Mustafa Muharrem / Şair Yazar
Nazım Hikmet 3 Haziran 1963’de vedalaştı hayat denilen o badireler tüneliyle. Geride çalkantısı fazla ama dinginliği son derece az yıllar bıraktı. Yazdıkları kadar yaşadıklarıyla da yankılar uyandıran maceralı bir biyografiye sahip bu yüzden.
Gerek Türk şiirine getirdiği fütürist nefes, gerek sosyalist dünya görüşüne ve komün toplumu hedefine sarsılmaz bağlılığı Nazım Hikmet portresinin arka fonu değil sadece. Bunun ötesinde şiirine eksen aldığı perspektifi kendi faaliyet disipliniyle bütünleştirmiş olması, yaşamının yapıtını doğrulaması, kelimelerinin de eylemlerini onaylaması, çok az sanatçıda rastlanacak bir nitelik.
Kuşkusuz Nazım Hikmet söz konusu edildiğinde, Türkiye sosyalist hareketinin geçtiği evrelerle açılıp şiirin Batı ölçeğine erişmesi yönündeki ataklarıyla kapanan bir parantezi enine boyuna irdelemeli. Yoksa bir biyografi ile bunun eşlikçisi bir bibliyografya demetini ve bu hayat-eser denkleminin odağındaki kişiyi isabetlice kavramak zorlaşır.
İlginç olan, Tanzimat’tan sonra şairin Türk düşünce evrenindeki merkezliği fenomenidir Nazım Hikmet dolayımında varılacak ortak nokta. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi öncülerin düştüğü bu kuyuda şiir artık sivil ve özgül vasıflarından koparak bir siyasal yaklaşımın bazen yattığı siperi, bazen doğrulttuğu namlusu, çoğu kez de flamasına, bayrağına indirgenivermiştir. Dil estetiği, ideolojik ahlâkın önerilmesi işlevini üstlenerek kiminde vaizleşmiş, kiminde öğretmenleşmiştir adeta.
Elbette edebiyatın hemen bütün formlarında görülen bir yönelimdir bu modern zamanlarda. Çağının tanığı figürasyonu, şairin de bir kitlesel ödev yüklenmesi koşuluna uyması zorunluluğunu doğurur. Derinlemesine bakıldığında, şair yeryüzü sahnesindeki o primitif konumuna dönmüştür yeniden, çekirdeğiyle baş başa kalmıştır.
Dua ile gen müşterekliği bulunan salt şiir, artık bir kahinlik, bir şamanlık aracıdır; tıpkı ilkel pagan zamanlardaki gibi. Şair de bu gelecekten haber verme ve bir çeşit meta-tarih tasarımları sunma öznesidir modern zamanlar piramidinde. Doğallıkla şair artık, toplumsal bir modellemenin merkezine sadık ve dağıtım alanı hayli geniş kuryesidir. Ancak bu ruhaniyetle takasa girilerek kazanılmış rol, gerçeklik ötesidir ama uhrevilik sınırı, tarihsel akışın mecali ve mesafesinin aşamalarından ibarettir.
Tevfik Fikret’in, Mehmed Akif’in kazdığı yerden ilerler bu yüzden Nazım Hikmet: O’nun da halkı ulaştırmayı çok arzuladığı bir menzil vardır ve bu düş coğrafyasının yol levhaları, şiirlerinin mısralarıdır.
Benzer bir şiir şarjörünü, dilediğince ateş etmek üzere Necip Fazıl da doldurur daha sonraları. 20.yüzyıl Türk şiirinin evrensel normlara çıkmasının ilk ve en uç örneklerini, dibine kadar sivil, dibine kadar bağımsız bir patetizmle yoğuran Necip Fazıl da poetik rüşdünü ispatladıktan bir süre sonra sosyal kaygıların kamçısıyla şaha kalkan şiirler yazacaktır 1940’lı yıllarla birlikte. Oysa bu, bir sanatçının toplumun önüne bir belletmen, bir kılavuz kaptan olarak çıkmaya doğru iteklenmesi kurnazlığına saklanmış bir yetki gaspıdır. Düşünce ve aksiyon alanını doldurması gereken/beklenen duruş ehliyeti sahipleri, sanatçıyı, şairi ortaya bazen şövalye, bazen intihar timi olarak sürüverirken kendi konforlarını korumanın emniyetiyle susmuşlardır. Halbuki sanat eğer sosyal bir amaçsallık güdecekse ve kendini kitlesel eğitmenlikten sorumlu sayıyorsa, araçsallığının referanslarını estetiğin onayına götürmek durumundadır önce: Sanat kıvamına ermenin kendi iç rükünlerine borçlanmadan.
Bu bağlamda Nazım Hikmet fotoğrafının üç katmanlı bir suretler sinerjisinden fırladığını görürüz, heyecana kapılmadan ve öznelliğin bahçesinde oyalanmadan . İlk çehre, Türk şiirinin reddi imkansız burçlarından belki de en ayrıksı olan Şair Nazım Hikmet.
Türkçe’nin şiir derinliğiyle zenginliğinin emrinde bir portredir bu kuşkusuz. Türk şiirinin bütün kazanımları ve birikimi, bu çehrede netlikle sergilenebilen detaylardır.
İkinci Nazım Hikmet, düşünceleri nedeniyle ülkesiyle sorunlu bir trajik silsile olarak yaşar hep. Rejimle ve sistemin efendileriyle arasındaki niza, uzun tutukluluklar, sürgünlükler, nihayetinde de firari öyküler düşürür bu görkemli çatışmanın ceplerinden geriye. Tek Adam devrinde girilip Milli Şef çağında da süren bir tecrid hali ile bu yasal izolasyonun yarattığı melankoli, egemen düzenle kavgalı kalmanın bir insana kazınmış künyesidir adeta. Bu yüzden İkinci Nazım, sevdikleriyle arasına devletin girdiği bir yabanlık, bir gurbet tecziyesidir.
Üçüncü Nazım Hikmet, ilk iki tabakadaki etkilerin tokuşturulmasından türetilmiş bir kurgu, neredeyse magazine bezenmiş sisler ardında, kendi iradesinden soyulmuş bir sima, hatta bir maceradır. Şiirsel oylumu mevzuatla uyumsuzluğunun çok arkasında bilerek tutulan bu portre, sentetikliği yüzünden ikiz işlevlidir de. Bu kurgu sayesinde birileri Nazım Hikmet’i çekinmeden podyuma çevirebilmekte, bir teşhir ögesine dönüştürebilmekte; üstelik mankenleştirilmiş bu hayata kendi inatlarını, kendi yargılarını, eksi veya artı, giydirebilmektedir. Birileri de, kutbun ötekileri olarak, Nazım’dan gelebilecek muhtemel tehlikelere karşı kendi bariyerlerini pazarlayabilmektedir.
İşin garibi, Nazım Hikmet’in yazarlığı ile yaşarlığı arasındaki korelatif bağ, bu denli metalaştırmaya da elverişlidir putlaştırmaya da. Ama bir şairden dem vurulacaksa, değerlendirmelerin ilk elde şiir filtresine göre yapılması gerekir. Hele şair, kendi şiirini teyid etmekten, kendi poetik vizyonunu asla yalanlamamaktan başka bir hayat üslûbuna göz kırpmamışsa…