Abdurrahim Karakoç Ağabey’den
Abdurrahim Karakoç Ağabey İzmir?de çıkan gazetede deli- dolu yazan bir vatandaşa iki şiir gönderiyor...
Kabına sığmayan bir âşık,
Bir şeydâ bülbül,
Ateş yuvasında bir semender,
Bir vîrâne gönül,
Çokluktan cüdâ
Hazîne-i esrâr-ı Hudâ
Aşkın sırr-ı meâli,
İrfânı âlî,
Hazret-i Osmân Kemâlî…
*
Mübârek ismini, Aşk ve İrfân Sızıntıları’nı ilk kez on altı yaşındayken duydum. Bir yaz tatilinde maîşet temini için Denizli-İzmir arasında otobüs muâvinliği yaparken İzmir’in eski garajında her gün sefer tamamlanıp işim bittiğinde mutâd uğradığım iki mekândan biri melâmî bir kitapçı, diğeri cebinde çok az parası olup da gönlü zengin gariplere hitap eden bir menemenci idi…Melâmî kitapçımızda yeni gelen kitapları inceler, içinde derdimize devâ, aşkımıza şifâ, irfânımıza yâr, ahlâkımıza kâr olabilecek cinsten kitap varsa onu alıp doğruca menemenciye gider, demli bir Rize çayı eşliğinde önce karnımızı doyurur sonra yeni aldığımız kitapları karıştırırdım… Yûnus’la, Niyâzî-i Mısrî’yle Mevlânâ, Hallâc ve İbn Arabî ile 1977 senesinde muâvinliğim sırasında tanıştım. Kafam dolu, kesem boş, gönlüm yaralı idi. Aşk Sızıntıları’nı elime aldığımda ağrıyan bir yanıma merhem bulduğumu sandım. Yanılmışım. Her nutkunu okudukça yangınıma benzin döktü, Kemâlî! Aşk Sızıntıları dertlerimin katma değeri oldu…Kaçarken bayrak açan bu şeydâ bülbül bendenizin kafesindeki bülbülün de kanına girdi. İçimi deşti, gönlümü delik deşik etti. Ne de iyi etti!
Muâvinlik bitmiş memlekete dönmüştüm. Vakit bağ bozumuydu, okudukça pekmez şırası gibi kaynattı. Sorularım depreşti. Bir elimde Mısrî, bir elimde Kemâlî var idi. Her iki dîvân da gönlüm gibi darmadağınık olmuştu ve bunları Azîz dostumun ikâzıyla akâbinde cilt yaptıracaktım. Hâsılı, bu okumalar devam ediyor, anlar anlamaz, kör topal bir karanlık mağarada yürüyordum. İçten içe, hiçten hiçe gidilirmiş, bildiğim yok, gönül külhân yanıyordum. Ve aşk kaderdi son ucu âb-ı hayâta çıkan.
*
Osman Kemâlî Baba…
Bu büyük Hak âşıkı 1862’de Erzurum’da doğmuş, mihneti râhat bilerek sürdüğü aşkla dolu ömrünün her nefesini Hak ile alıp Hak ile verdikten sonra cismini rûha döndürüp adını velâyet defterine yazdırarak1954 senesinde İstanbul’da vefât etmişti.
Daha bebek yaşlarında çiçek hastalığı neticesinde gözlerini kaybeden Kemâlî Hazretleri varlığa hep içinden bakan basiret sahiplerindendi. Altı yaşlarında köyünde başladığı hâfızlık eğitiminde başarılı olamayınca Erzurum’a gelen Kemâlî usûlsüz hocaların eline düşünce maksada vâsıl olamamış bu da onun dört senesine mâlolmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla Yeşil İmâm lakaplı Seyyid Mustafa Efendi’nin huzûruna gelince talih yüzüne gülmüş ve hıfzını bir senede tamamlayan Kemâlî, Hâfız Osman Kemâlî adıyla hem Kur’ân’dan hem de kırâat ilminden icâzetini almıştır. Sıra Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’nin rahle-i tedrisinden geçmekte kalmıştı. Taşkesenli onun köşe taşı olması gereken mizâcını çoktan anlamıştı ve Kemâlî’yi yontmaya başladı…. Fuzûlî, Hâfız-i Şirâzî ve nihâyet Mesnevî-i Manevî hıfzını onunla tamamladı. Bir yandan da medreseye gidiyor oradaki derslere giriyordu. Hepsinden icâzetini aldı.
Ama yetmiyor, kesmiyordu.
Susuzluğunu giderecek, gönlünü doyuracak bir şey olmalıydı…
Yahut bir insân…
Yüzünü görmeden sevdâya düştüğü bir sevgili…Bunu daha sonra anlayacak “Cemâl dedikleri bir tatlı hülyâ.” diyecekti…
Bugünlerde Kolağası Alî Rızâ adlı bir ârif ile tanıştı, sohbetlerine devam etti. Aşk-ı mecâzî’nin aşk-ı hakîkiye köprü olduğunu anladı. Bu çağlayan mihnet deresinden geçmek için bir köprü bulması gerekiyordu. Gördüğü rüyâların da tesiriyle Erzurumdan ayrıldı. On bir yıl süren yokluk seyahatine çıktı. Bu sıralarda yirmi sekiz yaşındaydı. O da tıpkı bendeniz gibi on altı yaşındayken derde düşmüştü. Şimdi derdinin peşinde bir gölge gibi gidiyordu. Diyarbekir, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ’da aç, susuz, uykusuz geçen günlerde mersiye ve kasîdeler okuyarak “dünyada bir garip yolcu gibi yaşa” emr-i peygamberîsine uyarak yol gitti. Yollar bitiyor, dert bitmiyordu. Ehl-i beytin mersiyelerinde kendi mihnetini anlatıyor ve kendini yaşıyordu. Sesi güzel ve etkileyici idi. Trablusşam’a geldiğinde müftünün dikkatini çekti. Bir sene onun himayesinde yaşadı. İzin isteyip yine yola revân oldu. İskenderun, Antakya ve Halep’e geçti. Buralarda okuduğu Ehl-i beyt sevgisini ve Kerbelâ mersiyelerini dinleyenler onu Alevîlikle itham ettiler, aldırmadı. Zira hepimiz içerde Alevî dışarıda Sünnî değil miydik. O bu mevzûnun aslını biliyordu. Kendini suçlayanlara tebessüm etti geçti. Halep Mevlevîhânesi’nde bir süre Hz. Mevlânâ’ya misâfir oldu. Oradan Konya’ya geldi. Mevlânâ Dergâhı postnişîni Abdülvâhid Çelebi ve oğlu Abdülhalim Çelebi ile gönülden seviştiler. Çelebi Kemâlî’nin eline mesnevîhanlık icâzetini eline vermiş akabinde Mevlevî sikkesini tekbîrlemiş ve elleriyle giydirmişti. 1901’de İstanbul’a geldi. Kemâlî Efendi, bir süre Rami’de bostan bekçiliği, Bayezıd Câmii avlusunda arzûhâlcilik yaptı. Bu sırada, kendisini Erzurum’dan tanıyan Fâtih müderrislerinden Hâcı Nazmi Efendi’nin tavassutuyla Fâtih Camii’nde Mesnevî okuttu. Bu arada Hâcı Nazmi ve Manastırlı İsmâil Hakkı’nın derslerini takip edip onlardan da icâzet aldı. 1903 yılında üç aylarda va’z u nasihat etmek üzere Selânik’e gitti. Burada İttihât ve Terakkî Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden Dr. Şükrü Kâmil, Mehmed Sâdık, Talat ve Manyasîzâde Refik beylerle tanışıp görüştü. Tekrar İstanbul’a geldi. Şehzâdebaşı’nda Kanûnî Sultân Süleyman’ın âmâlar için vakfettiği imarete yerleşti. Âmâlar için yazılan vakfiyenin şartlarına uyulmuyordu. Bu sebeple bir selâmlık resminde Sultân Abdülhamîd’e durumu bildiren bir arz-ı hâl sundu. Sultân Abdülhamîd’in davetiyle huzûr-ı pâdişâhîye çıktı, durumu enine boyuna anlattı. Sultân Abdülhamîd vakfın ihyâsını sağladığı gibi Kemâlî Efendi’nin imâretin başına tâyin etti. Fakat bu imâret Meşrutiyet’ten sonra yeni gelen hükûmet üyeleri tarafından lağvedildi. Kemâlî Efendi imâretteki vazifesi sırasında Üsküdar’da bir oda kiralayarak Mecelle okutuyordu…
Ve olanlar bu sıralarda oldu.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)