PÎR İBRAHİM-İ GÜLŞENÎ HAZRETLERİNİ BEYÂN EDER

A+
A-

O, âşıkların yücesi, ilim ve fenlerde asrının allâmesi, tevâzu ve iyi huylulukta asrının seçkini, akranı içinde devrinin kutbu olan azîzlerin sultânı idi. Hazret-i Şeyh İbrâhim Gülşenî’nin ismi İbrâhim b. Muhammed b. Hacı İbrahim b. Şeyh Şahabüddin İbn Aydoğmuş’tur. Kendi şeceresi Oğuz Ata’ya kadar çıkar. Oğuz-Ata neslindendir. Annesinin ismi ise Şerîfe’dir.

 

Şiir:

Dil nidâ eyler deyüb subh ü mesâ ya Gülşenî

Cün meşâmiyye viren bûy-i vefha yâ Gülşenî

İsterim yüz sürmeğe derğâhına Pîr-i Hakk

Lâyik-ı izzet ide her demde Hüdâ yâ Gülşenî

 

Gülşenî hazretleri henüz iki yaşlarında bir bebek iken, babası vefât etmiş, amcası Seyyid Ali’nin elinde büyümüştü. Rivâyete göre yedi yaşından on iki yaşına kadar mübârek gecelerde, o geceleri ibâdetle ihyâ ettiği âdet edinmişti. Hemşehrileri kendisine tam bir itikatla bağlı idiler.

Hattâ birçok günlerini oruçla geçirir, savma’asında uzlet üzere yaşardı. Yaşı on dörte ulaştığında, kendisine ilâhi bir cezbe gelip Hak aşkına mazhar ve Hakk’ın şevkli nûrlarına şâhid oldu. Bâtıni ilimleri tahsil etmek için Mâverâ’ü’n-nehr’e gitti. Bu yolculuğa tek başına çıktı. Amcası Seyyid Ali, yeğeninin tek başına yolculuğa çıkıp kendisini yalnız bırakmasına çok üzülüp onu geriye döndürmek için peşinden birçok adamlar gönderdi. Bunlar hazretin ardından yetişip yeşillik ve ruh açıcı bir sahrâda onun tek başına yol almakta olduğunu görüp bir çok süvâri ve piyâdenin Gülşenî’nin yoldaşı olarak, birlikte gittiklerini görerek, yanlarına varıp selâm verdiler. Amcası Seyyid Ali’nin selâmlarını ve haberlerini bildirdiler. Sonra:

-Tek başınıza gitmeniz doğru değildir. Size lâyik olan amcanızın yanına geri dönmektir, dediler.

Gülşenî ise onlara:

– Acâyip insanlarsınız, benim yanımdaki dostlarımı gördükten sonra yine de yalnız gidiyorsun diye takaza etmeniz doğru mudur? Kaldı ki, biz Hakk’ın ma’rifetini (ma’rifetullah) tâlim etmek için gidiyoruz. Esrarullah, ledûn ilimlerinin mânâlarını elde etmeyi murâd ediyoruz. Benim rûhum bu yola girdikten sonra bir daha dönmesi mümkün değildir. Herkes bilir ki, tâlibler murâdlarına ermeyince kanmaz. Asıl sizin bizi bırakıp geriye dönmeniz daha uygun bir hareket olacaktır, diyerek niyyetinde ısrâr etti.

Rivâyete göre bu seferde, ilk konakladığı yer Tebrîz şehri olur. Sultân Uzun Hasan’ın Monla (Molla) Hasan adlı bir Kazaskeri vardı. O zât, o gece rü’yâsında:

-Eğer bizim rızâmızı kazanmak ve her türlü korkudan uzak olarak, necâd ehlinden olmak ve de talebinde sâdık olan merd, âşık kişilerden olmak istersen bu sabah erkenden falanca istikâmetten gelecek olan İbrahim adlı zâtı karşılayın. Akıl ehli olana ona hürmette kusur etmemek gerekir, dediler.

Molla Hasan da sabahleyin erkenden târif edilen yola çıkıp o şahsı araştırmaya başladı. Şeyh İbrâhim’i gelen geçene târif edip yollarda görüp görmediklerini sormakta idi. Şeyh uzaktan görününce atından inip ona selâm verdi ve musâfahadan sonra, hazretin gönlünü hoş tutup hâl ve hatırını sordu. Onu yanına alıp hânesinde uzun süre misafir etti. Onun bakımı ve terbiyeleri ile uzun süre meşgûl oldu.

 

Şiir:

Ezelî müsta’îd-i feyz-i Hüdâ olmuş idi

Höş sülûk etmeğe ol mürşîdini bulmuş idi

 

Nikledildiğine göre Gülşenî mahlasını kullanmaları şöyle anlatılır:

-Rûşenî hazretleri, bir yerde fenâ (yokluk) hâline düşer ve bu halde iken Hazret-i Sultân-ı Resûl (sas)’ün ruhâniyetiyle görüşüp bir bahçede birlikte dolaşıyorlarken, Hazret-i Resûl (sas) bir gül koparıp o sırada Dede Rüşenî’nin yanında bulunan İbrahim’e vererek:

-Bunu emânet bilip Rûşenî’ye ver, dedi.

Rûşenî, bu hâlle hemen kendine gelip daha bu hâlin hikmetini düşünmekte iken İbrahim Efendi elinde güzel bir gülle huzûruna gelerek elindeki gülü Dede Ömer Rûşenî’ye sundu. Dede Rûşenî de ona:

-Sen Gülşenî’sin, dedi.

Nakle göre Gülşenî uzun süre ilim ve tarikat ve ma’rifetullah tahsil etti. Bir ara Molla Hasan’ın rü’yâsına girmesi sebebiyle, devlet teşkiltında görev alarak, uzun süre Sultân’ın nişâncılık hizmetinde bulundu. Daha sonra da Dede Rüşenî hazretlerine bi’ât edip vecd ve hâl ilimlerini tahsil etti. Ledün ilimlerin ulaşmak için selefin yolunu yeğleyerek, riyâzete ömür boyu devam etti.

Menkıbelerinden biri şöyle nakledilir:

-Riyâzeti sırasında, yedi defâ mübârek karm sırtına (arkasına) yapışıp sonra yavaş yavaş eski yerine gelmişti. Selât ve selâm üzerine olsun, Sultân-ı Resûl’den âr ettiğim için riyâzetimi bu hâlde bıraktım. Yoksa daha şiddetli riyâzet eder ve bunu kendime âdet hâline getirebilirdim, demiştir.

Yine naklolunur ki kendi evinin önünde bir akar çeşme vardı. Her sabah namazını eda etmeden önce bu su ile yıkanıp guslederek, suyun serinliği ile nefsine eziyette bulunmayı âdet edinmişti.

Menkıbelerinden bir diğeri de şöyle nakledilir:

Dede Ömer Rüşenî hazretleri, irşâd seccâdesini Gülşenî’ye teslim ettiğinde dervişlerine ona bi’ât etmelerini bildirmişti. Şeyh Gülşenî, bir süre Dede Rûşenî hazretlerinin irşâd postunda oturdu. Fakat kısa zaman sonra Kızılbaş-ı Evbâş fitnesi zuhûra geldi. Bunlar etrafı harâb edip Şirvân diyârını istilâ ettiler. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî hazretlerinin Mesnevi-i Şerifi’nden ve Divân’ından tefe’ül (fal açma, istinbât etme) ettiğinde karşısına şu beyit zuhûr eder:

 

Şiir:

Yegi âteş bedîd âydegi âlem-i râh-i sûzed

Ezin âteş halâsî hem zâ İbrahim mâ büyed

(Manası: Gülşenî’ye riâyet ve hürmet üzere görünüyor; fakat el altından Şâh’ın adamlarına haber salıyordu.)

 

Pîr hazretleri ferâsetle onun hâlini bilip Kudüs-i şerîf şehrine doğru gitmek istediğini bildirerek izinlerini ricâ etti. Tam bu sırada Şah İsmail tarafından davet edildiğinden yerine kardeşini koyup yola çıktı. O gece şeyh hazretleri bir hatun ferâcesine bürünüp Rûha(Urfa)’ya doğru yola çıktı. Rûha’da ise o sırada Alâüddevle padişahlık etmekte idi. Kendisi Pîr Gülşenî hazretlerine büyük sevgi ve saygı gösterip orada kalmasını rica etti ise de şeyh izin isteyip Hâleb şehrine geldi. Orada da durmayarak Antakya üzerinden gemi ile Mısır’ın İskenderiye ve İskelesi olan Dimyat’a, oradan da Kahire’ye geldi.

 

Şiir:

Evliyâ’nrn mu’înidir Allah

İki âlemde ola mı gümrâh

 

Menkıbelerinden biri de şöyle nakledilir:

Bir gün bir hâl içine düşüp burada kendini tuhaf bir mekân içinde gördü. Bir tarafında bi derya, diğer tarafında ise bir sahra ve birer penceresiyle buraya bakar bir kasr (köşk) vardı. Bu köşk iki tarafa da hâkim bir mevkide bulunuyordu. Kendisini de bu köşkte oturuyor görmüştü. Bu hâl hâtırına nakşolunmuştu. Dervişleri de şeyhin bu hâlini biliyorlardı. Mısır’a geldikle rinde Bereketü’ş-şerîfe denilen yerde Kubbetül-Mustafa adı verilen mevkiye yerleştiler. Dervişleri, hemen şeyhe:

-Sultânım, bu yer size mâna âleminde gösterilen ve verilen kasra ne kadar çok benziyor. Belki de bu makâm odur, deyince şeyh:

-Evet, odur, dedi. Pir hazretleri için Şâh İsmail tarafından gelmiş bâzı rafizîler olabileceğini düşünüp içeri girmeyip, şehre doğru gitti. Şeyhin geldiğini önceden haber alan Şeyh Şâhin Mısrî hazretleri onu karşılamaya geldi. Ondan kendi zâviyelerini şereflendirmelerini rica etti. Pîr hazretleri ile birlikte şehrin içinden geçmekte iken Darbü’l-Ahmer denmek istemedi. Pir hazretleri:

-Bunda bir hikmet var, deyip orada bulunan küçük bir zaviyeye misâfir oldu. Sonra Hicazîler Mahâllesi’nde Kayıtbay Cami’i’ne gidip erba’îne girdi. Bugün Şeyh Şâhin-i Mısrî hazretleri ile Mısır Kadıyyü’l-Kudâd’ı (Mısır şaşkadısı, şeyhü’l-İslâmı) olan Abdü’l-Berâr b. Şıhne ve Kâtib Sirrâc, pîr hazretlerini ziyarete geldiler. Şeyhten burada kalmasını ricâ ettiler. Sonra da şeyhe:

-Hangi zâviyede kalmayı gönlünüz diliyorsa, hemen o zâviyeyi boşaltıp hazırlamaya başlayacaklarını bildirdiler. Pir hazretleri de

-Kubbetü’l-Mustafâ’yı düşünürüz; amma içinde oturanlar vardır. Yakında mecbûr kalıp çıkarlar. O zaman bize verirsiniz, dedi.

Nakledildiğin göre o zâviyede oturanlar arasında bir kavga çıkıp içlerinden biri kavga sonunda öldürülür. Bunun üzerine mecbûren kaçarlar. Bunun üzerine zâviye boş kalmış ve zâviyenin şeyhliği pir hazretlerine resmen tevcih olunmustur. Şeyh hazretleri zâviyeye yerleşerek, halkı irşâda başladı.

Nakledildiğine göre bu beytin anlamını tefekkür etmekte iken gece rü’yâsında Gilân semtinden yakıcı bir ateşin doğduğunu ve bu ateşin etrâfı yakarak Tebriz’e gelip şehri ve çevre köylerini yakıp yıkarak daha birçok beldeleri perişan ettiğini gördü. Şeyh hazretleri uykuda uyanır uyanmaz, hicret etmek niyetiyle hazırlıklarda bulunmakta ve ailesiyle bu hazırlık içinde iken, Kızılbaş tâifesi etrafı harâb ederek başlarında zâlim ve bî-insaf Yaralı Abdâl denilen bir şakî olduğu hâlde gelmekte idi. Bu zâlim herif Şâh İsmâil’in emri ile Şirvân halkının seçkinlerini katledip mal ve mülklerini yağma etti. Öyle ki şehir halkı kaçı gitmesin diye yoi başlarına adamlarını yerleştirmişti. İşte bu herifin adamlarından birkaç tane Kızılbaş-Evbaş gelip şeyhi yakalayarak Yaralı AbdÂl’ın huzuruna götürdü.

Yaralı Abdal:

-Bu sünnîlerin şeyhidir Bu gece onu iyice muhafaza edin. Sabahleyin erkenden onu asalım ki diğerlerine ibret olsun diyerek onu bir Kızılbaş-Kalleş’e verdi. Verdiği zât ise şeyhin eski hâlifelerinden birinden bi’ât almış ve korku belâsına onların arasına katılmak zorunda kalmış bir kişi idi. Yaralı Abdal’ın konuşmalarından onun Şeyh Gülşenî hazretleri olduğunu öğrenince, birlikte yalnız kaldıklarında, şeyhin ayağına düşüp hürmet ve sevgilerini sundu. Şeyhten özür diledi. Sonra:

-Hemen bu akşam yola çıkın, ben o kâfirleri bu akşam oyalarım. Siz de sabaha dek sığınacak bir yer bulursunuz, dedi. Şeyh kabul edince, hemen şeyhin oğlu Emîr Ahmed’e haber salınıp yol hazırlığı görüldü. Şeyh techizâtlı bir katıra binerek Diyarbekr’e doğru yola koyuldu. Öte yandan Yaralı Abdâl bu fırâr olayını öğrenince çok gazaplandı ve ardınca adamlar göndererek bulup onları öldürün, diye üzerlerine süvâriler gönderdi.

Şeyhin bu kaçış olayını oğlu Emir Ahmed Hayali şöyle nakleder:

-Babamla birlikte yolda gidiyorduk, yol boyunca birçok Kızılbaşa rastlıyorduk. Bunlar bize:

-Gülşenî’yi göreniniz, ne yöne gittiğini göreniniz oldu mu, diye sorular soruyorlardı. Hattâ bir keresinde bunların beylerinden birine rast geldik. Yanında leventleri ve askerleri vardı. Yanımız gelip:

-Gülşenî’yi gördünüz mü, dedi.

Hazret-i Pir de:

-Hakîkaten biz de Gülşenî’yi arıyoruz, ammâ hiçbir yerde bulamıyoruz, deyip geçtik. Sonr üç kere arka arkaya “Hû!” dedi. Ardıma baktığımda o adamları bir duman kaplayıp sonra görünmez oldular.

Yine Emir Ahmed Hayali:

-Biz Kara-Âmid’e yaklaştığımızda:

-Ahmed, ben sana ardına bakma demedim mi? Sözümü tutmuyorsun. Var bari sen de biraz gurbet acısı çek, diyerek beni orada bırakıp gittiler. Ben yolda yalnız kaldım, dedi.

Menkıbelerinden biri de şöyle nakledilir:

Pir Gülşenî hazretleri Kara-Amîd’e gelip o sırada Diyarbekr hâkimi olan Emir Beğ, her ne kadar kendini sünnî gösterirse de aslında Alâüddevle Beğ’le arası iyi olmadığından Şâh İsmail mezhebine girenlerdendi. İşte bu zât süretâ Pîr Gülşenî’ye riâyet ve hürmet üzere görünüyor; fakat el altından Şâh’ın adamlarına haber salıyordu. Pir hazretleri ferâsetle onun bu hâlini bilip Kudüs şehrine doğru gitmek istediğini bildirerek, izinlerini rica etti. Tam bu sırada Şâh İsmâil tarafından dâvet edildiğinden, yerine kardeşini koyup yola çıktı. O gece şeyh hazretlerini bir hâtun ferâcesine bürünüp Rûha (Urfa)’ya doğru yola çıktı. Rûha’da ise o sırada Alâüddevle padişahlık etmekte idi. Kendisi Pîr Gülşenî hazretlerine büyük saygı ve sevgi gösterip orada kalmasını rica etti ise de şeyh izin isteyip Hâleb şehrine geldi. Orada da durmayarak Antakya üzerinden gemi ile Mısır’ın İskenderiyye ve iskelesi olan Dimyat”a oradan da Kahire’ye geldi

 

Şiir:

Mustafa kubbesini eyliyerek teşrîf

Mâ’nevî nice hakâyık olupdur ânda te’lîf

 

Nakle göre Kubbe-i Mustafâ’ya yerleşen şeyh hazretleri üç günde bir defâ iftâr ederek kırk gün erba’înde kaldı. Bu erba’în süresince “Mânevi” adını verdiği manzûm Farsça bir eser telif etti. Bu eserin ara yerlerine üç dilde Arapça, Farsça ve Türkçe gazeller ve kasideler serpiştirildi. Şeyh hazretleri bu arada hâlvette bulunan dervişlerinin rü’yâların da yorumlamakta idi. Onlara gerekli tesellileri ve cevaplarını verip mânevi terbiyeleri ile de meşgûl oluyordu.

Menkıbelerinden biri şöyle nakledilir:

Kendisi bir akçe için olsun bir memûriyet kabul etmezdi. Harçlık için para gerekse, postunun altından yüz adet akçe çıkarıp Sultân Ahmed-i Hayilî’nin eline verip onlar da dervişlerin ve zâviye ehlinin ihtiyaçlarını karşılardı. Para tükendiğinde yine aynı şekilde yüz akçe daha verirdi.

Menkıbelerinden biri de şöyledir:

-Bir gün Mısır Sultânı Kansûh Gün ava çıkmıştı. Yolu Hazret-i Pîr’in zâviyesi önünden geçiyordu. Hemen durup zâviyenin penceresinden şeyhe selâm verip hâl ve hatırını sorduktan sonra, kendisine hayır duâda bulunmalarını ricâ etti. Hazret- Pîr duâ ettikten sonra, pâdişâh1a “Mânevî” adını verdiği kitabını gösterdi:

-Bildim, bu Fârisî kaleme alınmış manzûm bir eserdir, diyen sultâna dervişler:

-Pâdişâhım, bu şeyhin kendi telifleridir, diye tavsiye edince sultân hemen atından inerek pîrin ayağına düşüp:

-Hürmette kusûr ettik ise bağışlayınız, diyerek affını niyâz etti. Sonra şehrin içine gelmelerini kendisinden ricâ etti. Şeyh:

-Şehrin içine gelmek için üç şartımız vardır. Eğer yerine gelirse kabul edip geliriz, olmazsa gelmemek daha hayırlıdır, dedi.

Sultân:

-Lütfen şartlarınızı söyleyiniz, görelim ve bir çaresini bulmaya çalışalım, dedi.

Şeyh hazretleri:

-Evvelâ bizi kendi hâlimizle başbaşa bırakacaksınız. Biz istediğimiz vakit ve dilediğimiz kişilerle mülâkat ederiz. İstediğimiz yerde bulunmak isteriz. Bâzan gadrine uğrayan mazlûmlara şefaât etmek dilediğimizde onları affedip bize bağışlamanızı dileriz, dedi.

Sultân Gûrî:

-İşittim, anladım ve itaat ettim, dedi Dervişlere bir kese hâlis altın hediye etti ve yoluna devâm etti. Hazret-i Pîr, o altınların birazını Kubbe-i Mustafâ’da kalacak dervişlerine, diğer bir kısmını da kendisi ile birlikte şehre gelecek dervişlere dağıtıp aralarında eşit pay ettirdi. Sonra şehre gitmek üzere yola çıktı. Şehrin câmilerinin dolaşıp Müeyyediyye Câmi’i’ne gelip buranın hücrelerin dervişlerine tahsis etti. Kendisine de minber yanında bulunan hücreyi seçip oraya yerleşti. Orada âyin ve erkân-ı Hâlveti’yi icrâ edip sâlikler irşâda başladı. Hâlen Gülşenî dervişlerinin tevhîd ve âyin-i şerifler cum’a günleri burada yapılırdı.

Menkıbelerinden biri de şöyle nakledilir:

-O câmi’în hücrelerinin dışarıya bakan bazıları Bâb-ı Züveyle ve Demirkapı adı verilen meydana açılırdı. Burası ise Çerâkise’nin (Çerkez Memlûkluların) siyaset ve infâz meydanı idi. Günâhsız olanları haber gönderip sultânla olan kavli mücibince şeyh affettirirdi.

 

Şiir:

Şeyh’in emrine gösterirdi rızâ

Olmuş idi rizâsı def-i kazâ

 

Bir gün yine Hazret-i Pîr oturup siyaset meydanına bakan pencereden dışarıyı seyretmekte iken, bir günâhsızın idâm edilmek üzere önünden geçirilmekte olduğunu gördü. Adeti üzere önünden geçinilmekte olaın günahsız kişi için hemen sultândan affını rica eden bir tezkire gönderdi. Şeyhin tezkiresini taşıyan bir derviş şeyhin selâm ve hayır duâlarını takdimden sonra tezkireyi Sultân Gûrî’ye verdi. Sultân bu hâle gazaplanıp şeyhin dervişine:

-Şeyhin bizi kendi hâlimize koysun, şeyhliğin lâzım olan işlerini görsün. Burası Mısır’dır. Siyâsetsiz iş olmaz. Böyle işler yapanları kırmayınca hükmümüz geçerli olmaz. Sultânlığımız yol olur, diye haber yolladı. Hazret-i Pîr:

-Biz, o kişinin affını iki sebepten istedik. Günâhsız birinin haksız yere katledilmesini önlemek ve sultân böyle bir cinâvetin sorumluluğundan kurtarmayı murad ve ümid ettiğimizdendi. Yoksa bizim bir maksat ve garazımız yoktur. Bilmiş olsun ki mülkün gerçek sâhibi Cenab-ı Hakk’tır, dedi. Hemen dervişlerini toparlayıp geriye eski zâviyesine, Kubbe-i Mustafâ’ya çekildi. Orada da halkla görüşmekten el çekip sâdece dervişleri ile sohbet edip uzlet içind irşâdla meşgül olmaya başladı.

 

Şiir:

Uzlet-i halkı ihtiyâr etti

Terk-i ağyârı yâr-ı yâr etti

 

Menkıbelerinden bir diğeri de şöyle nakledilir:

Oğlu Sultân Ahmed Hayâlî, bir cuma günü cuma namazı için babasından bir mes’ele sordu:

 

Şiir:

Beder mâ ez edâ-yi cum’a ki câmî rüyem

Ez şehr ü bâ hankâh-ı kezâ rüyem

 

Mânâsı: Baba cum’a namazını nerede kılarız, Şehre mi gidelim yoksa hânemizde mi kılalım, deyince Hazreti Pir:

-Oğul Ahmed, bir vilâyetin hâkimi, hükmedeni belli olmayınca cum’a sahih olmaz. Ammâ halkı kötü zan ve nifâktan kurtarmak için Hankah’a varıp orada namazımızı kılalım, diye buyurdu.

Nakledildiğine göre Emir Ahmed ile birlikte yolda gitmekte iken babası Pîr Gülşenîye: -Baba, Çerkez devletinin çökmesi tamam olmuştur. Amma Mısır’a hâkim olacak bu

zât hangi yönden gelecektir, diye sorunca Gülşenî üç defâ:

-Rûm, Rûm, Rûm, dedi. Bu târih zabtolundu. Üç ay sonra Sultân Selim Hân’ın Mısır’ı fethi tahakkuk etti.

Yine nakledildiğine göre, yukarıdaki soru sorulduğunda Pîr hazretleri:

-Enbiyâ ve evliyânın ruhları ile hayatta bulunan velâyet ehlinin cümlesi hamiyyet gösterdiler ve dediler ki bunların hakkından gelecek üç kimse vardır: Biri, hem dininize ve hem malınıza ve hem eyâlinize kötülük ederler. Biri de dininize ve eyâlinize kötülük etmeyip dokunmazlar; ammâ malınıza el koyarlar. Sonuncusu ise malınıza el koymaz; ammâ din ve eyâlinizi elinizden alır. Allah saklasın. İlki efrencdir; yâni Hıristiyanlardır. İkincisi Rûm pâdişâhı (Osmanlı Sultânı)’dır. Üçüncüsü ise Kızılbaş tâfesidir. Hepsinin en hayırlısı “Hayrul-umûru evsatuhâ” (Her şeyin ortası hayırlı olarıdır.) fehvâsınca, malınız giderse gitsin, ammâ din ve mezhebimize ve eyâlimizin (ailemizin) nâmusuna hâlel gelmesin, dediğini bildirirler.

Menkıbelerinden biri de şöyle nakledilir:

Sultân Selîm Hân tarafından bir ferman ve elçi gelmiş, bu fermanla sultân:

-Hutbe benim namıma okunsun. Sikke benim adıma kesilsin. Malınızın beşte birinden hasıl olanı, her yıl kafirlere karşı ehl-i İslâm serhadlerini bekleyen gazilerimize harçlık için gönderilsin. Yoksa vaktine hazır olsun, diye isteklerini bildirmişti. Çerkez beğleri ve ordusunun ileri gelen subayları sarayda toplanıp bu husûsu müşâvere ettiler. Fakat her biri bir türlü söz ve tedbir söylediler. Sonra da:

-Vaktine hazır olsun. Bizim askerimiz ondan korkmaz, şeklinde bir cevâbname kaleme alıp gönderdiler. Sultân Selim Hân, bunun üzerine kesin olarak Mısır’a sefer yapmaya karar verdi.

Nakledildiğine göre gazileri ve Hayre Beğ (Hayrebay, Hayırbay), Şâm ve Hâleb hâkimi idi. Osmanlı ile harp etmek üzere Kahire’den sefere çıkıldı. Yolu Kubbetü’l-Mustafâ”da şeyhin zâviyesine uğradı. Elini öpüp hayır duâsını rica etti. Hazret-i Pir:

-Sulha karar vermeniz en hayırlı rey olacaktı. Harbe gitmeniz ise pek uygun ve hayırlı değildir. Allahu zülcelâl ve’l-kemâl hazretleri âkibetinizi hayırlı kılsın, deyip fikirlerini çelerek harbe mâni olmak istedi. Fakat tesir edemedi. Sultân Ahmed-i Hayâlî’yi hayır duâsı ve belânın def’i bir iki konak menziline kadar Hayre Bay’la birlikte gönderdi. Yolda Ahmed-i Hayâlî, emire devamlı nasihatte bulundu. Sonra, Allah’ın emrine hazır ve razı olması niyâzıyla Emîr Ahmed-i Hayâlî hazretleri geriye döndü.

Menkıbelerinden biri de şöyle nakledilir:

-Sultân Gûrî, Gülşenî hazretlenine oğlu Emîr Ahmed-i Hayâlî ile bir miktar altın gönderip dervişlerine harcamasını rica etmişti. O sırada zâviyeye misafir olmuş olan Acem diyârından Şah İsmail taifesinden kaçıp sığınmış bâzı Türkmenler vardı. Şeyh Gülşenî, bu altınlar ile onlara ziyfetler çekip kalan parayı da aralarında taksim etti. Adam başına üçer adet altın düştü. Sonunda bir Fatiha-i Şerife okuyup:

 

Şiir:

Her zaman bir ârifin devrânıdır.

Devrânın devrârı ânın devrânıdır

 

Sonra da oğluna hitapla:

-Oğlum Ahmed, Gûrî bir daha bu diyarlara gelemez, dedi ve öyle de oldu.

Menkıbelerinden biri şöyle nakledilir:

-Sultân Selim Hân-ı evvel (1. Selim Hân) Mısır Fatih’i olarak Kâhire’ye girdiğinde, şeyhle buluşup kendisine büyük tâzim ve hürmette bulundu. Sonra şeyhe:

-Bizden bir dileğiniz var mı? Varsa buyurup emrediniz. Dervişânınıza biz de hizmet edip kalbinizin safâsı için çalışalım, dedi.

Pîr Hazretleri de:

-Müeyyideyye Câmii yanında Bergevallık Tepesi denilen bir boş arsa var; onu bize bağışlarsanız, il

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın