KIZIL ELMA’YA YOLCULUK
Oğuz’un Zamanı ve Zaferin Ruhunda Saklı Hakikat: Tarihin tozlu yollarında yürüyen Oğuzlar için zaman, yalnızca bir takvim yaprağı değil; bir idealin, bir yürüyüşün ve bir inancın adıdır. Onlar ki çadırlarını...
Türkiye, silahlı çatışma ve terörle geçen on yılların ardından, belki de en kritik dönemeçlerinden birinde. TBMM çatısı altında kurulan Terörsüz Türkiye Komisyonu, resmi söylemde “yeni bir başlangıç” olarak pazarlanıyor. Komisyonun varlık nedeni, terörün sona erdiği bir geleceğe stratejik zemin hazırlamak; siyasi partiler, güvenlik kurumları ve bürokrasi arasındaki koordinasyonu güçlendirmek.
Ne var ki, bu umut vaat eden çerçevenin arkasında ciddi bir sorun var: kapalı kapılar ardında yürütülen bir süreç. Tutanakların on yıl boyunca gizli tutulacağı kararı, şeffaflık ilkesini doğrudan ihlal ediyor. Bu, demokratik meşruiyetin can damarını kesmek demektir.
GİZLİLİK VE MEŞRUİYET ÇELİŞKİSİ
Akademik literatürde barış inşası, iki temel sütuna dayanır: meşruiyet ve katılım. Gizli oturumlar, teknik düzeyde bir gereklilik olabilir; fakat süreçlerin tamamen kapalı tutulması, toplumsal sahiplenmeyi ortadan kaldırır.
Gizlilik, kısa vadede güvenlik riski azaltabilir; ama orta vadede siyasi riskleri büyütür. Çünkü süreç yalnızca yürütmenin kontrolünde kalır, yasama ve sivil toplum devre dışı bırakılır. 10 yıllık mutlak kapatma kararı, “halk adına” karar alanların, halkı bilgilendirme yükümlülüğünü rafa kaldırmasıdır.
TARİHSEL HAFIZA VE KÖTÜ DENEYİMLER
Türkiye, bu tür süreçlerde şeffaflığın eksikliğinin bedelini defalarca ödedi.
2009’daki “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” toplumun geniş kesimlerini sürece dahil etmedi; sonuçta proje sessizce sona erdi.
2013-2015 “Çözüm Süreci” ise başlangıçta umut yarattı, ancak kapalı müzakereler, bilgi kirliliği ve tarafların birbirine güvensizliği sürecin çökmesine yol açtı. Çatışmalar yeniden başladığında ise toplumun büyük bir kısmı bu süreçten uzak, hatta yabancılaşmış durumdaydı.
Bu deneyimler bize şunu öğretiyor: Barış sürecinin sürdürülebilirliği, yalnızca askeri ve hukuki adımlara değil, toplumsal meşruiyete bağlıdır.
PKK SONRASI STRATEJİ VE DDR MODELİ
Bugün konuşulan “Geri Dönüş Yasası” uluslararası literatürde DDR (Disarmament – Demobilization – Reintegration) modeline karşılık geliyor. Yani silah bırakma, örgüt bağını koparma ve topluma yeniden entegrasyon. Ancak Türkiye’de bu modelin uygulanması iki nedenle daha karmaşık:
Siyasi kutuplaşma: Bir taraf süreci “barış ve demokrasi adımı” olarak görürken, diğer taraf “teröre taviz” diye niteliyor.
Mağdur yakınlarının tepkisi: Bu kesim sürece dahil edilmezse, yasaya karşı güçlü bir toplumsal direnç doğar.
Bu nedenle DDR modelinin başarısı, yalnızca teknik düzenlemelere değil, duygusal ve psikolojik boyutların da yönetilmesine bağlıdır.
DÜNYA DENEYİMLERİNDEN DERSLER
Kolombiya’da FARC ile varılan barış, kapalı müzakerelerle başladı ancak halk referandumuyla onaylandı. Kuzey İrlanda’da Good Friday Anlaşması, gizli görüşmelerden sonra halka açıklandı ve referanduma götürüldü. Sri Lanka’da Tamil Kaplanları ile yürütülen kapalı süreç ise şeffaflık eksikliğinden çöktü.
Tüm bu örnekler gösteriyor ki, teknik gizlilik anlaşılabilir; fakat halkın onayı olmadan barış inşa edilemez.
MUHALİF BİR AKADEMİSYEN VE GAZETECİ OLARAK GÖZLEMİM
Bu komisyon, şeffaflık sınavını geçemediği takdirde, PKK sonrası Türkiye hayalini kâğıt üzerinde bırakır. Bugün atılacak adımların meşruiyeti, yalnızca güvenlik bürokrasisinin ya da iktidarın iradesine değil, toplumsal uzlaşmaya bağlıdır.
Akademik olarak biliyoruz ki, demokratik katılım eksikliği yalnızca süreci değil, demokrasinin kendisini zayıflatır. Güvenlik politikalarının, parlamentonun tüm üyeleri, muhalefet partileri ve sivil toplum aktörleriyle birlikte yürütülmesi gerekir. Aksi halde süreç, “iktidarın kendi hikâyesi” olmaktan öteye gidemez.
SONUÇ
PKK sonrası Türkiye’yi inşa etmek, yalnızca bir güvenlik projesi değil; aynı zamanda bir demokrasi projesidir. Bu, kapalı kapılar ardında değil, halkın gözü önünde yapılmalıdır.
Barış, yalnızca silahların susması değildir; toplumun tüm kesimlerinin kendini bu geleceğin parçası olarak görmesidir. Tutanakların on yıl saklanması, bu hayalin önündeki en büyük engellerden biridir.
Eğer bu süreç şeffaflıkla yürütülmezse, yarın tarih sayfaları bugünü “bir fırsatın daha kaçtığı gün” olarak yazacaktır.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)