NEO-FAŞİZM ÇAĞININ GÖLGESİNDE İNSAN OLMAK!

A+
A-

Hayatın bazı anları vardır ki, insana tüm yaşantısını yeniden sorgulama imkânı sunar. Bu anlar genellikle insanın kendine çekildiği, kalabalıktan uzaklaştığı, düşünce ile deneyim arasında köprü kurabildiği anlardır. Teori ile pratiğin iç içe geçtiği, yaşanmışlıkların yeni anlamlarla yorumlandığı anlardır bunlar.

Pandemi döneminde yaşadıklarımızı hatırlayalım. Dört duvar arasında geçirdiğimiz o günlerde hissettiğimiz kesif kaygı, bize sadece fiziksel sınırlarımızı değil, zihinsel sınırlarımızı da gösterdi. O günler şimdi uzakta gibi görünse de üzerimizde bıraktığı iz hâlâ taze. Tıpkı hastane odalarında geçirilen zamanlar ya da bir mahpusun duvarlar arasında yaşadığı yalnızlık gibi… Bu bireysel deneyimler çoğaltılabilir. Ancak bugün ben, bu yalnızlık ve sorgulama hâlini bir düşünür ve devlet adamı üzerinden, Aliya İzzetbegoviç’in hayatı ve fikirleri üzerinden ele almak istiyorum. Çünkü onun yaşadığı hayatın müsebbibi konumunda olan faşizm ve barbarlık nasıl ki insani olanı yitime uğrattığı o en derin anlardı; tıpkı şimdiki çağımızın da faşizme ve barbarlığa kapı aralayarak bizlerin kulaklarında çığlıkları duyurduğu gibi…

Aliya, hayatı boyunca iki kez hapsedildi. Ancak o, bu zamanları sadece bir çile dönemi olarak değil, tefekkür ve direnişin alanı olarak da yaşadı. Bu derin sorgulama süreci, onun siyasal hayatında da etkili oldu. Geçtiğimiz hafta Uludağ Üniversitesi’nde, Yıldırım Belediyesi’nin katkılarıyla Aliya’nın doğumunun 100. yılı anısına düzenlenen etkinlikte bunu bir kez daha hissettik. Boşnak ve Türk öğrencilerin yaptığı sunumlar, Aliya’ya duyulan değerin hâlâ canlı olduğunu gösteriyordu.

Dinleyiciler arasında Sırp ve Hırvatların soykırım için Boşnaklara yönelik barbarca ve faşizanca savaşına meydan okumak adına Türkiye’den Bosna’ya giden bir gazi ile karşılaşmak ise duygusal anların yaşanmasına vesile oldu bende. Ben sadece o anlara ilişkin duyduklarımla ve okuduklarımla, o ise birebir orada yaşananları anlatmasıyla o anları tekrar yaşamaya kendi aramızda bir değer kıldık.

Aliya, düşünce dünyasında “üçüncü bir yol”un savunucusuydu. Modern aklın ve modern bilimin hayatı ikiliklerle kuşattığı bir çağda, o manevi olanın yeniden inşasını savunuyordu. Bir yanda dünyevi faydacılık, diğer yanda metafiziğe sıkışmış bir din anlayışı… Aliya her ikisinin de insanı eksik bıraktığını görerek, etik ile ahlakı, dünyevi ile uhrevi olanı bütünleştirmeyi hedefledi.

Bugün yaşadığımız çağ ise bize başka bir tehdit sunuyor: Yeni bir faşizm dalgası.

Belki adı konmamış, belki yeni maskelerle karşımızda. Ama faşizmin ayak sesleri giderek daha yüksek çıkıyor. Irkçılığın, ötekileştirmenin, barbarlığın yeniden sahneye çıktığı bir zaman dilimindeyiz. Ve böylesi zamanlarda mutedil seslere, denge arayan düşüncelere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Aliya’nın önemi işte burada belirginleşiyor. O, Batı’nın içinden gelen ama Batı’nın yarattığı yıkımı en derinden yaşamış biri olarak konuşuyordu. Neoliberalizmin ahlaki çöküntüsünü de, sosyalizmin eşitlik vaadindeki adaletsizlikleri de yaşamış biriydi. Bütün bu tecrübelerin ardından inanç, eğitim, sorumluluk ve ahlaka dayalı bir toplum arzusunu dile getirdi.

Bugün bizlere düşen görev, onu sloganlarla kutsamak değil, onu yeniden ve derinlemesine okumaktır. Onun düşüncesini yüzeyde değil, ruh katmanında kavramaktır. Çünkü insanı yalnızca zoolojik ve mekanik bir varlık olarak değil; ahlakla, değerle, anlamla var olan bir özne olarak gören yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Faşizmin, ırkçılığın ve nefretin yeniden hortladığı bir dönemde, mahşerin dört atlısına karşı insanı ve maneviyatı merkeze alan bir sesi hatırlamak gerekiyor.

Ve o ses, bugün hâlâ bize “insan nasıl olunur” diye fısıldıyor. Geç kalmadan, onu duymaya çalışalım.

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın