Türkistan’dan sonra ikinci ana merkez, Konya ve çevresidir. Özellikle XIII. yüzyılda bu mekân dünyanın en cazip şehirlerinden biri olmuştur. Sözkonusu asırda Konya tasavvuf kültürü ve felsefesinin iki büyük ismini ağırlamıştır: İbn Arabî ve Mevlana. Birinci isim Endülüs–İspanya’dan ikinci isim Afganistan-Belh şehrinden gelmiştir. Bu iki şahsiyetin kaleme aldığı iki eser ise sözkonusu geniş coğrafyada son 800 yılın belirleyici kaynağı; iki dünya klasiği olmuştur: Fusûs ve Mesnevî
Endülüs’te doğan, ömrünün bir kısmını Konya’da geçiren, bu şehirde Sadreddin Konevî’yi (öl. 1274) yetiştiren ve Şam’da 1240 tarihinde vefat eden Muhyiddin İbn Arabî’nin tesirleri de Buhara ve Bosna’yı bir araya getirecek, Kahire ile Kazan’ı buluşturacaktır..
Günümüz dünyasında da aktüalitesini koruyan Fususu’l-hikem adlı eserini Arapça, Farsça ve Türkçe olarak tercüme veya şerheden Türkistan’lı, Anadolu’lu ve Balkanlı bir çok alim ve arif vardır.
Konevî’den feyz alan Türkistan’lı Müeyyidüddin Cendî (öl.1300), Fergana’lı Sadeddin (öl.1292), Hemedan’lı Fahreddin (öl. 1289), ilk Fusûs şarihleridir. Bu faaliyet Doğu dünyasında Kemalüddin Kaşanî (öl. 1329), Saiduddin İsfahanî (öl. 1334), Pir Ali-i Hindî (öl. 1431) ve Molla Cami (öl. 1492) ile devam etmiştir. Osmanlı topraklarında Davud-i Kayserî (öl. 1350) ile başlayan Fusûs üzerine Arapça çalışmalar, Bayezid-i Rumî (öl. 900), İdris-i Bitlisî (öl. 1515), İsmail-i Ankaravî (öl. 1632), Arapkirli Karabaş Veli (öl. 1685) ile devam ederken Malkara’lı şair Nev’î (öl.1598) ile ilk defa Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Balkanlarda Hacı Bayram-ı Velî’den feyz alan Gelibolu’lu Yazıcızade kardeşlerden sonra Sofya’lı Bali (öl.1552) tarafından Arapça olarak şerhedilen Fususu’l-hikem Melamî-Ekberî bir çizgi izleyen Bosna’lı Abdullah’ın (öl. Konya 1644) Türkçe ve Arapça şerhi ile zirveye ulaşacaktır. XX. yüzyılda yapılan son şerh ise İstanbul’lu Ahmed Avni Konuk’a aittir.(öl.1938) Son yıllarda Hamza Kılıç, Mahmut Erol Kılıç, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal da bu işe omuz verenlerdendir.
Buhara’da Bahauddin Nakşbend’in yanında yetişen Muhammed Parsa’nın (öl. 1419) “Fusûs candır, Fütûhât kalb” cümlesini, Rusûhuddin Ankaravî Nakşu’l-fusûs’u ile Anadolu’da, Abdullah Bosnevî Tecelliyât’ı ile Balkanlar’da tekrar edecektir. Fusûs mütercim veya şarihi olmadığı halde düşünceleriyle aynı alana ışık tutan insanlar da vardır. Mesela, Hersek’li Arif Hikmet’in bu dünya ile olan ilişkisini dostu Mehmet Akif Ersoy şöyle açıklıyor:
Gâh ihya ederek Hazret-i Muhyiddin’i
Hep Fütuhat gelirdi o zaman telkini
Bursa-İznik’te kurulan Osmanlı medresesinin müderrisi olan Davud-ı Kayserî tarafından Matlau hususi’l-kilem adıyla yapılan Fusus şerhinin daha farklı bir fonksiyon üstlendiği de söylenmelidir: Bu eser bugün İran’ın Kum şehrindeki Şiî medreseler başta olmak üzere o ülkedeki geleneksel eğitimin temel kitaplarından biridir. Bu anlamda Mesnevî gibi şiî-sünnî dünyanın ortak kitaplarından biri olarak değerlendirilebilir. Şiî dünyasını güçlü fikir ve yorumlarıyla etkileyen Sünnî şahsiyetlerden biri de Gazzalî’dir. İhyâu’l ulûm isimli meşhur eserini Şiî alim ve sufî Feyz-i Kâşânî (öl.1679) bazı değişikliklerle el Mahaccetü’l-beyza fi tehzibi’l-ihya adıyla yeniden kaleme almıştır.(Tahran, 1960)
Bugünden düne doğru bakıldığında şu cümle rahatlıkla söylenebilir: XIII. yüzyılda Anadolu topraklarında pek çok dünya klasiği kaleme alınmıştır. Bu eserlerin birçoğu çeşitli dünya dillerine çevrilmiş ve çevrilmektedir. Sözkonusu klasiklerin üç dili vardır: Arapça, Farsça, Türkçe. Biraz önce temas edilen Fusus Arapça’dır, Mesnevî Farsça’dır ve Yunus’un Divan’ı Türkçe’dir. Bu üç eser ve kardeşleri yaklaşık sekiz yüz seneden beri sadece Türk dünyasını değil, bütün insanlık alemini aydınlatmaktadırlar. Evet! “bizim aydınlanma asrımız XIII. yüzyıldır” diyenler bu mahallî gerçeğe işaret etmek istiyorlarsa haklıdırlar.
Fusûs şarihleri gibi Mesnevî şarihleri de değişik ırk ve coğrafyalara mensuptur. Ancak Fusus küçük bir kitap olduğu için şerhleri genellikle tamdır. Mesnevî yaklaşık 25000 beyt olduğu için bazı şerhleri tam değildir. Mesela, İsmail Hakkı Bursevî’nin Mesnevî şerhi sadece ilk 738 beytin şerhidir.
Doğu tefekkür ve felsefesinin zirve eserlerinden biri olan Mesnevî, Attar, Sadî geleneğini yaşatan ve geliştiren bir özelliğe sahiptir. O insanlara düşünmeyi, düşünerek kendini tanımayı, hikmeti kavrayabilmenin yollarını öğretmeyi hedeflemiştir. Neticede kendini tanıyan Rabbini tanıyacaktır. İşte sadece bir dörtlükte geniş bir tefekkür alanı:
Ben gören ve görmeyenim, uykudaki göz gibi
Zahir ve batınım, varım ve yokum gülsuyundaki koku gibi
Duruyor ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi
Söyleyen ve susanım, kitaptaki yazı gibi
Mesnevî’yi Gelibolu’lu Mustafa Surûrî (öl. 1562) Farsça, Prizren’li Şem’î (öl. 1591) Türkçe şerhetmiştir. Ankara’lı İsmail Rusuhî Dede’nin (öl. 1631) Fatihu’l-ebyât’ı da yaygındır. Murad Buharî (öl. 1848) ve Selanik’li Kenan Rifaî de (öl. 1950) bu alana hizmet eden dervişlerdendir. Preveze doğumlu Abidin Paşa (öl. 1906) Mesnevî’nin I. Cildini altı cild halinde şerhetmiş ve yayınlamıştır. XX. yüzyıl şarihleri ise Tahiru’l-Mevlevî, Abdülbaki Gölpınarlı , Şefik Can ve Hüseyin Top’tur.
Türkistan’lı Molla Cami, Mevlana için Mesnivî’yi kasdederek “Peygamber değildir ama Kitab’ı vardır” derken Bosna’lı Fâzıl Paşa şöyle diyor:
Hazret-i Molla gibi varken ulu Sultanımız
Fâzıla, şâhân-ı gayre ihtiram etmek de güç.
Yorumlar (0)