Prof.Dr.Erol Göka Yazdı:Kötülüğün Sıradanlığının Küreselleşmesi ve Devrimci Durum
10 yıl önce yine Gazze’ye yapılan saldırılarla ilgili olarak şunları yazmıştım....
YaÅŸadığımız ülkenin insan yapısı, pek öyle homojen deÄŸil. Belki imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan bir çeÅŸitlilik, hatta, yeri geldiÄŸinde…
Â
Mustafa Muharrem / Åžair-Yazar
Yaşadığımız ülkenin insan yapısı, pek öyle homojen değil. Belki imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan bir çeşitlilik, hatta, yeri geldiğinde gözden çabuk çıkarılıp kolay harcanacak bir zenginlik içinde yüzüyoruz. Demografik benzemezlikler   sosyo-kültürel farklılıkları doğal alanımıza  pompaladığında, beslenilebilecek ögeleri  müsrifçe har vurup harman savurmaktan kendimizi alamıyor; dönüştürmekte zorlandıklarımızı tanımazlıktan gelme çöplüğüne boşaltıveriyoruz.
Çok katmanlı toplumsal doku gibi hemen bütün versiyonları bulunan düşünsel bloklara, ayrıntı odaklı yollara ve zihniyet kumanyalarına sahibiz fazlasıyla. Sözgelimi, Osmanlı dolayımında hiç tereddüt göstermeden, çok kimlilikten duyduğumuz övünç eşliğinde Anadolu’daki kitlesel biçki-dikiş kurslarında uçurulmuş canlarla böbürlenebiliyor, buradan hareketle,1979’daki İran Devrimi ‘ne girebiliyoruz.
Mehter dinlerken damarlarımızda zonklayan Viyana kapıları, ne hikmetse, Türk müziğinin inceliklerinden zevk almak, divan şiirinden  anlamak, bir cami duvarındaki hattı okumak türünden kafa gıcırtılarına ve ruh terlerine imkan vermiyor pek.
Çünkü biz Osmanlı’nın kılıç ve nal seslerini, öldürmesini, boyun eğdirmesini kutsuyoruz aslında. Gündelik gerçekliği refere eden  medeniyetin  kalbine dokunmak, heyecandan önce bilgi ve birikim temeli istediğinden ; edebiyatla, müzikle, mimariyle hayatın derinliklerine inilebilecekken bizim dalgıçlık yapacak mecalimiz olmadığı için satıhtakini yücelterek tarihin sırtından geçinmek, daha az maliyet gerektiriyor. Ucuzculuğumuz, geçmişi kavramadaki ekonomikliğimizi pehpehliyor elbette.
Sosyalistimiz de bu coğrafyada çekinin karşılığını ispatlamak derdiyle tasavvufun Hacı Bektaş, Şeyh Bedreddin gibi figürlerine başvuruyor; laikimiz de bu isimleri Mevlana, Yunus  bayraklarıyla süsleyerek İslam’ın dogmatik prangalardan bu sevgi çerileri marifetiyle nasıl kurtulduğunun efsanesini söylüyor. Aynı referans dizgesi, modernizm ile İslam’ın uzlaşabileceğinin retoriği üstünde, hoşgörü ve diyalog vaadinin somut güvenceleri olarak sunulabiliyor.
‘Devlet’ mevzu caddesinde yürüdüğünde ise, şanlı tarihçi, mukaddesatçı, sosyalist, milliyetçi, laik, burjuva, köylü ya da şehirli vesaire vesaire; mevcut bütün renkler aynı tuvaldeki resmin bir detayını, bir parçasını doldurabilmek, çerçeveden ayrı ve uzak düşmemek için  ha bire  koşuyor.
Şanlı tarihçi ve mukaddesatçı, devletin sosyal yardımlar ve yoksullukla mücadele alanındaki yetersizliğinin sigortası işlevini üstlenebiliyor, dernekler, vakıflar yordamıyla. Hatta, ’devlet’in  izniyle, eğitimin aksaklıklarını giderebilecek kurumsal ağlar kurabiliyor, yurt içinde  ve  yurt dışında.
Sosyalist iddiadan gelenler, bir süre sonra hâkî tonların ülkeye yaptırdığı molalarda yıpranarak biraz da, reklamcılık, medya, borsa gibi spekülatif aklın eliyle kotarılabilecek dallarda tomurcuklanabiliyor; ‘devlet’in  seküler tercihlerini  umumlaştırabiliyor kalın punto dolaşımlarla.
‘Tanrı dağı kadar Türk, Hira kadar Müslüman’ parantezlemesinden yüksek oktav konuÅŸanlar, hukukun  eriÅŸemediÄŸi veya  diplomasinin eritemediÄŸi bölgelerde, tahsilat problemlerinin çözümüne katkı koyarak bir yandan ‘devlet’in  saÄŸlamakta  yaya  kaldığı adaleti  4×4 bineklerle, beÄŸenilmezse, limuzinlerle taşıyabiliyor; bir yandan, uluslar arası düzlemde ayak altına atılmış  muz  ve  karpuz kabuklarını temizleyebiliyor  yedi altmış beÅŸlik dezenfektenler ile.
Tuhaf ve bir o kadar da yaman çeliÅŸki deÄŸil mi, sistemle kavgalı İslamcılardan bol miktarda belediye baÅŸkanı, milletvekili, bakan, baÅŸbakan, yönetim kurulu üyesi, genel müdür püskürürken ; sınıfsız dünya için savaÅŸan solculardan yontuldukça yüksek gelir gruplarına ses  ve  akord  veren reklam dahilerinin, medya generallerinin, borsa tilkilerinin yetiÅŸmesi ?Â
Oysa sınıfsal genleri bakımından birebir incelendiÄŸinde, ÅŸanlı tarih, ecdad  ve  gözyaşı eksenli sosyo-politik teÅŸekkülün bütün havzaları ile en alttan gelmesi, Türkiye pratiÄŸinde erki elinde tutan egemen belleÄŸin kronolojik seyrine tersdir. Mecazî efendi, reel efendidir; reel efendi ise, eski kölesinden hayat hakkı dileme basamağında, daha da aÅŸağıya yuvarlanmamanın endiÅŸesi içindedir. Elit ünvan ve yetkiler, aÅŸağıdakilerin kontrolündedir çünkü.     Â
Köken yönünden kentsoylu sol ise, ezilenlerin vicdanı ve narası olmaktan kazandığı bütün saygınlığı, bütün adanmışlığı, bütün deneyimi, yeni yükselen sınıfın bilgi ve değer skalası emrine vermiştir çekinmeden.  ‘Devlet’in kuşkusuz en saf mümini durumundaki milliyetçi ırmak, üniterlik imgelemiyle bölünme dehşeti arasında kıvrım kıvrım akmayı sürdürmektedir.
Müslümanlar için ezanın, tesettürün, kandil kutlamasının senedi, nasıl ‘devlet’in varlığı ve muhtevası ise, gazete gelirleri ile yazarlarının yaÅŸam biçimlerini savunma anlamında resmi teminatın gerekliliÄŸi, sol açısından da aynı ‘devlet’ ten baÅŸka bir aygıt mı acaba ? Yoksa müesses düzen, ülkedeki bütün deÄŸiÅŸkenlerin tek sabiti mi? O zaman deÄŸiÅŸken kutup iÅŸ başına oturtulduÄŸunda, sabit kendini  yeniliyor gibi bir poz verse de karşısındaki zıt duraÄŸanlığın süngerlerince emilmiyor mu diye düşünmekten vazgeçmeli mi ? Sözgelimi, 2009 Kasım sonu  7 milyonluk nüfusunun 300 binini Bosna, Kosova ve Türkiye’den giden müslümanlardan alan  İsviçre’de minare referandumu sonuçlandı, hemen herkesi ayıplamayla karışık bir hayret, hatta, bir merhamet duygusu tırmaladı. Öyle ya, minareye izin bile demokratik yönteme baÅŸvuruya baÄŸlıydı ve konu inanç özgürlüğü baÄŸlamına çekildiÄŸinde, halk oylaması biraz incitici kaçmıştı. Farklılıkların armonik  çağıltısı, yüzde elli birlik dilimin rızasına bırakılmıştı beklenmedik biçimde.
ÅžaÅŸkınlık alaborası yaÅŸatan ise, tarafsızlığın adeta tapınağı olarak tescillenmiÅŸ İsviçre’nin dinsel bir simgeyi kabullenmede gösterdiÄŸi ikirciklenme ile sorumluluÄŸu tabana yayarak  kendi insanının tereddütlerini ve korkularını referans almasıydı.
Ulusal gelir skalasında dorukta gezinen, diÅŸ geçirilemediÄŸi için dünya patronajının mutemetliÄŸini yürüten  İsviçre gibi bir ülke, demokratik çoÄŸulculuk ve kültürlerarası   hoÅŸgörü düzleminde halk iradesi pürüzlerine takılarak acınacak duruma düştü artık. Artık  ötekileÅŸtirilmiÅŸliÄŸin nesneleri, medet umdukları paradigmanın yaÅŸadığı bu nezleye ve bu bilinç bulanıklığına karşı, merhamet etme makamındaydı.    Â
Nasıl oluyor da finans-kapitalin güvenlik adası, kasalarında gürbüzleÅŸtirilen  o bol sıfırlı hanelere sahip hesapları kaynağını hiç araÅŸtırmadan titizlikle koruyabiliyor; her türlü yasal ya da illegal kem gözden sakınabiliyorken dikey bir mimari eklentiden bu denli bir rahatsızlık duyabiliyor, üstelik bu problemi halk oylaması kurnazlığına emanet edebiliyordu;  anlamak zor. Ama, bu travmatik örnekten hareketle, medeniyetlerin diyaloÄŸu masalından silkelenebiliyoruz kolayca.    İşte tam bu safhada, kendi çeliÅŸkimizin mengenesine sıkıştırılmıyor muyuz?       Â
Batı normlarını, kendi inÅŸamız ürünü bir içeriklendirmeyle hedef bellememizin, atlanılması kaçınılmaz bir çıta saymamızın ta ciÄŸerlerimize iÅŸleyen afyonu tükeniyor çünkü. Postmodern tarihsellikten (ve belki tesadüfilikten) yüz bulmanın  neÅŸesiyle Batı’nın onayına sunulmak, tahtırevalliye birbirine yakın ağırlıklarla oturarak eÄŸlenmek deÄŸildir.        Â
Salman Rüşdi, Bosna’da yaÅŸananlar, 11 Eylül, karikatür krizi, Gazze, DoÄŸu Türkistan, Batı’nın hem İslam’a hem müslümanlara yaklaşımının bir bakıma ÅŸifreleridir. Burada yazıklanıp eyvahlanacak, ÅŸaşılacak herhangi bir renk, herhangi bir tonlama, herhangi bir gölge yok.  Batı’yı doÄŸuran felsefi arka planı, tarihsel nedenleri, din merkezli bileÅŸkeleri ve siyasal söylem  arkeolojisini yardıma çağırdığınızda, bu fenomen birden maskesini çıkaracak, makyajını baÅŸtan ayağı silecek, sonra da çırçıplak soyunacaktır.       Â
İsviçre’nin ‘minare’ refleksi, hemen peÅŸinden Fransa’nın başörtüsünü benzer bir yönteme havaleye yeltenmesi cinsinden henüz dumanı tüten uygulamalar, Batı’nın kendini doÄŸrulaması,  kendi zihinsel temellerine sadakatini kanıtlamasıdır. Aksine, ontolojik ve epistemik  belleÄŸine karşı vefasızlıkta ısrar ve inat sergileyen, Horkheimmer’i hatırlayarak betimlenirse ‘akıl tutulması’  içinde debelendiÄŸinin ayırdına varmayan, üstelik ‘unutuÅŸ’u herkesin girmesi gerekli bir hiza olarak benimseyen ve benimsetmek için çırpınan müslümanlardır.       Â
Ayrıca, İsviçre’nin sosyo-politik ve ekonomik iÅŸlevini Lozan ya da Davos  çaÄŸrışımları eÅŸliÄŸinde masaya yatıranlar, küresel sermaye eklemli güç dolayımında, Türkiye’nin de  İslam dünyasının da bu çikolata, banka ve saat cennetinden nasıl nasiplendiÄŸini, bunca serencam tablosuna belki yeniden mıhlayabilirler. Bir ülkenin kendi azınlıklarına tanıyacağı ruhsatlar için halkının düşüncesini yoklaması, ‘yerli’lerine duyduÄŸu saygının ve kolektif iradeye güvenin neresini, hangi yetki ve hakla kötüleyebiliriz?       Â
Kurgusal kronolojiyi yirmidört saatlik çevrim mantığına gömerek saniye bile ıskalamadan tanımlamada bu kadar derinleşmiş, servet bekçiliğinde bu kadar hakemleşmiş ve uluslar arası    uzlaşmazlıklarda bu kadar barıştırma meleği katına yükselmiş bir ülke insanı, zaman ölçüm cihazı üretimindeki inceliğini, para büyücülüğündeki maharetini, diplomatik sıhhatini ne diye camiden, minareden ve ezan sesinden yana kullansın ki? Yoksa, hoşgörü,  diyalog, küreselin  sınırları da bayrakları da  görmezden gelen  sağanağı altında efsunlanarak, her yeri Habeşistan, her idareyi Kral Necaşî sanmanın ilüzyonu mu örgütleniyor ?
Veya, ekmek umuduyla göçerleÅŸmiÅŸ ve kapitalist Avrupa’nın yetmiÅŸlerle birlikte yeni ve biraz da lümpen proleteryasını oluÅŸturmuÅŸ insanımız, Süleymaniye ve Itrî estetiÄŸinin  mirasına sahip bir terbiyeyi de taşıdı mı valizinde; bu çok ayrı, çok kanatıcı, trajik bir istifham kuyusu . Bu kuyunun yanıltan çıkrığı ise, ülkemiz eÄŸitiminde mündemiç sosyo-politik bileÅŸkedir. Türkiye’de en muhataralı eÄŸitim kurumlarından biri, İmam-Hatipler. Bu coÄŸrafyaya özgü yapay çatışma alanları şöyle bir kümelense, İmam-Hatipler pedagojik zemindeki eksi kutup adeta.        Â
Bir zamanlar hayli vaveyla koparılan, kapatılması çok tartışılan ve yakın vadede taze cumhuriyet  nostaljisini gıdıklamaktan öte iÅŸe yarar tarafı kalmayan Köy Enstitüleri anımsandığında, yerleÅŸik öğretinin seçme ÅŸansı konusunda çok cimri ve dayatmacı bir tutum izlemediÄŸi görülebilir halbuki.        Â
Resmiyet patenti ve himayesi koÅŸuluyla, isteyen seküler zihin donanımına kavuÅŸabileceÄŸi, aydınlanmacı bir dünya görüşünün penceresini edinebileceÄŸi gibi; dileyen hafif teolojik ihtiyaçlarına cevap bulabilir.       Â
Örgün eÄŸitimin Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na raÄŸmen bu iki almaşıklı yapısı, müesses doktrinin mevcut duyarlık bloklarına karşı ne denli bir denge gözettiÄŸinin, ne düzeyde hakkaniyeti ıskalamadığının halüsinasyonundan ötesini fısıldamıyor.     Â
Üretilen mizansenin yaydığı pus, bu ülkede bilginin devletleÅŸtirildiÄŸi gerçeÄŸini pastelleÅŸtirmekte; eÄŸitim taleplerini resmi ideolojinin verdiÄŸi bahÅŸiÅŸe eÅŸitlemektedir. Bu müşterek körlük ortamında, ne normal okullardan medet umanlar evrensel insanlık birikimine açılabilecek gramajı yakalayabilmekte; ne İmam-Hatiplilik tercihinde çare arayanlar, derinlikli ve sahih bir  İslam ile yaÅŸanan çağı dekode edebilecek bir çapa, bir bakış açısına  ulaÅŸabilmektedir.       Â
Modernizmin tatbikine nesne kalmaktan beslenenler ile kadim örfü yeni formlara büründürmekten vazgeçmeyenlerin birleÅŸtiÄŸi nokta, ‘devlet’  merkezli bir hayatiyettir garip biçimde.  Evrim teorisi, maddenin sakınımı yasası ya da dil, tarih ve Batı sanatı, devlet koruması alarak nasıl dolaşıma çıkabiliyorsa, Kutsal Kitap, peygamber kıssaları, dinsel ritüeller de aynı erk  sayesinde bu ülke insanına sunulabiliyor, hatta, rejimin çeperlerini delmeye yeltenmemek üzere, yaÅŸatılabiliyor.       Â
Türkiye’de epistemik yetkenin devlete devredilmesinden kimse bir zarara uÄŸramıyor, bir kazanımı yitirmiyor. Okulun, içerik çeÅŸitliliÄŸi ve deÄŸeri kuÅŸkuya düşülmeden, irdelenmeden devlete emanet edilmesi, ülke insanlarının yönetim algısının belki en trajik açmazı oysa : Bir yandan konservatuarda çoksesli müzik terbiyesini benimseyeceÄŸiz, bir yanda bu coÄŸrafyayı monolitik bir seyre mıhlamaktan geri durmayacağız.  Bir yanda düşünce özgürlüğünü Anayasal güvenceye baÄŸlayacağız; bir yanda, soyut ideolojik kavramlar, terimler veya etnik adlandırmaların telaffuzuna bile kitlesel linç kampanyaları düzenleyeceÄŸiz. Bir yanda biraz da kıvançla günde beÅŸ kez okunan ezanlara yaslanarak Tanrı’yı ululayacağız, bir yanda, devletin yüceliÄŸinden sonuna kadar emin bir gelecek disiplinine güveneceÄŸiz.      Â
İmam-Hatipler’e iliÅŸkin endiÅŸenin temelinde, resmiyetin tesciline duyulan özlem kadar,  devletin ÅŸaÅŸmazlığı karşısındaki kolektif inancın cilveleri de yatmıyor mu aslında ? Bu mektep türünden paranoya kamçısı yiyenler de, aynı biçimde sekülerlik vaadini yerine getirmeyen otoriteye küsmüyorlar mı, çocukça bir tepkiyle? Ve iÅŸin tuhafı, İmam-Hatip yanlıları da muarızları da varlıkları için devleti kendi isterlerinin fedailiÄŸine indirgemiyorlar mı ?           Â
Heyecanımızla düşünmeyip serinkanlılıkla yaklaÅŸtığımızda, ne İmam-Hatipler’in Abdülhamit Koleji mecali taşıdığını, ne diÄŸer ortaöğrenim kurumlarının Pascal, Newton, Darwin, Comte, Nitzsche, Derrida fışkırdığını anlarız.
Ama hepsinin de, soyutlama becerisi köklenmiş, hamaset lunaparkı açılmaya uygun bilişsel ve davranışsal depolar imalatına yaradığı, insanın mayası adına ürkütücü gerçek. Bir diğer korkunç tablo ise, retorik bağlamında sistemle kapışıyor sanılanların kendi fikir ve ruh dünyalarının bataryası yaptıkları ‘devlet’ ile dolmaktaki ısrarları.
Â
Â
Â
                              Â