilere karşı kendi üstünlüğünü korumak amacıyla yeni bilimsel çalışmaları cezalandırma yöntemini acımasızca yürütmüştür. Dönemin bilim adamları ve kilisenin öğretilerine karşı çıkan kişiler Engizisyon mahkemelerinde yargılanmışlar ve yakılarak cezalandırılmışlardır. Bu durum din-Bilim çatışmasını doruk noktaya çıkarmış, kilisenin ruhani kimliğinin kaynağı Tanrı inancı ve din anlayışı referans bir kaynak olmaktan uzaklaşmıştır. “Bilim ve medeniyet tarihi yazarı Will Durant’ın verdiği bilgilere göre; 1480’den 1488 yılına kadar geçen sekiz yıllık süre içerisinde, mahkemelerin ölüm cezası verdiği kişilerin sayısı, 8800’ü yakılmak suretiyle, diğer cezalarla birlikte 96494 kişiye ulaşmaktadır. 1480’den 1808 yılına kadar geçen süre içerisinde ise yakılarak ölüme terk edilenlerin sayısı 31912; diğer cezalara çarptırılanların sayısı ise 291450 idi.”3
Tanrı ve evren tasavvurunda ortaya çıkan yeni düşünce seküler düşüncenin ortaya çıkmasının temel sebebidir. Yeni bilgi felsefesine göre evren mekanik bir sistem, insan da bu sistemin içerisinde dünyanın, tabiatın hakimidir. İnsan bu yeni kimliğine akıl vasıtasıyla ulaşmıştır. Seküler düşünce ve bilgi felsefesine göre “ekonomi, siyaset, eğitim gibi kültürel hayatın her alanında uygulanan normlar ve prensiplerde artık Tanrı, din ya da daha üst bir nihai gerçeklik referans kaynağı değildir. Temel kıstas rasyonalitedir. Örneğin, ekonomide maksimum kazanç ya da toplumsal planda en çok sayıda insana en çok fayda, hukukta ilkelerin Tanrısal bir normla değil, akılla belirlenmesi, kültür alanında din kaynaklı oluşumlar yerine profan ürünlere yöneliş, ailede kadın-erkek ilişkilerinde cinselliğin öne çıkışı tipik sekülerite görüntüleri olmuştur.”4
Batı’da ortaya çıkan yeni bilgi felsefesi, Orta Çağ’ın skolastik düşünce sisteminden ve özellikle kilisenin Tanrı’yı temsil ve dini otorite anlayışından köklü bir kopuşu temsil ediyordu. Kilisenin otoritesine ve dogmatik öğretilere dayalı geleneksel bilgi anlayışı yerine, deney, gözlem ve akıl yoluyla elde edilen sistematik bilgi öne çıktı. Bu dönüşümün temelinde, insan aklının evreni anlama ve yorumlama yetisine duyulan güven yatıyordu. Bilgi artık sadece kutsal metinlerin yorumuyla sınırlı değildi. Kilise bilginin merkezi misyonunu da yitirmişti. Akıl merkezli, bilimsel bilgi, doğanın yasalarını keşfetmek ve insanlığın ilerlemesine hizmet etmek amacıyla kullanılacak bir araç haline geldi. Newton’un evrensel çekim yasası gibi keşifler, doğanın matematiksel yasalarla açıklanabileceği inancını pekiştirdi. Bu mekanik dünya görüşü, Tanrı’nın doğaüstü müdahalelerine ihtiyaç duymayan bir evren tasavvuru sundu. Sonuçta, bilgi artık vahiy veya geleneğe değil, insan aklının ve deneyimin süzgecinden geçen kanıtlara dayanıyordu. Bu radikal değişim, modern düşüncenin, bilimin, teknolojinin ve seküler toplumun temellerini attı.
Tanrının düşünce ve günlük pratikler üzerinde bir etkisinin kalmaması yönünde ortaya çıkan düşünceye göre Tanrı evreni yaratmış, evrenin işleyişinde matematiksel mekanik bir sistem vardır ama bu aşamadan sonra tanrı evrenin işleyişine müdahale etmemektedir. Deizm olarak bilinen bu anlayışa göre kutsal bir düşünce ve alan kalmamıştır. Bundan sonra birey, aklın rehberliğinde, haz ve mutlulukla bir yaşamı sürdürecektir. Bundan dolayı bilginin kaynağı akıl ve bilimsel teorilerdir. Tanrı pasifse, insan kaderinden ve ahlaki seçimlerinden tamamen kendisi sorumludur. Tabiata, evrene bakış ve kişinin mutluluk anlayışında akıl kaynaklı bir onaylama toplumun dünya görüşünü şekillendirmiştir. Deizm, tanrının varlığına akılla ulaşılabileceğini ancak Tanrının insanı ve evreni yarattıktan sonra müdahale etmediğini ve hayatın insanın akılla ulaştığı gerçekler ve akıl ile karar verdiği mutlulukla sürdüğünü iddia eder. Pasif/etkisiz Tanrı anlayışı zamanla Tanrı’nın insan ve evren için bir anlam ifade etmediği anlayışına evrilmiş ve ateizm bu alanda gelişmiştir. Tekrar etmek gerekirse bu sürecin sorumlusu kilisenin dogmatik öğretileri, siyasi otorite ve sosyal hayatı düzenleme konusunda ortaya koyduğu sorunlu anlayıştır.
Pasif Tanrı anlayışı ve mekanik evren anlayışı Batı’da bireyi bütün aidiyet ve bağlantılardan uzaklaştırmış yeni bir özgürlük anlayışını hâkim kılmıştır. Yeni bilgi felsefesinde bireyin özgürlük anlayışı, akıl, eleştirel düşünce ve özerklik temelinde şekillendi. Orta Çağ’ın dini otoriteye mutlak itaat anlayışının aksine, Aydınlanma düşünürleri, bireyin kendi aklını kullanarak özgürleşebileceğini savundu. Özgürlük artık sadece siyasi veya toplumsal bir hak değil, aynı zamanda düşünsel bir özerklik meselesiydi. Birey fayda ve haz odaklı bir yaşamın bütün verileriyle aklın ölçütlüğünde kendi tercihleriyle bir yaşam kurguluyordu.
İnsan merkezli bir yaşam anlayışında varlığın anlamı, evrenin düzeni, Tanrı’nın varlığı birey için bağlayıcı ve sorumluluk yükleyici içerikler değildir. Toplumsal düzen akıl tarafından formüle ediliyorsa, bireyin toplumla ilişkilerinde ahlaki bir forma da ihtiyaç yoktu. İnsan için önemli olan şey mutluluktu. Mutluluğun kaynağı da maksimum fayda ve haz odaklı bir yaşamdır. Pasif Tanrı düşüncesi Deizmin ürünüdür. “Deizmdeki Tanrı-insan ilişkisi insanın manevi ihtiyaçları açısından sorgulanmış ve şu şekilde eleştiriler yöneltilmiştir: Tanrı’nın dünyayla temasının olmaması insan için Tanrı’dan kaynaklanan güven ve teslimiyet duygularını yok eder. Dini hayatta temel teşkil eden ve insanı manevi açıdan rahatlatan Tanrı’ya sığınma, bağlanma, dua etme, tövbe etme gibi pek çok uygulama anlamını kaybeder. Tanrı’nın hayata müdahalesi yoksa evren determinist kurallara göre işliyorsa ve insana kayıtsızsa dua etmenin bir anlamı yoktur. Hayata müdahalesi olmayan pasif Tanrı düşüncesi bir süre sonra varlığı ya da yokluğu insan açısından önem taşımayan bir yaratıcı tasavvurunu ortaya çıkarır. Buradan da Tanrı’yı yok saymak yani inançsızlığa geçiş zor olmayacaktır.”5
Dinin toplumsal, siyasi ve bireysel yaşamdaki etkisinin azalması veya din ile devlet işlerinin ayrılması süreci olarak başlayan Sekülerizm, pasif Tanrı anlayışı ile Deizmi ortaya çıkarmış, insanla ve evrenle ilişkisi olmayan bir Tanrı anlayışı zamanla Tanrı’nın varlığını sorgulama ve sonrasında Tanrı’yı inkâr eden Ateizmin düşünce temeline imkân hazırlamıştır. İşte modern devlet örgütlenmesinde “din ile devlet işlerinin ayrılması” olarak sunulan Sekülerizmin teolojik/din düşüncesinde hazırladığı tuzak, ateizmin ortaya çıkışına hazırladığı pasif/etkisiz Tanrı inancı ve dini değerleri itibarsızlaştırma içerikli düşünce yapısıdır. Buna göre yaşamın amacı insanın mutluluğu ise ve bu mutluluk maksimum fayda ve haz odaklı bir kazanımdan ibaretse toplumda ortak kabul edilen hiçbir değer, norm yer almaz. Modern düşünce bireyin bu kayıtsızlığını özgürlük olarak kabul etmektedir. Birey için en önemli kıstas ve ölçüt, akıldır. İnsan bütün dış faktörlerden kendini arındırmış ve akıl ile yaşamı biçimlendiren, mutluluk, haz odaklı bir hayatın sahibidir artık. Başta tanrı ve kilise olmak üzere tüm otoritelere karşı çıkarken toplumsal düzeni yine insan iradesine bağlı bir hukuk anlayışıyla inşa etmeye yönelmiştir. Hukukun laikleşme süreci bu düşünceden doğmuştur. Modern toplum teorisinde toplum kendi kararlarını kendi verir. Mutluluk ve haz insanın yaşamının anlamı olurken, ahlak anlayışında doğru ve yanlış kişinin eyleminin sonucunda elde ettiği faydaya göre değişen bir algıdan ibarettir. Deizm batıda varlığın anlamı ve değer anlayışında büyük bir krizi ortaya çıkarmıştır. Çünkü birey artık bütün otoritelerden, dış faktörlerden arınmış ve özgür seçim yaparken sadece mutluluk ve fayda sonucuna göre hareket eden bir varlık ise, o halde özgürce seçmenin ve sorumluk anlayışının bir anlamı kalmamaktadır. Toplum nezdinde ortak bir inanç ve değer kalmayınca o halde Tanrı’nın varlığı ve yokluğunu tartışmanın da bir anlamı kalmamıştır.
Modern düşüncede akıl, bilgiyi üreten temel bir kaynak olarak görülür, ancak bilginin kaynağı ve güvenilirliği epistemolojinin (bilgi felsefesinin) önemli sorunlarından biridir. Çünkü bilginin kaynağı elde edilen sonucun doğruluğunu ve meşruiyetini belirler. O halde bilgiye ulaşmak için aklın kullanımı hangi metotlara bağlıdır? Bilginin doğruluğu, aklın takip ettiği yöntemlerin doğruluğu hangi yöntemlerle test edilebilecektir? Her bilgiye akıl yoluyla ulaşmak mümkün müdür? Bu gibi konularda modern batı düşüncesi açılım sağlayamamaktadır.
Bilim ve din, konuları, amaçları, yöntemleri açısından birbiriyle farklı misyonları, hedefleri olan alanlar olduğu için birisinden elde edilen sonucun, faydanın diğerinden elde edilip edilememesine göre kıyaslama yapılması sağlıklı bir çaba değildir. “Metafizik alanın konuları, başta Tanrı’nın kendisi olmak üzere bizzat mahiyetleri gereği mümkün bir tecrübe nesnesi değillerdir. Mesela Tanrı’nın varlığı, mahiyeti, sıfatları vb. gibi hususlar tamamen metafizik alana aittir ve ancak bu tür bir bilgi ile bilinebilen türdendir. Bu sebeple Tanrı hakkındaki ifadelerin deney ve gözlem gibi bilimsel yollarla test edilebilmesi veya ispatlanabilmesi imkân dahilinde değildir. Tanrı hakkındaki bilgi metafizik bilgidir ve kaynağı vahiydir. Dolayısıyla tecrübi/ empirik bilgiyi, bir bilgi olmakla birlikte kaynağı vahiy olan metafizik bilgi ile aynı kategoride değerlendirmek uygun değildir.”6 Akıl, insanın duyuları aracılığıyla elde ettiği verileri düşünme, analiz etme ve mantık yürütme yeteneğiyle bilgi üretmesini ifade eder. Vahiy ise tanrısal/ilahi bir kaynaktan kutsal metinlerde yer alan, peygamber aracılığıyla insana bildirilen, aktarılan bilgiyi temsil eder. Akıl, eleştirel sorgulamayı, şüpheyi ve sürekli revizyonu mümkün olan bir niteliğe sahip olduğundan dolayı bu nedenle bilimsel bilgi, yanlışlanabilirlik ve test edilebilirlik gibi kriterlere bağlıdır. Vahiy ise mutlak ve değişmez bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir. İslam düşüncesinde akıl ve vahiy uyum içinde olup, vahiy, Tanrı’nın insanlara dünya ve ahiret mutluluğu için gönderdiği hakikatler bütünüdür. Kutsal metinler vahiy yoluyla insanlara ulaştırılan rehberlerdir. Mesela, bilim, evrenin nasıl işlediğini anlamaya çalışırken; din, evrenin neden var olduğunu sorgular. İslam düşüncesine göre bilim hakikatin keşfi ve Allah’ın kudretini daha iyi anlamaya yönelik insanın akıl yoluyla keşfidir. Her iki alan da insan zihninin farklı boyutlarına hitap eder.
Modern düşüncenin günümüze kadar etkisini sürdürdüğü en önemli sorun, batının Hıristiyan teolojisi/öğretisi, kilisenin siyasi ve sosyal hayattaki rolü ve bunlara karşı ortaya çıkan tepki, çatışma, reddiye ve yeni felsefi, düşünce akımları sonucunda yaşadığı tecrübe ve bu serüveni bugüne ve hatta başta İslam inancı olmak üzere diğer inançlara uyarlamaya çalışmasıdır. Yukarıda açıkladığımız tarihi kesitler, batıya ait sorunlar ve ilişki biçimleridir. Batının medeniyet, kültür ve inanç tecrübesine göre şekillenen düşünce kalıplarını bugün modern yaşam kriterleri olarak sunmak akıl dışı, anlamsız olup sadece emperyal siyasi, kültürel bir saldırı niteliğindedir. Bu saldırıda kullanılan argüman ise İslam’ın akıla değer vermediği iftirasıdır.
İslam’ın başta kutsal kitabı Kuran olmak üzere diğer bilgi kaynaklarında akıl başta Allah’ı tanıma, evreni, tabiatı ve insanı anlama ve idrak etme için önemli bir vasıta olarak kabul edilmiştir. “Yalnızca insana özgü olan düşünme, anlama, karar verme ve tedbir alma yeteneği olan aklın terimsel olarak ifade ettiği anlamlar konuya bağlı olarak değişmektedir. Aklın terimsel anlamı insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama yeteneği olarak tanımlanır. Akla yüklenen bu anlam beraberinde akla fazladan bazı görevler yüklemiştir. Akıl varlığın gerçekliğini kavrayan maddi olmayan ancak maddeye etki eden basit bir cevherdir. Maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç demektir. Aklın bu nitelikler ile vasıflandırması özü açısından insanın ilahi hitaba muhatap olmasına ve sorumlu tutulmasına kaynaklık edecek bir tanımlamadır. Nitekim ancak böylesi bir yetenek sayesinde insan diğer canlılardan ayrılır.”7
“Akıl ve iman, İslam felsefesi ve kelam gibi disiplinlerin de temelini oluşturmaktadır. özellikle kelam ilminde öne çıkan akıl-iman ilişkisi inanç ilkelerini akıl yoluyla temellendirme ve açıklama çabasıyla şekillenmiştir. İslam düşünürleri ilahi buyrukların akıl ile nasıl ilişkilendirileceği ve imanın doğası hakkında yoğun tartışmalar yapmışlardır. Buna göre iman, aklın, kalbin ve ruhun birlikteliğiyle oluşan tasdiktir ve insanın anlam arayışına cevap veren bir sistemdir. Akıl ile iman arasındaki ilişki, insanın Allah’a, ilahi buyruklara olan güvenini desteklemek ve anlamak için yapılan düşünce sürecini içerir.”8
“Kur’an’ın aklı, soyut bir akıl veya kendi zatıyla var olan bir cevher değildir. Bu yüzden Kur’an, Yunan felsefesindeki anlamıyla aklın ontolojik yapısından farklı olarak onun epistemolojik yönüne önem verir. Bundan dolayı Kur’an da aklın kendisi değil onun yansıması olan eylem ve davranışlar bilgi konusudur. Böyle olunca da aklın ne olduğundan ziyade onun görev ve işlevinin neler olduğu konusu daha çok önem arz etmektedir. Nitekim ilgili kuran ayetleri incelendiğinde ‘akletme’nin salt zihinsel bir faaliyet olmayıp aksine onun daha çok faal kalbin bir işlevi olduğu da görülecektir. Kur’an’ın akla yüklediği önemli bir takım işlevsel görevleri vardır. Evreni ve evrende gerçekleşen olayları gözlemleyerek onlar arkasındaki hikmeti ve mantıksal ilişkiyi keşfetmeye yönelik akli çabalar bunlardan birisidir. Kur’an bunu, ibret almak olarak değerlendirmekte ve akıl sahiplerini bunu yapmaya özellikle çağırmaktadır”9 Kur’an’da Bakara Suresi 164. Ayet buna örnek olacak bir içeriğe sahiptir: “Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde aklını işleten bir topluluk için elbette nice deliller vardır.”
Sekülerizm ve deizm, modern insanın kilisenin dogmatik öğretilerine ve baskılarına karşı geliştirdiği düşünsel ve toplumsal tepkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca kilise, insanların inançlarını ve yaşamlarını kontrol etmek için mutlak bir otorite olarak hareket etmiş, bilimsel ve felsefi gelişmeleri engellemeye çalışmıştır. Ancak Aydınlanma Çağı’yla akıl, özgür düşünce ve eleştirel sorgulama ön plana çıkmış, bu da geleneksel dini kurumlara olan güvenin sarsılmasına yol açmıştır. İslam dini ve Müslüman toplumlar, Batı’da yaşanan kilise-toplum, akıl-bilim çatışması ve dinin tamamen reddedilmesine varan radikal tepkileri tarihsel olarak yaşamamışlardır. Bu nedenle, sekülerizm gibi Batı kökenli düşünce sistemlerinin evrensel bir model olarak sunulması tartışmalıdır. İslam’ın siyasi, hukuki ve toplumsal yapıyla ilişkisi, Hristiyanlığın Orta Çağ Avrupası’ndaki rolünden tamamen farklıdır. Günümüzde bazı Müslüman toplumlarda sekülerizm/Laiklik tartışmaları yaşansa da bu, Batı’daki gibi bir reddiyeden ziyade, modernleşme sürecinde dinin kamusal alandaki rolünün yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir. Bu gerilimin büyük sebebi de Batı merkezci medeniyet algısının ortaya çıkardığı modernleşme çabasının etkisidir. İslam dünyasında din, hala toplumsal kimliğin ve ahlaki değerlerin temel kaynağı olarak görülmektedir. Bu nedenle, sekülerizmin evrensel bir model olarak dayatılması, Müslüman toplumların tarihsel ve kültürel değerleri, tecrübeleri ve gerçeklikleriyle bağdaşmaz.
Küreselleşmenin etkisiyle Batı tarzı yaşam biçimleri, tüketim kültürü ve seküler değerler, özellikle genç nesillerin dini inanç ve pratiklerine yönelik bakışını derinden etkilemektedir. Günümüzde tüketim, moda, eğlence, haz, bireysel özgürlük ve mutluluk gibi kavramlar, gençlerin hayat felsefesinin merkezine yerleşmiştir. Sosyal medya, popüler kültür ve küresel akımlar, din anlayışını ve inancı sorgulayan bir nesil yetiştirmektedir. Deizm, bu süreçte modern yaşamın ideolojisi olarak karşımıza çıkmakta; gençler, Tanrı’nın varlığını kabul etmekle birlikte dinin yapısına, ibadetlere ve ilkelerine karşı mesafe koymaktadır.
Batı’da deizmin yükselişi, kilisenin tarihsel baskılarına, bilimle çatışan dogmalarına ve skolastik düşüncenin eleştirisine dayanır. Oysa İslam inancı, akla ve bilime değer veren, bireyi körü körüne itaate değil, düşünmeye ve sorgulamaya davet eden bir öze sahiptir. Dolayısıyla, Müslüman toplumlarda deizmin artması, İslam’ın kendi iç dinamiklerinden değil, küresel seküler kültürün dayattığı “sınırsız özgürlük” anlayışından kaynaklanmaktadır. Modern dünyanın “dilediğini yapabilme” vaadi, özellikle genç nesiller üzerinde cazip bir etki yaratmaktadır. Dinin ahlaki sınırlarını “kısıtlayıcı” bulan bir anlayış, bireyi deizme veya seküler bir yaşama yönlendirebilmektedir. Burada asıl mesele, inançsızlık değil, sorumluluktan kaçıştır. Zira İslam’ın emir ve yasakları, kişiyi nefsani arzularının esiri olmaktan korurken, modern hayatın sunduğu “sınırsız özgürlük” algısı, insanı sınırsız tüketim ve haz odaklı, bencil ve hedonist bir yaşama sürüklemektedir. Sosyal medya, diziler, müzik ve tüketim kültürü, sürekli olarak “anı yaşa”, “kendini tutma”, “kuralları yık”, “özgürlüğün tadını çıkar”, “sen kendine yetersin” gibi mesajlar vermektedir. Bu durum, özellikle manevi bağları zayıf olan gençlerde dinin öğretilerine karşı bir soğukluk oluşturmaktadır. Deizm, bu süreçte “toplumsal tepkiden korunmak” için zayıf da olsa bir aidiyet işlevi görmekte; kişi, Tanrı’yı reddetmeden ama dini kuralları da hayatından çıkararak, hatta kurallara ve diğer inançlı kişilerin yaşantılarına eleştiri yönelterek bir nevi vicdani rahatlama aramaktadır.
İnanç ve dinî değerleri kutsal kabul etmek, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’i derinlemesine okuyup anlamaya çalışmak, Müslüman bireyi deizm gibi yarı yolda bırakan inanç sistemlerine karşı güçlü bir direnç sağlayacaktır. Çünkü İslam, insana sadece “Tanrı var” demekle yetinmez; O’nun emirlerini, yasaklarını, hikmetlerini ve insanın yaratılış gayesini açık bir şekilde ortaya koyar. Yani İslam sadece yasaklayıcı bir inanç değil, insanı merkeze alan ve insanın erdemli bir toplum oluşturarak hem dünya hem de ahiret hayatı için kazanımlar sunan bir inanç sistemidir. Deizm, Tanrı’yı evreni yaratıp sonra müdahale etmeyen bir varlık olarak tanımlar. Oysa Kur’an-ı Kerim, Allah’ın her an yaratma ve yönetme kudretinde olduğunu (Kâdir), dualara icabet ettiğini (Mucîb), her şeyi bildiğini (Alîm), kâinatı bir düzen içinde işleten mutlak güç ve kudret sahibi olduğunu, bütün yaratılmışları rızıklandırdığını, bağışlayıcı/affedici olduğunu ve adaletiyle hükmettiğini (Hakem) vurgular. Müslüman bir insan, Kur’an’ı gerçek anlamda okuyup tefekkür ettiğinde, deizmin ortaya attığı pasif/etkisiz Tanrı inancının/tasavvurunun ne kadar yanlış bir düşünce olduğunu görecektir.
Gençlerin zihnindeki “Din sadece kurallardan ibaret mi?” gibi sorulara Kur’an’dan cevaplar aramak; ayetlerin sadece teorik bilgi değil, hayata nasıl yansıdığını ve nasıl olumlu sonuçlar ortaya çıkardığını gösteren örnekler sunmak; ilim ve yaşantısıyla rol model olan şahsiyetlerin hayatlarını incelemek ve kötü örnekleri sanki dini inancın ortaya çıkardığı bir sonuçmuş gibi algılanmasını önlemek bu alanda çalışmaları yaygınlaştırmak çok önemli çalışmalar olacaktır. İslam’ın sahih kaynaklarına yönelen bir Müslüman, dinin özünde hiçbir çelişki olmadığını görecektir. Kur’an’ı anlamak, sadece bir kitabı okumak değil; Allah’ın insana seslenişini duymak, varlığı anlamlandırmak, tabiatı-kâinatı, O’nun rahmetini, hikmetini ve adaletini idrak etmektir. Bu bilinçle düşünen ve hayata bakan bir mümin, deizm, ateizm veya diğer başka din karşıtı ideoloji ve akımların ne kadar isyankâr ve sapkın düşünceler olduğunu anlayacaktır. Modern insanın inanç krizini aşmak için, ideolojilerin ve bilinçli olarak yayılan din karşıtı akımların karşısında ilimle, sağlam delillerle ve derin bir kavrayışla mücadele etmek zorunludur. Çok açık bir şekilde görülmektedir ki, modern dünyanın insanlığa dikta ettiği düşünce sistemi, dünyada büyük bir kaos ortaya çıkarmıştır. İnsanlığın ortak değeri kalmamıştır. Modern dünyanın dayattığı düşünce sistemi, insanlığı derin bir kaosa ve manevi buhrana sürüklemiştir. Materyalizm, bireycilik ve sınırsız tüketim çılgınlığı, toplumları parçalayarak ortak ahlaki değerleri yok etmiş; insanı yalnızlaştırmış, bencilleştirmiş ve anlam arayışında boşlukta bırakmıştır. Oysa İslam, insanlığa sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda adalet, merhamet, dayanışma ve yardımlaşma temelinde bir medeniyet vizyonu sunar. Bugün adalet, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, huzur/ barış vb. konularda yaşanan sorunlar ve ahlaki çöküş, Allah’ın ölçülerinden/ilkelerinden ve bir bütün olarak İslam’ın sunduğu sistemden uzaklaşmanın kaçınılmaz sonucudur. Çözüm ise, insanı yaratılış amacına döndürecek sahih bir din anlayışını, ilim ve hikmetle yeniden kuşanmaktan geçer. İslam’ın evrensel değerleri, tüm insanlığı kucaklayacak bir kurtuluş reçetesidir. Siyasal ve ideolojik bir saldırı olarak İslam aleyhine ortaya atılan iftira ve küçümseyici iddialara karşı duyarlı olmak ve araştırmaya yönelmek önemli bir zorunluluktur. Kur’an’ı doğru anlayan biri, onun sadece bir metin değil; Allah’ın insana ve kâinata dair hakikatlerle dolup taşan bir hitabı olduğunu idrak edecek; İslam’ın akıl, kalp ve fıtratla tam bir uyum içinde olduğunu çok daha iyi anlayacaktır.
Deizm ve ateizm gibi akımların yükselişi, İslam’ın doğru anlaşılıp yaşanmamasından ve bilinçli ideolojik propagandalardan kaynaklanmaktadır. Bu akımlar, “Tanrı’yı reddetme” veya “O’nu müdahalesiz bir konuma hapsetme” iddialarını sözde “akılcılık” ve “bilimsellik” kılıfıyla sunsa da temelsiz varsayımlara ve çelişkili felsefi ön kabullere dayanır. Örneğin, ateizmin “Evren kendi kendine oluştu” iddiası, bilimsel olarak çürütülmüş bir safsatadır; zira modern kozmoloji, evrenin bir başlangıcı olduğunu (Büyük Patlama) ve üstün bir düzenle yaratıldığını kanıtlamıştır. Kur’an’ın “Yoksa onlar, hiçbir şey olmadan (yani yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar?” (Tûr suresi, 35) ayeti, bu mantıksızlığı çarpıcı bir şekilde sorgular.
Deizmin “Tanrı evrene müdahale etmez” iddiası ise, insanın fıtratındaki iman, sığınma, dua, yardım beklentisi ve adalet arayışıyla çelişir. İslam, Allah’ın her an yaratışta ve yönetişte olduğunu “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. (Kâf suresi,16)ayetiyle; dualara icabet ettiğini “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara suresi,186) ayetiyle ve her şeyi hikmetle kontrol ettiğini “Her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır o Allah ki, her şeyin mutlak hâkimiyeti ve tasarrufu O’nun elindedir. Siz de sonunda O’na döndürüleceksiniz!” (Yâsîn suresi,83) ayetiyle; insanın yaratılışının bir amacı olduğunu “Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan O’dur. O’nun kudreti her şeye üstündür; O (Allah) çok bağışlayıcıdır.” (Mülk Suresi,2) ayetiyle; İnsanın dünyada amaçsız ve kuralsız yaşayamayacağı, her davranışının Allah katında bir karşılığı olduğunu “İnsan, başıboş bırakılacağını ve yaptıklarından hesaba çekilmeyeceğini mi sanıyor?” (Kıyamet Suresi, 36) ayetiyle bildiriyor. Bu akımların en büyük aldatmacası, dinin sadece “geleneksel kültür” veya “zayıf insanların vicdani sığınağı” olduğu yanılgısıdır. Oysa İslam, akıl, bilim ve fıtratla tam uyumlu tek hak dindir. Müslümanların görevi, bu batıl akımları ilmi delillerle çürütmek ve İslam’ı sahih kaynaklardan öğrenerek anlatmaktır. Unutulmamalıdır ki, inkârcılık bir isyandır; hakikati reddetmek, insanı içinden çıkılamaz bir ruhsal boşluğa, psikolojik yalnızlığa ve sosyal olarak değerlerden yoksun bir hayata sürükler.
—————————————————
Coşkun, İbrahim, Modern Çağ Deizminin nedenleri ve sonuçları, Van/2017, s.52
Taşgetiren, Çağrı, Batı’nın sekülerleşme süreci, açılım kitap, Haziran 2018, s. 17
Coşkun, İbrahim, a,g,e, s.61
Taşgetiren, Çağrı, A,g,e s.45
A,g,e., s.74
Baloğlu, Adnan Bülent, Din mi Bilim mi: ikilemin çözülüşü, D.E.Ü. İlahiyat Fak., dergisi, sayı: XVIII, s. 31
Çağlayan, Harun, Bilgi kaynağı olarak akıl, Kelam araştırmaları,9:1 (2011) s.235
Yurtsev, Ümmünur, Düşünce tarihinde inancın rasyonelliği bağlamında akıl-kalp ilişkisi, UJTE, IX, (1) Haziran 2024, s.114
Esen, Muammer, Kur’an’da akıl-iman ilişkisi, Ankara Üni. ilahiyat Fak. Der., 52:2 (2011) s. 89
Yorumlar (0)