Şair-Yazar Atakan Yavuz Yazdı: Gergedan Fabrikası

A+
A-

Atakan Yavuz / Şair-Yazar

Savaşın alanı giderek genişliyor, diye geçirdim içimden Gergedanlar’ı izlerken. Bir ada ihtimali de… Şehir planından insan ilişkilerine, eğitimden sanata kadar her alana girişimci estetiğiyle yaklaşan dijital öznelerin sayısı artıyor, dedim; sayıların tiranlığı, gergedanlaşmayı reddedenlerin göğsünü sıkıştırıyor. Ionesco’nun oyununu seyrederken tekno-dünyanın bir gergedan fabrikasına dönüştüğünü; eski totaliter dönemlerden farklı olarak insanların direnerek, gönülsüzce değil, güle oynaya gergedanlaştıklarını; bunu daha kârlı ve pratik bulduklarını, farkı istemeyi beyhude bir çaba olarak gördüklerini düşündüm.

Gergedanlar’ı beklerken aklımdan hiç çıkarmadım ada fikrini. Dünya denilen bu taşrada insanlar giderek mesleksiz ve borçlu birer gergedana dönüştürülürken, sürünün parçası olmaya direnen baş kahraman Berenger’in yalnızlığını ve bu siyah aynaya girmek istemeyişinin asaletini her çağda yeniden yorumlamak gerektiğini düşündüm. Çünkü gergedan fabrikası her yeni dönemde farklı kılıklarda ricacılar gönderiyor. Bu yeni dönemde kredi kartları ve dikkat tacirlerini, influencerları, etki ajanlarını ve ruh mühendislerini ricacı kıldıklarını; yeni gergedan tipinin yalnızca resmi ideolojinin mağduru değil, ekonomik kıskacın da muhatabı olduğunu; buna direnemeyecek kadar köşeye sıkıştığını; adaya giden yolların artık labirente benzediğini, herkesin kendine dönmek zorunda kaldığını, ruhlarının “kum kitabına” çevrilerek aynı sayfayı tekrar bulamayacak kadar kaybolduğunu düşündüm.

Tüm umudumun, Berenger gibi yılgınlığının ve uyumsuzluğunun bilincinde olan, kusurlarının üzerine titreyen ada halkında olduğunu yineledim.

Ionesco’nun oyununu yalnızca siyasal yorumlara sıkıştırmanın artık eksik bir okuma olacağını; gergedan fabrikasının hem malzemesinin hem işçisinin hem de işletme anlayışının değiştiğini fısıldadım, ilk gergedan sahnede gürültüyle salınırken. Bunun daha başlangıç olduğunu, mikrofon, kamera ve ekran denilen siyah aynanın büyüsü karşısında çoğu insanın savunmasız kaldığını; gergedan fabrikasının bu savunmasızlığı çok iyi hesap ettiğini, ruhun gözeneklerine hâkim olduğunu ilave ettim. İnsanlar tek tek ekrandan içeri girip gergedana dönüştükleri için, kolektif bir gergedanlaşma ameliyesinin parçası olabileceklerini akıllarına bile getirmediklerinden, ikinci gergedanı sahnede gördüğümde bir kez daha savaşın alanı giderek genişliyor, diye mırıldandım.

Dijital kuşatma, gergedan olmayanlar için ada ihtimalini ortadan kaldırıyor; metroda, yolda, evde, kafede gergedanlaşmak isteyenlere sınırsız imkânlar sunuluyor, dedim yine içimden.

Böyle bir çağda kuşatılmış bir yaşam karşısında direnme tekniklerinin ne kadar aciz kalacağını hissettiğim anda, Berenger’in henüz “Ben insanım!” tiradını atmadığını biliyordum. Bunun, itirafla ithamın karışımı bir çaresizliğin ifadesi olduğunu; borçlandırılmış insanın artık normale dönemeyecek kadar içeri girdiğini; borçlarının çeşitlendiğini; kredi borcunun ötesinde sevme borcu, susma borcu, arzu borcu, beğenme borcu, “vibe” borcu, “no filter” borcu, “story” borcu gibi sayısız yükümlülüğünün yanında bedenini çağın biyopolitika polislerinin isterlerine uygun bir formda tutma sorumluluğunu da taşıdığını düşündüm. Bu borçların yalnızca bedensel değil, ruhsal gerilimi de artırdığını çünkü gergedanların akışta narsisist ve özgüvenli görünmesi, kuyruğunu hep dik tutması gerektiğini geçirdim içimden. Berenger’in kabullendiği yılgınlık ve yetersizlik hissini ise bir acizlik işareti olarak gördüklerini düşünerek savaşın alanını hesap etmekte zorlandım. Ruh endüstrisinin beyaz yakalı neferleri pürüzsüz ve şeffaf bir ruhun reklamını yaptıkça bu şiirsel muhayyeleden yoksun girişimin, insanda hikâye ve anlam biriktiren bütün pürüzleri tehdit ettiğini aklımdan geçirirken iç âlemimizi de bu genişleyen savaş alanına dahil ettim.

Göğe bakma borcunu da ekledim bu listeye; bir poz olarak göğe bakma borcu. Tüketim borcunun çok ötesinde pek çok ödeme kalemi olan bu yeni gergedan türünün kibirli yalnızlığı karşısında, henüz gergedanlaşmadığı için azınlıkta kalan Berenger “Ben insanım!” dememişti. Ama çaresizliği ve yalnızlığı giderek artıyordu. Ricacıların her çağrısına kulak vermediği için kusurlu bir müşteriye dönüşmüştü. Kusurlu müşteri ise sistemin gözünde artık ıskartaya çıkarılacaklar listesine yaklaşmış sayılırdı. Ben Gergedanlar’ı izlerken yeni dijital feodallerin dost meclislerinde insan türünün gereksizliği üzerine artık daha sesli düşünülüyordu; bu yeni gergedan türüne “transhuman” diye bir isim bile bulmuşlardı ve ben savaşın alanının ne kadar genişlediğini yeniden hesap ettim.

Üç cephe dedim: beden (soma), ruh (psike) ve akıl (logos). Göğü saymadım, toprağı, ırmakları, gölleri ve yer altını da saymadım.

Sarhoş, melankolik ve kayıtsız Berenger’in savaş cephesi gün geçtikçe genişliyor, diye mırıldandım içimden; “teoriler ve neon lambaların ışıtamayacağı” kadar genişliyor, dedim, her şeyi bilen gergedanların sayısı hızla artarken. Evet, diplomaları onlara her konuda hüküm verme yetkisini tanıyor, diye ilave ettim. Bu, ayrıymış gibi görünen homojen kitlenin farklı düşünenler karşısındaki acımasızlığına cevaben “Ben insanım,” demenin işe yaramayacağını bile bile bu hazin tirada hazırlanıyordu oyunun kahramanı. İnsan olmanın hiçbir şeyin garantisi olmadığını sezdiği hâlde.

Berenger, bu yeni dönemin siyasal baskının ötesinde, ekonomik ve hatta ontolojik bir gergedanlaştırma dönemi olduğunu bilmiyordu. Yine de temsile direnen son çığlığını atmak üzereydi. Bense diğer borçların insan kalma borcunu ödemeyi giderek zorlaştırdığını, gergedanların her şeyi yuttuğunu, Neoliberal anlam enflasyonuna ödemekle yükümlü olunan borçların insan olmayı askıya aldığını, artık çıplak değil, süslü bekleyiciler dönemine girdiğimizi düşündüm savaşın alanı genişlerken. Çıplak değil, giyinik, maskeli ve poz veren bekleyiciler, diye ilave ettim.

Ada ihtimalini bir kaçış olarak gören gergedanlara, adanın etik ve varoluşsal bir direniş zemini olduğunu; özerkleşme ve özneleşmenin Berenger’in asıl borcu sayılması gerektiğini söylemenin boş bir çaba olarak görüleceğini düşündüğümde “Ben insanım!” tiradı kahramanın boğazından ağzına doğru genişleyerek ilerliyordu. Dijital öznelerin artık bu dili çoktan unuttuğunu da ekledim sözlerime.

Dijital platformların diline ve gramerine eksiksiz uyum gösteren bu yeni insan türü karşısında, her tiradın boğulacağını bile bile, asıl borcun bir ada olmak olduğunu; kendi benliğini markalaştıran, sürekli içerik üretirken hayata bir girişimci estetiğiyle bakan dijital gergedanların kuşatması karşısında yine de gerçek borcun Berenger gibi insan kalmak olduğunu mırıldandım. Önemli olan bu homojen kitle karşısında yenilmemek değil, onlara benzememek, dedim içimden.

Bu sırada Berenger’in çevresindeki gergedanların sayısı da bir hayli artmıştı. O ise güçlü ama kontrol edilebilir, narsisist ama kırılgan, edepli ama saldırgan gergedanlara, gergedan adaylarına, seyirciye son borcunu ödemeye hazırlanıyordu. Ama artık hikayesini veriye kendisini dijital özneye dönüştürmeden hayatta kalınamayacağına iman etmişlerin arasında nefes alacak bir boşluk ya da çığlık taşıyacak yankı da kalmamış gibiydi. Yine de haykırdı: “Ama ben insanım!”

 

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın

POPÜLER HABERLER