Edebiyat, sanat, özgürlük, empati ilişkisi evvelden beri tartışılan, üzerine hayli tezler geliştirilen bir olgudur. Edebiyat nedir? Sanatta sınırsız özgürlük var mı? Edebi eser insanı ne kadar yansıtır? Sıkça sorduğumuz sorulardır. Ancak bu sorulara verilen yanıtların hiçbiri doğası gereği de genel bir kabul taşımaz.
Bu noktada bizler Değerli Yazarımız Prof.Dr. Bilal Sambur ile Edebiyatın üzerindeki sır perdesini araladık.
Sayın Hocam, bugün farklı mahallelerden birçok kesim yeterince iyi şair, yazar ve sanatkar yetişmediğinden dem vuruyor…Sizce bunun nedeni nedir?
İnsan kendisini ifade etmek isteyen bir varlık. İfade etmenin en önemli aracı da sözdür. Bu noktada insanın en önemli özelliğinin söz söylemesidir. Edebiyat, sanat, felsefe, müzik, siyaset, maneviyat, din hep bizim sözümüzün ürünü…Söz söylemek aynı zamanda, bazı insani niteliklerimizin gelişmesiyle ilgili olan da bir husus. Söz söyleyebilmek için duyarlı olmanız lazım. Düş sahibi olmanız lazım. Düşünme faaliyetinizin dinamik olması lazım. Ve sürekli davranış halinde olmanız lazım. Düş kurmadan, duyarlı olmadan, düşünmeden insanın söz söylemesi mümkün değil.. Edebiyat dediğimiz o derin faaliyet düşün, duyarlılığın, düşünmenin ve davranışın bir ürünü. Büyük felsefe eserler, büyük dini metinler, büyük sanat eserleri hep edebiyatın ürünü. Balzac durup dururken Vadideki Zambak’ı, Stendhal, Kırmızı ve Siyah’ı yazmadı. Ömer Hayyam’ın o muhteşem dörtlükleri kendiliğinden oluşmadı. Nietzsche, Platon, Montaigne ve daha niceleri…Güzel düşündüler, güzel yazdılar…Bu büyük yazarlarının, bu büyük söz ustalarının, ı büyük bir duyarlığa, büyük bir düşünme faaliyetine, düş kurma yeteneklerinin sınırsızlığına ve sürekli hareket halinde olmalarına bağlı olduğunu görüyoruz. Sokrates masa başında psikoloji ve felsefe yapan birisi değildi. Agora’da, pazar yerlerinde, sokakta herkesle diyaloglar içinde yapıyordu bunu. Bütün bu ismini saydığımız isimler insana ve doğaya duyarlı olan insanlar…Hep bunlar üzerinde düş kuran insanlar, bunlar üzerinde düşünen insanlar. Günümüzde yazma, söz söyleme yeteneğimizi kaybettik. Söz söylemek yerine, sözü üretmek için çabalamak yerine sözden kaynaklanan eser üretmek yerine söz söylemeden birbirimizle ilişki kurmaya sanal bir şekilde, hayali bir şekilde ilişki kurmaya başladık. Söz söylenmediği zaman, ilişki kurulmadığı zaman insana ve doğaya karşı duyarlı olamıyorsun. Onun üzerinde düşünemiyorsun. Onun üzerinde düş kuramıyorsun. Empati kuramıyorsun. Empati kuramıyorsun. Bugün sanatsal ve edebi yeteneğimizi kaybettiğimiz için demokratikleşme zeminimize de kaybediyoruz. Ben edebiyatla demokrasiyi gelişme noktasında iç içe buluyorum. Sanat da aynı şey. Sanatın gelişmeye başladığı toplumlar aynı zamanda demokratik toplumlardır.”

“EDEBİYATTA EMPATİ ÖNEMLİDİR?
Biraz da empatiye gelelim hocam. Nedir empati?
Empati, Latince ‘den geliyor. Onu içine almak anlamı taşıyor. Herkesin anlayacağı dille ifade edersek kendini onun yerine koyarak onun hissettiği gibi düşünmek demektir. Sizin insanı ve doğayı kendi içinize almanız için olağanüstü bir duyarlılığınızın, duygunuzun, duygusallığınızın ve düşünmenizin olması gerekiyor. Duyarlı olan, düş sahibi olan insanlar, düşünen insanlardır. Düşünen insan idrak eden insandır. İdrak eden, sürekli idrak edendir. İşte empatiyi o kurabilir. Dostoyevski’ye, Tolstoy’a, Goethe’yi, Balzac’ı, Shakespeare’i ve daha niceleri…Bu büyük edebiyat yazarlarına baktığımız zaman empati yeteneklerinin olağanüstü düzeyde geliştiğini görürsünüz. Suç ve Ceza niye evrensel bir eserdir? Raskolnikov niye evrensel bir eserdir? Çünkü Dostoyevski onu içine almıştır.

İnsanlar bir nevi Raskolnikov’da kendi içerisinde adalet arayışını fark etmiyorlar mı?
Elbette buluyorlar. Raskolnikov bir adalet arayışını, dünyaya bakış açısını temsil ediyor. Orada adalet, suç ve vicdan azabı arasındaki o derin çelişkiyi, o insan psikolojisinin derin açmazlarını orada görebiliyoruz.
Dostoyevski bunu anlatabildiği için Suç ve Ceza evrensel bir eserdir. Tolstoy’un Anna Karenina’sı da öyle. Anna Karenina’ da geleneksel toplumsal hayat içerisinde kadının yalnızlığını, mutsuz ilişkilerini, mutsuzluğunu, ümitsizliğini anlatılıyor. Ve bunu bir erkek yapıyor. O kadın figürünü o kadar güçlü bir şekilde içine alıyor ki bütün yönleriyle anlayabiliyorsunuz? Empati dediğiniz şey bu kadar güçlü bir şey. Empati olmadan edebiyat olmaz. Empati ve edebiyatı çok güçlü bir şekilde ilişkilendirmek lazım. Günümüzde Tolstoy, Dostoyevski gibi edebi eserler ortaya koyabilmek için empati yeteneğinizin gelişmiş olması lazım. Aslında Raskolnikov ile kurduğumuz ilişki gibi ülkemizde birçok roman kahramanı var. Bu isim tam da beni anlatıyor deriz.

“ESER OKUNDUKÇA YENİDEN ÜRETİLİR”
Romanlardaki kahramanlar bilinçaltımızdaki benin yansıması değil midir?
Evet bir bakıma denilebilir. Anayurt Oteli gibi eserler üzerinden konuşulabilir. Burada psikanaliz ve edebiyat arasındaki ilişkiyi doğru anlamak lazım. Freud’un, Bacon’un bu konudaki yaklaşımlarını doğru etüt etmek lazım. Psikanaliz açıdan değerlendirdiğimizde roman yazarı eserinde sadece kahramanını değil kendisini de anlatıyor. Okuyucu ise eserle buluştuğu noktada yeniden yazıyor bir bakıma. Biz bir eseri okurken aynı zamanda kendi bilinçaltımızın ışığında o eseri yeniden anlamlandırıyoruz. Yani eser yazarın son cümleyi yazmasıyla bitmiyor. Okundukça o eser yeniden üretiliyor. Çünkü farklı hikayeler; farklı okuyucular açısından kendi hikayelerinin bir parçası haline geliyor.
Bizdeki demokrasi problemine gelmek istiyorum. Merhum Çetin Altan, Necip Fazıl’ı da Nazım Hikmet’i de aynı anda sevebiliyorsanız demokrasi o zaman vardır derdi. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Şairleri kendi sanatsal kimliği ile kavramak istiyoruz. Konuşmamın başında edebiyatın kaynağının söz olduğunu söyledim. Edebiyat derinlikli ve çoğulcu anlamda insanın kendisine ve doğaya dair söz söyleme kapasitesidir. Demokrasi sözün olduğu kültürlerde gelişir. Bu durumda diyebiliriz ki edebiyat olmadan demokrasi olmaz. İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya, Amerika’ya baktığınız zaman demokrasi düşüncesinin kültürünün, kurumlarının, pratiklerinin sözle birlikte geliştiğini görüyoruz. Ne yaparsak yapalım sanatçının düşünce ve hayal dünyasına hiçbir zaman engel koyamayız. Demokrasi gereği doğru olan da sanatı ve sanatçıyı özgür bırakmak.

“YAZAR ÖZGÜR OLMALI”
Bazı kesimler diyor ki; “sanatçının ortaya koyduğu eser başkalarının kişilik haklarına saldırı niteliği taşıyor ise orada fikir ve düşünce özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bu ince çizgiyi korumak lazım”. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Bilinçaltı noktasını unutmadan edebiyatın çok yönlü söz söyleme yeteneği olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz öncelikle. Ve her edebiyatçı, her şair, her eser kendi özgün tarihsel ve zamansal şartlarının ürünü.Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Ömer Hayyam, İbn-i Arabi kendi zamanının çocukları… Bu isimler yaşadıkları zamanın şartları içerisinde dünyayı ve insanı, tarihi, içinde bulundukları ideolojik koşulları farklı okuyorlar. Bu noktada denilebilir ki; edebiyat bütün sözlere açık olmak demektir. Edebiyatı dinden, felsefeden, bilimden farklı kılan da bu özelliği esasında. Edebiyat tecrübesini gerçekten yaşamak istiyorsanız “ben kendimi Goethe’ye açıp Shakespeare’e kapatayım” deme lüksünüz yok. Siz bütün pençelerinizi ona açarken senin odanıza farklı yansıyabilir. Yani odanızı Nazım’a, Necip Fazıl’a kapatabilirsiniz. Ancak bu sizi daha zayıf hale getirir. Odanızın ışığını daha da zayıflatır. Edebiyatı gerçekten yaşamak istiyorsanız odanızı insanlığın edebiyat ve sanat tecrübesine karşı duvarsız yapmanız gerekir. Kültürel anarşi söylemi kurgusaldır. Edebiyatta söz kısıtlanamaz. Bunu söyleyenler edebiyatın ruhunu gerçekten anlamamış demektir. Elbette her yazılı esere edebiyattır diyemeyiz. Kahve muhabbeti edebiyat değildir mesela. Edebiyat derken Shakespeare’den, Tolstoy’dan, Dostoyevski’den, Proudhon’dan, Marx’tan, Nazım Hikmet’ten, Suat Derviş’ten bahsediyoruz. Başkasının özgürlük, kişisel haklarından bahsetmek demek edebiyatı kriminalize faaliyet haline getirmek demektir. Herkes özgürce sözünü söyleyebilmeli. Özgürce sözünü söyleyebilmek için, eserini ortaya koyabilmek için bunun sınırsız ve şartsız olması lazım. Eğer biz edebiyatçıya dersek ki; “sen sözünü söylersin ama benim inancıma aykırı söyleyemezsin, benim ideolojime aykırı söyleyemezsin, benim kimliğime aykırı söyleyemezsin. Eğer bunların aykırı söylerse bu bana karşı hakaret olur.” diye. O zaman yazarın düşüncesine sınır çizmiş oluruz. O zaman da insana ve doğaya dair evrensel düzeyde bir söz söylemiş olmaz, gerçek bir edebi eser ortaya koymuş olmazsınız. Önemli olan hangi görüşü yansıtırsa yansıtsın edebi eserin özgürce ortaya konulmuş olmasıdır. Onun için edebiyatta akımlar vardır, farklı ekoller, bakış açıları oluşmuştur. Eleştiri olmadan, empati olmadan edebiyat olmaz. Edebiyat sürekli eleştiridir.