Ülkede Kahvehane Sorunu
Bugün ülkemizdeki bir gerçeklikten bahsedeceğim: Kahvehaneler ya da diğer ismi ile kıraathaneler...
Bazı kavramlar hem birey hem de toplum hafızasında güçlü bir şekilde yer alır ve düşüncelerimizi yönlendirir. Bireysel ve toplumsal hafızada yer eden kavramlar yalnızca bilgiyle değil, duygular, deneyimler, semboller ve tekrarlanan anlatılarla şekillenirken bu süreç siyasal, toplumsal ve kültürel yapıyı derinden etkiler, bazen kaos bazen de siyasal-toplumsal değişimleri tetikleyen dinamikler olarak işlev görür. Zira algı yönetiminde kullanılan stratejilerde seçilen kelimenin manipülatif potansiyeli hafızayı, düşünceyi ve eylemi yönlendiriyor ve zamanla o kelimeye yüklenilen anlamı doğal-doğru kabul etmemizi sağlıyor. Anlatının ve tekrarın algı gücü, psikolojiyi, düşünceyi kuşatarak kelimeler üzerinden yeni kabuller ortaya çıkarken, bazı kelimeler ise konunun bütününü veya arkaplanını görmeyi perdeler. Örneğin “keşif” kelimesi yeni coğrafyalar, madenler, zenginliklere ulaşmayı ifade ederken aslında “sömürü” gerçeğini perdelemektedir. “Demokrasi-İnsan Hakları” kelimeleri de evrensel olumlu bir gerçeklik olarak hafızada yer aldığından dolayı batının bu kelimeleri ön plana çıkarıp, “işgal” politikalarını normalleştirmektedir. Bu taktiği en etkili kullanan ise Siyonist Yahudilerdir. Nazi politikalarını ve Avrupa’da ortaya çıkan antisemitizmi kullanarak Filistin işgal edilmiş ve bugün bu işgal politikaları Gazze üzerinden insanlık dışı bir katliamla sürdürülüyor ve bu işgal Yahudi teolojisine (dini öğretilere) dayandırılıyor olmasına karşılık Yahudi inancı tehdit veya terörle ilişkilendirilmiyor ve hatta bu soykırıma eleştiri ve tepkiler antisemitizm olarak suçlanarak toplumun tepkisi baskılanıyor.
Kelimelerin ardındaki manipülatif düşünceyi, ideolojiyi ve amaçlanan hedefi sorgulamak, dilin gücünün farkında olmak, algı yönetimine karşı durabilmek ve özgür düşünce için hayati önem taşır. Ancak bu o kadar da kolay bir şey değil; özellikle siyasal söylemlerde sık sık tekrarlanan ve içeriği üzerinden manipülatif senaryo üretilen kelimeler toplum hafızasında etkili oluyor. Gerçekleşmiş bazı olaylar, seçilen kelime ve anlamıyla bütünleştirildiğinde kelimenin gücü toplumsal motivasyona dönüşerek “zehirli sarmaşık” gibi toplum hafızasını sarıyor ve bu düşünceden kurtulmak zorlaşıyor. Bu durum bilinçli bir strateji olarak karşımıza çıkar. İdeolojik manipülasyon, propaganda, psikolojik savaş, kültürel hegemonya, küresel işgal ve politikalara haklılık niteliği kazandırmak, siyasal seçimlerde seçmenin eğilimlerini değiştirmek gibi zamanlarda/olaylarda kelimeler/kavramlar üzerinden ciddi bir algı yönetimi uygulanır.
Küresel güç ve ekonomik rekabetin bu kadar ön planda olduğu bu dönemde siyasal yapıları/iktidarları değiştirmek, toplumların bakış açısını, düşüncesini ve en önemlisi eğilimlerini yönetmek için kelimelerin anlamları bilinçli olarak çarpıtılır veya değiştirilir. Soğuk Savaş döneminde “komünist tehdit” kavramının Batı toplumlarında sürekli vurgulanması, özellikle Türkiye gibi Müslüman toplumun üzerinde ciddi bir korku oluşturmuş, insanların sosyalizmi bir düşman olarak görmesine yol açmıştır. Batı bu psikolojiyi Müslüman toplumlar üzerinde kendi siyasal, askeri ve ekonomik hegemonyasına ve hatta direkt müdahalesine uygun bir zemini inşa etmek için kullanmıştır.
“Siyasal İslam” kavramı da bugün korku, nefret, terör ile ilişkilendirilen, Batının evrensel ilkelerine aykırılık iddiasıyla “tehdit” olarak gösterilen, bilinçli stratejik bir algı yönetiminin aracı haline gelmiştir. Avrupa’da “Hristiyanlığın siyasallaşması” ile “İslam’ın siyasallaşması”na farklı tepkiler verilmesi bu kavramın ne kadar ideolojik bir amaçla kullanıldığını gösterir. Avrupa’da camilere, Kuran’a ve Müslüman halkın ikametgahlarına yapılan islamofobik saldırılar sonunda Hristiyanlığın siyasallaşması kavramının siyasal bir söylem olarak ön plana çıkarılmaması Batının Oryantalist bir düşünceyle/bakış açısıyla İslam’ı geri kalmış, otoriter ve şiddete meyilli bir din olarak yaftalamasına bağlıdır. Bu çifte standardın ve İslam’a yönelik olumsuz imajın arkasında öncelikle dini olmak üzere tarihsel, siyasi, kültürel ve küresel güç mücadelesi gibi bir dizi faktör vardır.
Siyasal İslam kavramı, Jeopolitik çıkarlar ve küresel rekabet mücadelesinde medya manipülasyonu ile güvenlik tehdidi algısıyla dini-kültürel kaynaklıktan koparılıp terörle ilişkilendirilerek nefret diline dönüştürülüyor. Buna karşılık Batı medyası, Hristiyan politikacıların dini söylemlerini ve siyasal referanslarını “geleneksel değerler”, “tarihi-kültürel kaynaklık” olarak sunarken,Müslüman politikacıların dini söylemleri “gericilik” veya “siyasal İslam” olarak yansıtılıyor.Müslüman toplumların İslami değerleri önceleyen siyasi yaklaşımlarının Batı tarafından olumsuzlanmasının ardında tarihsel, ideolojik ve jeopolitik nedenler yatmaktadır. Bu durum, basit bir “din-devlet ilişkisi” meselesi olmaktan ziyade, Batı’nın küresel hegemonyasıyla doğrudan bağlantılıdır. Siyasal İslam kavramının tehdit içerikli bir anlamla ifade edilmesi batının kendi kültürel kodlarını toplum nezdinde koruyucu bir halka içerisine almasına olanak sağlıyor. İslamofobi bunun sonucudur. Diğer tarafta sömürgeci-işgalci politikalara iç siyasette destek sağlamaktadır.
Peki Siyasal İslam nedir? Sadece Batı siyasal ve toplumsal düşüncesinde değil; ülkemizde de siyasal analizlerde, tartışmalarda çok sık kullanılan bu kavram gerçekten epistemolojik olarak doğru anlaşılıyor mu? Bu kavramsallaştırmanın siyasal ve toplumsal düşüncede ortaya çıkardığı algı ve yönelim nasıl?
İslam’da devlet ve siyaset anlayışı, insanın fıtratına, toplumsal ihtiyaç ve ilişkilerine uygun bir şekilde adalet, ahlak ve hakikat temelleri üzerine kuruludur. İslam yönetim düşüncesinde, yönetim/iktidar sadece bir güç ve otorite meselesi değil, aynı zamanda bu ilkelerin hâkim olması açısından sorumluluk ve hizmet aracıdır. İslam’ın siyaset ve yönetim vizyonu, insan onurunu korumaya, sosyal adaleti, huzuru ve güvenliği tesis etmeyi ve ahlaki erdemleri hâkim kılmayı amaçlar. İslam’ın siyaset/yönetim vizyonu, hayatın koşullarıyla uyumlu olup, statik bir dogma değil, adalet, ahlak, ilim ve hakikat ilkeleri ile tarihsel koşullar arasında dengeli bir uyum içindedir.
İslam medeniyeti, tarih boyunca adalet, ahlak, ilim ve hakikat ilkeleri üzerine kurulu bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Bu model, sadece siyasi bir düzen değil, aynı zamanda insanın manevi, entelektüel ve sosyal gelişimini bütüncül bir şekilde ele alan bir sistemdir.
Siyasal İslam kavramı 19.yy’ın sonları ile 20. Yy başlarında İslam’ın bir din olarak siyasal ve kültürel misyonuna, rolüne işaret eden bir anlam bütünlüğünde kullanılmaya başlanmıştır. Kullanılmaya başlandığı ilk dönemden bugüne aslında bu kavramsallaştırmanın kökeni, amacı ve hedefi konusunda ortak bir anlam bütünlüğü sağlanamamıştır. İslam toplumunda siyasi ve kültürel alanda mevcut literatürde bu kavramın batı kaynaklı olduğu ifade edilir. Bu atıfla aslında hem sömürgecilik karşıtlığı hem de Batı’nın siyasi ve kültürel hegemonyasına direniş temelindeİslam’ın devlet yönetiminde temel argümanların ve bir bütün olarak siyasal ve kültürel bir paradigma olarak belirlenmesini önceleyen bir anlayış olarak kabul edilmektedir. Batı sanayileşme hamlesini sürdürülebilir hale getirmek, hammadde ve değerli madenlere sahip olmak ve ürettiği mallar için yeni pazarlar elde etmek için başlattığı işgal ve sömürgecilik politikalarını modernleşme hareketiyle yürütmüştür. Siyasal İslam kavramı, büyük ölçüde Avrupa merkezci modernleşme ve seküler siyaset anlayışına dair İslam’ı ve Müslüman toplumu batılılaşma yönünde bir “dizayn projesi” olarak ortaya atılmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti ile yüzyıllar boyunca siyasi ve kültürel ilişki içinde bulunan Batı, İslam’ın Osmanlıda siyasal örgütlenmede ve toplumun kültürel yaşamında varlığını ve etkisini bilmiyor değildir. Batı her ne kadar İslam Dini hakkında kaynaklara dayalı doğru bir bilgi edinme konusunda yanılgı içinde olsa da ilk Haçlı Seferlerinden itibaren ve daha sonra Oryantalist bilgi kaynaklı olarak İslam’ın devlet örgütlenmesinde etkin rol üstlendiğini ve hatta diğer devletlerle olan münasebetlerde ve yazışmalarda bu durum Batı tarafından bilinmektedir.
İslamcılık, çok geniş topraklara sahip olan Osmanlı yönetimi tarafından özellikle etnik farklılığı aynı bilinç ve ortak değerler çatısında birleştirmeye yönelik ve devletin otoritesi ve toplumun aidiyetini sürdürmek için bir meşruiyet aracı olarak kabul edilmiştir. Batı açısından Siyasal İslam kavramının gücü tam da bu noktada ortaya çıkıyor. İslamcılık Batı işgal ve sömürgeciliğine karşı ve modernleşme hareketiyle Müslüman toplumlarda hayatın her alanında batılılaşmayı ön gören hatta zorunlu kılan politikalara karşı, İslami düşünce ve kimlik üzerinden modernizmin maddeci-seküler inanç ve dünya görüşüne karşı çıkıyor, direniş hareketlerini bu motivasyonla örgütlüyor ve iç ve dış politikada devlete aidiyeti ve otoriteye meşruiyeti sağlıyordu. Rasyonalist-Seküler bir dünya ve evren anlayışına sahip Batı, teolojik öğreti olarak Hristiyanlığın vahye dayalı hayatı kapsayıcı içerikten yoksun oluşunu diğer tüm inanç ve dinler için de bu içerikte düşünme yanılgısına düşmüştür. Hristiyanlığın teolojik öğretisi anlatılardan oluşan, toplumsal hayatın düzenlenmesine yönelik ahkam ve prensipler içermeyen, iman konusunda çelişki içeren paradoksal tezatların olduğu bir teolojik anlatılar bütünüdür. İslam’ın varlığın anlamı, insan-kainat ilişkisi, toplumsal ve yönetimsel prensipler ve düzenlemeleri kapsaması, batı düşüncesine göre “ilkellik”, “gericilik”, ve “modern yaşama aykırı” olarak görülmüş ve İslam’ın reform hareketiyle moderniteye uygun hale getirilmesi yönünde politikalar izlenmiştir. Buna göre Doğu toplumları ancak Batının modernist ideolojiyi benimsedikleri takdirde muasır medeniyet seviyesine ulaşabilecektir. Modernlik ve ilerleme anlayışında İslam’ın ilerlemeye engel olduğu yönündeki iftira ön plana çıkarılmıştır. Aslında Batı aydınlanma dönemi öncesinde İslam medeniyetinde üretilmiş olan tıp, astronomi, fizik, matematik, kimya, geometri, coğrafya gibi ilmi birikimlerden istifade etmiştir. Buna rağmen İslam’ın terakkiye engel olduğu iddiası sömürgeci politikalarına meşruiyet kazandırmak için bilinçli bir şekilde yaygınlaştırılmıştır. Çünkü İslamMüslüman toplumlarda hayatın planlanmasında önemli bir misyona sahiptir. Batı modernizmine karşı maneviyat ve ahlak değerlerinin ön plana çıkarılması batılılaşmanın Müslüman toplumlarda ortaya çıkaracağı yozlaşmaya karşı bir önlem olarak kabul edilmiştir. Batının ilerleme nosyonu, teknoloji, üretim ve tüketim ilişkisiyle ilintilidir. Bunların her birinin kişinin düşünce ve günlük yaşamında ortaya çıkardığı bir değişim vardır. İslami düşünce ise, ilerlemeci ideolojinin kapitalist içeriğine karşı çıkmaktadır. Buna göre kalkınma ve ilerleme sadece ekonomik ölçütlerle izah edilemez. Üretim-tüketim ilişkisinde insanın varlık anlamı ve maneviyatı göz ardı edilmektedir. Ahlaki değerlerin ve geleneksel kültürel kodların muhafaza edilmesi hem devletin hem de toplumun temelleri ve yapısıyla ilgili parametrelerdir.
Batılılaşma, modernlik, ilerleme gibi olgularla İslam analiz edilirken yapılan yanlış, İslam’ın Hristiyanlık ile karşılaştırılmasıdır. İslam ilk vahyedildiği dönemden bugüne kadar Tevhid akaidiyle hayatın bütün alanlarına hitap eden, adalet, erdem ve ahlak ilkeleriyle bir model üreten sadece vicdani, zihni bir duygudan ibaret olmayan bir sistem inşa etmektedir. Bundan dolayı İslam’ın siyasal yönetim sisteminde var olup olmaması yönündeki tartışmalar dayanaksız ve batı modernizmin ortaya attığı bir tartışmadır.
Batı’da ise din, özellikle Katolik Kilisesi’nin hegemonyası altındaydı. Skolastik felsefe akıl ve inancı uzlaştırmaya çalışsa da Kilise, siyasi ve toplumsal yaşamın merkezindeydi; teoloji mutlak otoriteydi. Rasyonalizm ve materyalizmin insan-tabiat-kâinat düşüncesi tarihi ve kültürel evrimi boyunca önemli dönüşümler geçirerek seküler bir teolojik anlayışı batıda hâkim kılmıştır. Hümanizm, insanı ve dünyevi değerleri öne çıkararak, kilisenin mutlak otoritesini sarsmıştır. Kilisenin otoritesinin ve Hristiyanlığın teolojik öğretilerinin sorgulanmasıyla laiklik kilise dışı bir düşünceden ortaya çıkmıştır. “Laiklik, Batı’nın özsel bir erdemi ya da akıl ve mantığın evrensel kuralları gereği değil, belli tarihi koşulların sonucu ortaya çıkmış bir toplumsal olaydır. Öncelikle Batı’dakihâkim din (Hristiyanlık) Batının kendi içinde doğmuş bir din değil, dışarıdan ithal ettiği bir dindir. Batı, dünya egemenliğini kurunca artık bu dinle ilişkisini gevşetmiş ve laikliği doğurmuştur. Ancak kendi içinde laikliği geliştiren Batı, sömürgelerinde yerli halkları Hristiyanlaştırma çabalarında hiç geri kalmamıştır.”1Bundan dolayı Batı, diğer dinlerin yönetim sistemlerinde ve toplumların günlük yaşamlarında aktif rol üstlenmiş olmasını modernliğe aykırı, ilerlemeye engel olarak göstermeyi bilinçli bir algı olarak yönetmiştir. Batının sanayileşme süreci her ne kadar gelişmenin ve değişimin ana faktörü olarak kabul edilse de aslında Batı’nın zenginliğinin ve kalkınmasının ardında sömürgecilik ve işgal politikaları etkindir. Çünkü batı ürettiği malları satabildiği ve hammaddelere ulaşabildiği ölçüde, bu sayede endüstriyel gelişimini sürdürmüştür. İşgal ettiği, sömürgeleştirdiği toplumlar Batının pazarı olduğu için de ekonomik kazancı artmıştır. İslam, Batı’nın işgalci ve kendi zenginliklerini sömürücü politikalarına karşı kültürel direnç ve toplumsal bilince kaynaklık ettiği için engel olarak görülmüştür.
Batıda laiklik, kilise ile yönetim arasında ortaya çıkan çatışma ve yetki konusunda yaşanılan iktidarın meşruiyeti konusundaki kavgadan dolayı ortaya çıkmıştır. Bu kavga kilisenin yönetime dikta ettiği ilke ve prensiplerden dolayı değil, otorite/iktidarın kime ait olduğu konusunda odaklanmıştır. Çünkü Hristiyanlık öğretisinde ve mevcut incillerde devletin yönetim sistemine kaynaklık teşkil edecek, normlar ve toplumsal düzeni organize edecek evrensel değerler zaten mevcut değildir. İncillerin metin güvenilirliği ve ilahi/aşkın niteliği tarih boyunca tartışılan konudur. Bundan dolayı Batıda ortaya çıkan kilise ile iktidar arasındaki çatışma sadece otoritenin meşruiyeti/kaynağı ve yetki paylaşımından kaynaklıdır. Batıda dine biçilen misyon, sembolik, soyut ve simgesel ögelerden oluşur.
İslam’ın hayatın her alanını adalet, ahlak ve erdem anlayışıyla inşa etme misyonu karşısında batı, sekülarizm ve laiklik gibi kendi tarihi, siyasi ve kültürel seyrine ait kavramları özellikle Müslüman toplumlara modernlik ve ilerleme anlayışıyla dikta etmektedir. “Siyasal İslam” ve “İslami terör” kavramları her ne kadar özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Batı tarafından çok sık kullanılır olsa da aslında yukarıda da belirttiğimiz gibi Batı, İslam’ınyönetim sistemlerinde ve toplumsal bilinç ve örgütlenmesinde etkin rol ve misyon yüklenmiş olmasından kaynaklı bir algı kavramsallaştırmasıdır. Modernite Müslüman toplumlarda gelenek ile mücadeleyi ve yeni batılı bir paradigmayı hâkim kılmaya yönelik devrimci bir anlayıştır; Ontolojik olarak çatışmacı bir projedir. “Modernitenin çizgisel tarih anlayışıyla daha iyiye eskisi yıkılarak ulaşılabileceği düşüncesi bu anlayışın altında yatan temel nedendir. Buna somut bir örnek vermek gerekirse, liberal demokrasileri yıkmak isteyen nasyonal sosyalist Hitler Almanya’sı bir modernite ürünüdür. Politik şiddeti kullanarak eskiyi yıkıp yeni bir paradigma yoluyla yeni bir dünya yaratmaya çalışmıştır. Keza Sovyetler Birliği modernliğin ürünüdür ve liberal demokrasileri yıkıp dünyayı sosyalistleştirmeye çalışmıştır.”2
Küreselleşme modernite ile aynı vizyona sahip batı hegemonyasını hâkim kılmaya yönelik bir olgudur. Küreselleşme sadece teknolojinin ve ticari emtianın dolaşımından, yaygınlaşmasından ibaret değildir, siyasi, askeri ve kültürel alanlarda da batının hakimiyetini amaçlar. Siyasal islam veya İslami terör kavramları bu ideolojik sisteme karşı itirazın ve tepkinin söylemidir. Bu tepki ve direnç, Batı’nın özellikle Soğuk Savaş sonrasında oluşturduğu askeri güvenlik paradigmasının eseridir. Dünyayı ideolojik ve dini kategorilere ayıran ve buna göre uluslararası güvenlik politikalarını yürüten Batı, Müslüman toplumlarda ortaya çıkan sömürge ve işgal politikalara ve batının egemen kıldığı yerel iktidarlara karşı örgütleri, partileri terörle ilişkilendirerek, saldırgan bir güvenlik politikasını yaygınlaştırmıştır. Siyasal İslam kavramı, özellikle Batı yanlısı yerel iktidarlara karşı İslam’ın değerleri ve medeniyet kodlarını kaynak olarak alan siyasal yapılara karşı kullanılmış ve bunların hukuki yapılarını gayri meşru göstermek için bu parti ve örgütler siyasal İslam kavramıyla terörle ilişkilendirilerek meşruiyetleri sorgulanır olmuştur. Refah Partisi’nin Anayasa mahkemesi tarafından kapatılması, iktidarı zamanında laiklik karşıtlığı ve siyasal İslam üzerinden suçlanması ayrıca Mısır’da seçimle iktidara gelen, Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’nin siyasal zaferini siyasal İslam ve radikalizm ile suçlayan Batı’nın desteklediği askeri darbe ile yönetime son verilmesi ve hatta ardından Mursi’nin kamuoyu vicdanını yaralayan ve adeta halkı cezalandırmaya yönelik bir tutuklama süreci, Batının liberal demokrasi anlayışının kolonyal bir amaç güttüğünü göstermektedir. Modernizm ve sekülarizm ile istediği sonuca ulaşamayan Batı, siyasal ve askeri darbelerle batı yanlısı partileri iktidara taşıyarak devlet-toplum çatışmasını bilinçli olarak yürütmüştür. Siyasal İslam ve radikaliz ile suçlanan siyasi partiler, sivil örgütlenmeler ve entelektüel düzeyde ortaya çıkan eleştiri ve tepkilerin tetikleyici sebepleri Batının güvenlik konsepti söylemiyle emperyal politikalarıdır.
Müslüman toplumlarda ortaya çıkan bu tepkiyi, örgütlenmeyi “İslami radikalizm” ve “siyasal İslam” söylemiyle terörle ilişkilendiren Batı, “ SSCB’nin Aralık 1979’da Afganistan’ı işgal etmesi üzerine ABD, ‘Yeşil Kuşak Projesi’ adı altında SSCB ve onun temsil ettiği sosyalist ideolojiyi bölgeye yayan sistematik bir politika izlemiştir. Aslında bu proje modernleşme projesine uygun bir siyasetti. Çünkü Batı mutlak doğru olarak gördüğü liberal demokrasiye ve serbest piyasa ekonomisine engel teşkil edecek düşmanını yok edcek ve Batılı değerlere tehdit teşkil etmeyecek -etmeyen- İslamcılığı destekliyordu. Bu politika doğrultusunda ABD bir taraftan Afganistan’daki mücahitlere önemli miktarda silah yardımında bulunurken bir yandan da Afganistan’da İslami bir rejim kurulması için okullarda kullanılmak üzere 6.5 milyon dolarlık 10 milyon kitap bastırılmıştı.”3 Afganistan’daSSCB işgaline karşı verilen ve zaferle sonuçlanan mücadele, İslami düşüncenin ve Müslüman toplumun işgal ve sömürgeciliğe karşı motivasyonunu artırmıştır. Daha sonra gerek Afganistan’da gerekse başka Müslüman coğrafyada Müslüman toplumun İslami siyasal parti ve sivil örgütlenmeleri ABD ve Batı tarafından modernlik ve Batı karşıtlığı olarak görülmüştür. Dini bir söylem olarak “cihat” kavramını dinin terör söylemi olarak lanse edilmesi de siyasal ve toplumsal örgütlenmeyi uluslararası alanda terör kapsamına almak için bilinçli bir politik stratejidir. Hata bununla ilgili Fransa’da bazı üniversitelerde akademik kadrolar, Kur’an’da var olan “cihat ayetleri”ninİslami terörizme (!) kaynaklık ettiğini iddia ederek bu ayetlerin Kur’an’dan çıkarılması yönünde deklarasyon yayınlamışlardı.
Avrupa Birliği aslında Avrupa Merkezci bir medeniyet ve Hristiyan teolojisini üzerine kurulu siyasal bir proje olarak doğmuştur. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde ‘Avrupa Birliği’nin bir Hristiyan kulübü” olduğu bundan dolayı Müslüman bir toplumun AB üyeliğinin mümkün olmayacağının açıkça ifade edilmesi Batı’nın dünyayı teolojik ve ideolojik olarak kategorilere ayırdığını gösteriyor. Mevcut dünya düzeninde huzur, barış, özgürlük, insan hakları, çok kültürlülük gibi evrensel ilke ve değerlerin, uluslararası kuruluşların işlevini yitirmesi, itibar ve güven kaybına uğraması Batı merkezci bir dünya sistemine karşı İslami referans merkezli bir sistem arayışını güçlendirmiş, yeni bölgesel iş birliği ve blokların kurulmasına olanak sağlamıştır.
“Aslında bugün yeni dünya düzeni adı verilen proje, devletlerden daha güçlü bir konumda olan uluslararası sermayenin yeni bir kolonyal mantıkla dünya kaynaklarını yeniden paylaşmak istemesidir. Diğer bir deyişle Amerika’nın başını çektiği Batı ittifakı, başta Ortadoğu ve Orta Asya olmak üzere dünyada enerji kaynakları açısından zengin olan bölgeleri sömürmeye ve bunu yaparken de uluslararası terörizmi bir gerekçe olarak kullanmaya başlamıştır.
(Hedef) Avrupa’da yükselişe geçen ve her geçen gün daha fazla yayılan İslam’ın önünün kesilmek istenmesidir. Batı dünyası bu hedefe ulaşmak için öncelikle bir düşman arayışına girmiştir. Yüzyıllardır rekabet halinde olduğu İslam’ı ve İslam adını taşıyan terör örgütlerini “küresel terörizm” adı altında düşman ilan eden Batı, önce uluslararası kamuoyunda İslami terör algısını oluşturmaya sonra da terör tehdidini gerekçe göstererek küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda işgal ve sömürü politikalarına devam etmeye çalışmıştır.”4
Türkiye’de tehdit algısı üzerinden siyasal ve toplumsal dizayn politikaları iki farklı algıyla yürütülmüştür. Küresel strateji ve küresel jeo-politik mücadelede Sovyetler Birliği’ni siyasal ve askeri kuşatma içinde tutabilmek için Komünizm tehdidi uzun yıllarca Batı hegemonyasının tutunduğu suni bir tehdit/korku olarak topluma sunulmuştur. Aslında işin daha trajik yönü de Komünizm tehdidi Türkiye’de İslam’a karşı ve toplumun inanç ve kültür değerlerine karşı bir düşman olarak sunulmuş olmasıdır. Yani tehdit ülkenin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü üzerinden değil dini ve kültürel değerler üzerinden inşa edilmiştir. Diğer bir algı ise özellikle 1990’lı yıllarda Batı hegemonyasına ve modernizmin dini ve kültürel yozlaşmaya sebep olmasından dolayı İslami değerler referanslı siyasal partilerin toplum nezdinde itibar görmesi, bu partilerin iktidar olmasına karşı bu sefer “siyasal İslam” söylemiyle Türkiye’nin uluslararası alanda Batıdan yüz çevirmesi, “odak kayması” ve “laik düzene aykırı” olmakla suçlanarak müdahalenin gerçekleşmesidir.
Batının bu kadar ön planda tuttuğu siyasal İslam ve İslami terörizm söylemleri gerçekten İslami referanslarla örgütlenen siyasal parti veya sivil örgütlerin terör eylemlerini kışkırtıyor mu? Yani İslam Dini, hangi ahkam ve ilkesiyle bu örgütlere motivasyon sağlıyor? Batının bunlara vereceği bir cevabı asla olmamıştır. Batıda var olan İslamofobi’nin tek sebebi İslami örgütler ve eylemleri değil, İslam’la ilgisi olmayan herhangi bir örgüte veya olaya İslam’la ilişkiliymiş gibi gösterilmesi ve en önemlisi Batıda siyasetçilerin, sanatçıların, yazarların ve hatta örgütlerin İslam’ın kutsalına, değerlerine ve direkt İslam’a dair kışkırtıcı, nefret ve düşmanlık içeren söylem ve eylemlerinin özgürlük adı altında tahrikiçerikli sürdürülüyor olmasıdır. Aslında tartışılması gereken diğer önemli bir konu da kimliği ve misyonu ne olursa olsun terör örgütlerinin ortaya çıkması, örgütlenmesi, birçok ülkede eylem yapabilecek güce ulaşması için elde ettiği silah, araç-gereç, teçhizat ve istihbaratın sağlanması konusunda ABD ve Batının rolü ve desteğidir. Şu bir gerçek ki, özellikle İslami terör olarak ilan edilen örgütlerin tamamına silah, teçhizat, araç-gereç, lojistik ve finans desteğini ABD ve Batılı devletler sağlamaktadır. Buna rağmen daha sonra bu örgütler ve eylemleri İslam ile ilişkilendirilerek dünya kamuoyuna servis ediliyor. Konu bu noktada da kalmıyor, bunun ardından Batı, geri kalmışlıkla suçladığı Müslüman toplumlara modernliği ve demokrasiyi taşıma misyonuyla işgal ve sömürgecilik politikalarını yürütmüştür. “Müslümanların geriliği fikri, İslam dünyasında geriliğin kaynağının İslam olmadığı, İslam’ın aslında geçmişte Müslümanların yüce bir medeniyet kurmasını sağladığı ve bunun için Müslümanların tekrar İslam’ın aslına, ilk kaynaklarına dönmesi gerektiği fikri etrafında ciddi ve yoğun bir entelektüel savunma ve uğraşın başlamasına neden oldu.”5
Bir taraftan askeri diğer taraftan kültürel saldırı ve tahakküm altında kalan Müslüman toplumlar Batıya karşı siyasal ve kültürel mücadele için devletin düzenleyici otoritesinden faydalanmak için İslam’ın değerlerini referans alan siyasal örgütlenmeyi önemsemişlerdir. Bu siyasal örgütlenmenin toplum psikolojisi üzerinde etkili oluşu batının saldırı ve empozelerine karşı bilinçli bir direnç geliştirmiştir. İşte bu örgütlenme ve bilinçli direniş Batı tarafından “siyasal İslam” olarak kavramsallaştırıldı ve bu kavram içeriğinden çok farklı bir şekilde batı için tehdit olarak sunuldu. İslam, bu yapılara güçlü bir kimlik kazandırmış ve motivasyon sağlamıştır. “İslam’ın siyasallaşmasında Batı ve sömürgecilik karşıtlığı önemli bir yere sahiptir. İslam’ın siyasal nitelik kazanmasında emperyalizme karşı kitleleri mobilize etmenin önemli bir aracı olarak İslam’ın seferber edilişinin büyük payı vardır. İslam, bir yandan antiemperyalist bir ideolojik karakter kazanırken diğer yandan Kur’an ve Sünneti yeniden yorumlayarak içinde yaşanılan duruma onun genel ilkelerinden cevaplar bulma arayışlarının kaynağı olmuştur.” 6
Siyasal İslam söylemi ayrıca ülkemizde de tartışılan ve hatta bazen suçlamalara konu edilen bir siyasal söyleme dönüşmüştür. Müslüman bir toplumda İslam’ın hayatın hangi alanlarında var olup olmayacağının tartışılması ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur. Dinin siyasi amaçlarla araçsallaştırılması veya dinin siyasete alet edilmesi söylemleri tamamen ideolojik bir algının ürünüdür. Çünkü cumhuriyet tarihinde hiçbir dönemde hiçbir siyasal yapı dini bir baskı ve zorlayıcı bir hüküm politikası yürütmemiştir. Ancak devletin otoriter kimliği ve yargılayıcı niteliğiyle siyasal ideoloji ve görüşler kapsamında dinin inanç ilkelerine, bireyin dini yaşam özgürlüğüne ve tercihlerine ve hatta bu tercihlerinden dolayı eğitim, çalışma hayatı, kariyer engeli ve daha da önemlisi bürokraside dinin tehdit olarak kabul edilmesi gibi yasaklayıcı ve insan haklarını ihlal edici politikalar uzun yıllarca sürdürülmüştür.
“Hristiyan din anlayışının, Hristiyan zihniyetinin veya Hristiyanlığın Ruhban tabakasının din anlayışı ve zihniyetinin ve nihayet Protestanlığın belirli bir süreç sonunda sekülerleşme ve laiklikle uyumlu gibi görünmesi hadisesinden hareketle İslam’ın -ve diğer dinlerin- de benzer süreçlerden geçebileceğini, hatta protestanlaşabileceğini ve dolayısıyla laikleşebileceğini ya da laikliği kabullenebileceğini söyleyebilmek fenomenolojik ve nesnel bakış açısıyla mümkün görünmemektedir. Laiklik ve laiklikle ilgili kavramlar İslam dini, düşüncesi ve geleneğine yabancı kavramlardır.”7
İslamcılığı “kökten dinci”, “radikal İslam” gibi oryantalist bakış açısıyla nitelemek, İslamcılık düşüncesini tarihsel ve sosyolojik bağlamından koparmak ve salt ideolojik söyleme indirgemek olur. İslami referansla siyasal örgütlenme bir ifade biçimidir. Bunu örgütlenmeyi laiklik başta olmak üzere özgürlükleri kısıtlayıcı bir nitelikte görmek ve bunu tehdit olarak lanse etmek asıl özgürlük ve liberal demokrasiye aykırı bir düşüncedir. Örneğin Avrupa’daki Hristiyan partilerin Hristiyan inancı ve doktrinleriyle ilişkisi, partilerin teolojik yaklaşımlarına, mezhepsel kökenlerine ve siyasi hedeflerine göre değişiklik gösterir. Bu partiler genellikle Hristiyan demokrat veya muhafazakâr çizgide olup, Hristiyan ahlakını ve değerlerini siyasi söylemlerine yansıtırlar. Bu partiler özgürce siyasi ve toplumsal projelerini seçmene iletirler. Bundan dolayı siyasi literatürde “siyasal Hristiyanlık”, “radikal Hristiyanlık”, “Hristiyan terörizmi” gibi söylemlere rastlanılmaz. Avrupa’da laiklik, dinin kamusal alandan tamamen silinmesi değil, devletin tüm inançlara eşit mesafede durması olarak görülür. Bu nedenle Hristiyan partiler, “değerler” vurgusu yaparak yasal ve toplumsal kabulü sağlamaya çalışır. Siyasal partiler kurumsal kimliklerinde Hristiyanlık kelimesini veya dini içerikli bir kelimeyi rahatça kullanırlar. Buna karşılık Müslüman toplumlarda İslam kelimesi veya dini bir kavram siyasal ve toplumsal içerikli bir yapıda/örgütlenmede kullanıldığında ise bu durum ya “siyasal İslam” ya da “dinin siyasete alet edilmesi” olarak yaftalanıp, itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
“Elbette devlet veya siyaset dünyevi bir olgudur. Ancak dünyada olmak bakımından bütün bir hayat ve bütün ferdi ve sosyal olaylar, bütün kurum ve kuruluşlar dünyevi değil midir? Zaten dinler bu dünyada yaşanmak üzere çıkmamışlar mıdır? Dinin bu dünyada bulunuş amacı nedir? Dinler bu dünya hayatında bulunmakla hayatı kendi istedikleri doğrultuda değiştirip dönüştürmek gibi bir iddiaya sahip değiller midir? Dolayısıyla dinin devlete el atmasını dinin dünyevileşmesi olarak değil, dinin dünyevi bir kurum olarak devleti kendi esasları çerçevesinde dönüştürmesi olarak görmek, sosyolojik gerçeklikler olan dinleri tanımak bakımından daha objektif olacaktır.”8 İslam, salt inanç ve ibadetlerden ibaret olmayıp, hayatın her alanını adalet, ahlak ve hakikat çerçevesinde düzenleyici bir niteliğe ve amaca sahiptir.
Modern Batının siyasal paradigması artık iflas etmiştir. Batının tarihi, kültürel ve ideolojik izler ve hatta zorunluluklar içeren kavramların özellikle İslam medeniyeti, kültürü ve tarihine uyarlamak doku uyuşmazlığı ortaya çıkarıyor. ABD ve batı, Müslüman devletler ve halklar üzerinde emperyal hegemonyasını hâkim kılmak için yürüttüğü algı artık ters tepmektedir. Müslüman toplumlar batı merkezli bir medeniyet ve ilerleme modelinin dünya halklarına huzur, barış, adalet ve istikrar getirmediğini acı olaylarla tecrübe etti. Bundan dolayı kavramlar üzerinden dini ve kültürel değerlerin aşağılanmasına, tehdit olarak gösterilmesine karşı daha duyarlı ve bilinçlidir.Batı’nın İslam dünyasını “geri”, “irrasyonel” ve “reforme edilmesi gereken” bir öteki olarak kurgulaması manipülatif bir algı stratejisidir.
Avrupa’da bugün ırkçılık, İslamofobi ve aşırı milliyetçilik yükselirken, Batının değerleri ve ilkeleri çökmüş durumdadır. İslam medeniyetinin çok kültürlü birlikte yaşam yönetim tecrübesi insanlığın huzur, barış ve güven içinde yaşaması için önemli bir referanstır.Müslüman toplumlar, artık özgürlük, laiklik, insan hakları, sekülarizm, modernizm vb. Batı’nın kavramlarıyla değil, kendi ontolojik temelleri üzerinden bir diriliş ve paradigma üretmektedir.Materyalis ve seküler düşünce sisteminin ürünü olan siyasal model, insanı ve toplumu sadece maddi çıkarlar üzerine kurulu bir düzene mahkûm ederken, dünyada başta insan hakları, adalet, ahlak, saygı, huzur gibi değerler yok olmuştur. Bugün küresel sistemin yaşadığı ahlaki kriz, ekonomik eşitsizlik, çevresel çöküş, anlam boşluğu, insan hakları ihlalleri, işgal ve savaşlar, İslam’ın köklü geleneğinden beslenen yeni bir paradigmanın mümkün olduğunu göstermektedir.
İslami yönetim anlayışı adalet, ahlak, bilgi ve hakikat temelinde erdemli bir toplum inşa etmeyi hedefler. Siyasal İslam’ın meşruiyeti halkın rızası ve katılımıyla doğrudan ilişkilidir.
Batı’nın materyalist, bireyci ve sömürgeci/emperyalpolitikalarına alternatif olacakinsanlık için, yeni bir paradigma oluşturma ve bunu hâkim kılma artık zorunludur.
—————————————————–
Çakı, Fahri,S.P.Huntıngton ve Baykan Sezer karşılaştırmasına dair bir deneme, Published in TYB Akademi, 379, p. 119-136, s.10
Dönmez, Rasim Özgür, Küreselleşme, Batı modernliği ve şiddet: Batıya Karşı Siyasal İslam, Uluslararası ilişk., Cilt1, Sayı 4, s.87
A,g,e, s.100
Duman, Mehmet Zeki, Yeni Dünya Düzeninde Küresel terörizm ve islam…, Akademik sosyal Arşt. Dergisi, Sayı:94, Temmuz 2019, s.25
Maviş, Nazım, İslam’ın siyasallaşmasına yol açan gelişmeler, turkishstudies,-social,15(4), 2020, s. 2278
A,g,e, s. 2281
Okumuş, Ejder, Din ve Devlet, mart 2003, pınar yay. S.143
A,g,e, s. 153
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)