Prof.Dr.Ahmet Mutlu Yazdı: Moderniteden Gecekonduculuğa Düşüncenin Kentteki Hatları
Türkiye’de geleneksel şehir, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş hedefiyle birlikte değişmeye başlamıştır...
Mustafa Muharrem / Şair-Yazar
Uygarlığımızdan bize kalan tek tereke, mazlumluk imkânıdır. Hatta, tek ikamet alanıdır bu. İnsanı, insanın anlamını imhaya göre tasarlanarak yürürlüğe konmuş modern zamanlar karşısında değeri savunma şansı lehimize dönmüştür böylelikle. Böylelikle çoğullaşmış ifritin yanında durmayan tekilleştirilmiş suçsuzluğun insanı yeniden kurması için yenilgiden yengi devşirme mevsimine girilmiştir. Değer ile ölümüne ittifakı çözdürmemeye çalışan ruh, anlam, gök ve çekirdek doğrulamaktadır konumumuzu. Kalabalıklaşmış yapayların akıntısına kendimizi kaptırmadığımızdan azınlık durumundayız hep. Yaratılış anlamını tepelemeye kalkmanın, yaratılışı bozmanın, yaratılış nedenini saf hafızadan kazımanın değer ve doğal üstünde tepinmesiyle barış yapmamışsak, barışa yanaşmamışsak egemenlikle kaynaşmış olmamamızdan ötürüdür. Arınıklığı saran vandalizme teslimiyettense ölmeyi önceleyen bir tercihle aramızdaki muhabbeti koyultmaya duyduğumuz bir gereklilik var. Bu gereklilik ile tanışıklığımız küsleşmeye varmasın hiç. Ne yeryüzünün iradesini bize devredilmiş yetki sayıyoruz, ne de, tarih mühendisliği hesaplarına bel bağlıyoruz. Kendimizi değerin, doğrunun ve doğalın baremi diye sunmaya niyetimiz yok. Emanet bürosu değiliz kutsalların. Varlık olarak nasıl bir anlamlandırılışı canlılaştırıyorsak, öyle bir içerik kazanmak: Budur izlediğimiz yön. İnsanı savunma hattını terketmemek için cesaretimizi bölüşümden kıskanmamaktır yaşadıklarımız, yazdıklarımız ve yaşayacaklarımız, yazacaklarımız.
Mazlumluk imkânı kirletmeme taahhüdü veriyor bize. Elbette bu ahdin yerine getirilmesi, bizim kirlenmeme ile tutturabileceğimiz uyuma, denkliğe bağlı. Zulmün aktörü, dublörü, suflörü, dekoru ve kostümü olmayı reddettiğimiz için görüntü dışıyız. Zulmün türevlerinden hiçbirine katlanamadığımızdan dolayı herşeye rağmen sonunda aşkın galip çıkacağına inanarak sürdürüyoruz yürüyüşümüzü. Aşk, ruh ile ruh arasındaki hakikat paylaşımı ve hikmet akımıdır çünkü. Aşk, mağlubiyetini galibiyete çevirdiğinde, yenilmiş olan hırs ve yenilmiş olan şehvet yeryüzü hükümranlıklarının çöküşünü tescil edecektir. Çünkü bütün kafesler ten zindanının tarihe, topluma, kültüre ve insana uygulanmış kopyalarından ibarettir. Kendi duvarlarını yıkabilen, yeryüzündeki şeyler düzenini yere çalmış ve ortadan kaldırmış olacaktır. İnsanın insanlaşması, anlamlılaşmaya doğru adım attıkça şeylerin ve şeyleşmenin geri çekilmesiyle ayak basılabilen bir açılımdır. Şeyleşmiş tanrısallıkları ve tanrısallaşmış alanları çiğnedikçe ulaşılabilinir buraya. İnsanlaşma şeylerin iktidarına itaati olumsuzlamakla başlayan bir karşı duruştur. İtaatin hudutları geçildiğinde, başka bir boyun eğiş coğrafyasına ilhak söz konusudur elbet. Ancak buradaki ilişki, asıl ile sûretin bitimsiz diyaloğu ekseninde sürer. Herkes ve herşey, hangi kutupta bulunabilecekse o gizilgücü, o yeteneği ve o yetkisi ölçüsünde dizilir sırasına. Varoluşun anlam ve gerçekliği birbiriyle ateşkese ikna ederek kozmik sulhü yeryüzü bağlamına tecessüm ettirdiği aşkın ülkesidir bu. Ne şeylerin monarşik huylarına yasallık kaskı giydirilmiştir artık, ne insan sınırsız efendidir. Anlam, sadece varoluşsal anlamdır insanı ve hayatı denetleyecek müfettiş.
Ütopya kurarak zihinleri, zihnimizi düşlere kulaç atmaya çağırmak, kışkırtmak için değil bu satırlar. Belki insanlaşmanın önümüze sereceği yaşantı müziği ile mevcut çizgimizi karşılaştırarak safımızın ne olduğuna yönelik bir itiraf. ‘İtiraf’ diyorum özellikle. Çünkü bulanıklığın, bulantının yanında değiliz gibi görünsek de, hissedarı olmaktan elde edebileceğimizi umduğumuz kazanımları silkeleyemiyoruz bir çırpıda. İnsanlaşmanın bir telaffuz olarak bile şeyleşmeyi ürküttüğünün ayrımında oysa herkes. İnsanlaşmayı emniyeti altında tutan yöntemin de nihayet insan için olduğundan habersizmiş gibi davranmak mı kurtaracak bizi? Sahinin ve sahiciliğin seferine koyulmak öncesinde hepimizi çekingen ve çekinik yapan, terkedeceklerimiz ile aramızdaki lehimlerdir. Bu yüzden mazlumluk imkânının sadece etken ucunu kendimize uyarlamakta ısrarlıyız. Ama, edilgen tarafa ait yükümlülüğü muafiyet ruhsatı olarak algılamakta da bir o kadar bencil direşkenlikler koyuyoruz ortaya. Oysa çok zor ve çok romantik bir durak değil inşasına talip olunan insan. Elimizdeki enstrüman anımsatmadır salt üstümüzden elini çekecektir unutulmuşluk böylece. Aşk, unutuşun iptalidir çünkü. Çünkü varlık ile anlamını ‘bir’ ve ‘aynı’ kılan eriyik, aşktır. Bizim arkamıza aldığımız tarihsel model, aşkın zemini olarak dizayn edilmiş yaşantılar menzilidir. İnsanlaşmak, aşkın kendi rolünü icrasına karşı şeyleşmenin kıskanç tavırları örgütlemesiyle ve gündelikleştirmesiyle yüzyüze kaldığımız bir zorunluluk, bir sorumluluktur. Bizim uygarlığımız, insanı insana ve şeylere karşı kolladığı için lekesizdir. Şeyleşmeye onay vermediğinden uygarlığımıza, uygarlığımızın referansı olan aşk öğretisine karşı bir kıyım biçimidir müzeleştirme, arkeolojikleştirme. Bugün sırf bu yüzden zulmün nesneleriyiz. Çünkü egemen erkler ayakta ve hayatta kalışlarını bizim ezilmiş olmamıza borçludur. Egemenlikten dem vurulan her dünya parçasında, yerleşikleşmek öfkesi dindirilemeyen geçer, değeri ya karantinaya kapatmış, ya da, yabanlığa kovalamıştır.
Şeyleşme, iç-doğamızın varlık nedenine ihaneti demektir. İnsanı şeyleşmenin kırıtmalarına aldanmakdan kurtaracak olan, öğretidir, aşk öğretisidir. Aşk öğretisi, evrensel bütünün serüveniyle yaşıtlık halidir. Şeylerin terörü, iç-doğayı sindirmeye alımlı, süslü mazeretler üretmek ve bunları benimsetmekle başlar. İnsanlaşmaya odaklanmanın her saniyesi, şeylerin rahatını kaçırır. İnsan kalmak noktasındaki kavî eda, şeylerin erkinden yükselecek çatırtıların şiddetini artırır. Mazlumluk imkânı ile mazoşizmi, ajitasyonu ayırabilmeliyiz. Çünkü mazlumluk imkânı, evrensele, evrenin kendisine, tarihe ve anlama, bizim anlamımıza eşlik gayretimizdir. Sorgulamalıyız, anlamla oynamaktan daha öte bir zulüm metodu var mı? Biçim yaygın tahakkümünün ömrünü niçin olabildiğince uzatmak istiyor? İç neden dışın kölesi olmaya özendiriliyor, yönlendiriliyor ve zorlanıyor. Sorgulamalıyız, insan neden insan olarak bırakılmıyor ve şeyleşme-şeyleştirme işleminde kim hangi güç başat, kimin, ne çıkarı bekleniyor? Aşkı hazmedememek, hakikati hazmedememekle, varoluşun semantiğini hazmedememekle soydaş değil midir? Anlamımızı bulabilmek için karıştırmamız gereken lügat, varoluşun kendisi değil midir?
Türkiye’de geleneksel şehir, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş hedefiyle birlikte değişmeye başlamıştır...
Daha adil ve barışçıl bir dünya inşasının önündeki en büyük engel, toplumların yönetme ve ele geçirme dürtüsüdür...
Günümüzdeki gelişmeleri sağlıklı çözümleyebilmenin yolu geçmişi eksiksiz ve doğru bilmekten geçmektedir. Bu nedenle karikatür sanatının nasıl doğduğunu...
Görsel açıdan bugünle karşılaştırılamayacak kadar yoksul geçen çocukluğumuzda “çiçek dürbünü” dediğimiz oyuncaklar vardı. Büyükler kaleydoskop derlerdi. Bunlara bir gözünüzü kapatıp baktığınızda allı-morlu-yeşilli biçimler görürdünüz.
Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)