SREBRENİTSA SOYKIRIMI: BATI’NIN KİRLİ GENETİK KODLARI

A+
A-

Coğrafya, devletlerin kaderini belirleyen en temel unsurlardan biridir. Ülkelerin sınırları, kaynakları, stratejik konumları ve hatta kültürel kimlikleri, içinde bulundukları coğrafyanın şekillendirdiği dinamiklerle oluşur. “Coğrafya kaderdir” sözü, bu gerçeği vurgularken, “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” ifadesi ise bir toprağın vatan olabilmesi için verilen mücadeleyi ve aidiyet duygusunu anlatır. Bu iki söz, siyasi tarih ve jeopolitik stratejiler açısından derin anlamlar taşır. Ancak coğrafya, sadece bir “yazgı” değil, aynı zamanda bir “mücadele alanı”dır. Milletlerin tarihi hafızası ve kültürel kodlarının inşa edildiği yerdir vatan…

Coğrafya kaderimizdir, ama kaderimizi değiştirecek olan irademizdir. Bu irade sadece bir milletin sorumluluğunda değil; adalet, insan hakları, devletlerin egemenlik ilkesi gibi evrensel değerler gereği tüm insanlığın hak ve sorumluluğu kapsamındadır.

1995 yılında, Avrupa’nın göbeğinde, Birleşmiş Milletlerin (BM) “güvenli bölge” ilan ettiği Srebrenitsa’da yaşananlar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Sırp askerlerinin, BM koruması altındaki binlerce masum sivili sistematik bir şekilde katletmesi, sadece bir savaş suçu değil, aynı zamanda Batı’nın insan hakları, adalet ve ahlaki değerler konusundaki ikiyüzlülüğünün de bir kanıtıdır.

Srebrenitsa, soykırımın yaşandığı bir coğrafya olarak tarihe geçti. Ancak asıl trajedi, bu katliamın uluslararası toplumun gözleri önünde gerçekleşmesidir. Hollandalı BM askerlerinin, Sırp güçlerine teslim ettiği silahsız Boşnak erkekler, kadınlar ve çocuklar, en temel insani haklardan mahrum bırakılarak ölüme terk edildi. Batı’nın demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi kavramları sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece savunduğu, bu katliamla bir kez daha ortaya çıktı.

Srebrenitsa, 1995 yılının Temmuz ayında, Sırp birliklerinin hedefi haline geldi. BM’nin silahsızlandırdığı Boşnak siviller, Hollandalı askerlerin gözetimindeki “güvenli bölge”de toplanmıştı. Ancak Sırp güçleri, BM barış gücünün pasifliğinden yararlanarak şehri işgal etti ve ardından soykırım başladı. Sırp askerleri, 8.000’den fazla Boşnak erkeği ve genç çocuğu ayırarak ormanlık alanlarda, fabrikalarda ve spor salonlarında infaz etti. Katledilenlerin cesetleri, toplu mezarlara gömüldü ve daha sonra suç delillerini yok etmek için bu mezarlar başka yerlere taşındı. Kadınlar ve kız çocukları toplama kamplarında tecavüze uğradı, işkence gördü ve katledildiler.

Bölgede güvenliği sağlamak ve sivilleri korumakla görevli Hollandalı askerler, saldırıda bulunan Sırplara direnmek yerine Boşnak sivilleri onlara teslim etti. Bu askerler, silahsız erkekleri, kadınları ve çocukları elleriyle teslim ederken, “barışı koruma” misyonu kelimenin tam anlamıyla kara bir ironiye dönüşmüştür. Bu durum, sadece bir askeri ya da diplomatik başarısızlık değildir; aynı zamanda “medeniyet” iddiasındaki Batı’nın vicdanen çöktüğünün açık göstergesidir. Batı’nın içe dönük vicdani refleksleriyle dış politikadaki ikiyüzlü tutumu arasındaki uçurum, Srebrenitsa’da adeta ete kemiğe bürünmüştür. “Bir daha asla” sloganlarının yankılandığı bir kıtada, 8 binden fazla insanın sistematik biçimde katledilmesi, bu sloganların ne kadar içi boş olduğunu göstermiştir. Bu olay, Batı’nın evrensel değerleri yalnızca kendi toplumu için anlamlı saydığına, başkalarının acılarını ise ancak siyasi bir fayda sağlıyorsa umursadığına dair güçlü bir kanıttır.

Srebrenitsa’da yaşananların üzerinin örtülmeye, unutturulmaya çalışıldığı da görülmektedir. Uluslararası yargı süreçleri gecikmiş, sorumlulara yönelik cezalandırma çoğu zaman göstermelik kalmış, adalet duygusu hem mağdurlar hem de insanlık için yeterince tatmin edici biçimde sağlanamamıştır. Bu adaletsizlik, sadece geçmişi ilgilendiren bir mesele değil; gelecekte benzer trajedilere zemin hazırlayan bir suskunluk alanı oluşturmuştur. Srebrenitsa, sadece Boşnak halkının değil, tüm insanlığın ortak bir vicdan sınavıdır. Bu sınavda Batı medeniyetinin kirli genetik kodları tekrar açığa çıkmıştır. İnsan hakları söyleminin, demokrasi vaazlarının, evrensel hukuk vurgularının sadece belirli coğrafyalarda ve belirli kimlikler için işlediği; öteki kabul edilen halklar için ise geçerliliğini yitirdiği artık daha açık biçimde görülmektedir.

Srebrenitsa katliamının ardından Uluslararası Ceza Mahkemeleri bazı Sırp komutanları yargıladı, ancak bu süreç, yaşanan acıları telafi etmekten çok uzaktı. Dahası, bazı Batılı devletlerin Sırbistan’la kurduğu siyasi ve ekonomik ilişkiler, soykırımın unutturulmaya çalışıldığının bir göstergesi oldu. Katliamın sorumlularının bir kısmı ceza alsa da bu trajedinin arkasındaki sistematik ihmalkarlık ve Batı’nın rolü hiçbir zaman tam olarak sorgulanmadı. Bugün hâlâ toplu mezarlardan çıkarılan kemikler, dünyanın bu trajediyi unutmaması gerektiğini hatırlatıyor. Tarih, Srebrenitsa’da yaşananları yazarken, Batı’nın sessizliğini ve çifte standartlarını da gelecek nesillere aktaracaktır.

Srebrenitsa’da dökülen kan, sadece bir halkın değil, aynı zamanda sahte insani ideallerin üzerine inşa edilmiş Batı kimliğinin de çöküşünü simgeler. Bu çöküş, hâlâ etkilerini sürdürmektedir. Unutturulmak istenen her tanıklık, susturulmak istenen her ses, bastırılmak istenen her hakikat, aslında Batı’nın kendi yüzüne tuttuğu bir aynadır. Bu aynada görülen şey ise, yüzyıllardır sürdürülen medeniyet söyleminin ardındaki derin ikiyüzlülüktür. Ve bu ikiyüzlülüğün en kara lekesi, Srebrenitsa’da 11 Temmuz günü dökülen kandır. Batı bu kanla tarihine kara bir sayfa daha eklemiştir.

Srebrenitsa, Batı’nın insan hakları, adalet ve evrensel değerler söylemlerinin içi boş birer propaganda aracına dönüştüğünün en dramatik örneklerinden biri olarak tarihe kazındı. Ancak Batı’nın siyasal ilkeleri iflası ve ahlaki çöküşü yalnızca Srebrenitsa ile sınırlı değildir. Ruanda’dan Myanmar’a, Gazze’den Yemen’e kadar birçok coğrafyada yaşanan insanlık suçları, Batı’nın bu tür trajedilere ya doğrudan destek verdiğini ya da stratejik çıkarları adına sessizliğe gömüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu sessizlik, yalnızca bir kayıtsızlık değil; sistematik, çıkar temelli ve hesaplı bir siyasal tercih olarak tezahür etmektedir.

Ruanda’da 1994 yılında yüz binlerce insanın sadece etnik kimliğinden dolayı katledilmesi sırasında da Batı güçleri aynı biçimde sessiz kalmış; hatta bazı Batılı devletler, bu soykırımı önleyebilecek imkanlara sahip oldukları halde müdahale etmemiştir. Myanmar’da Arakanlı Müslümanlara karşı sürdürülen etnik temizlik politikası karşısında da Batı dünyası kayda değer bir duruş sergilememiş; sadece diplomatik açıklamalarla geçiştirmiştir. Gazze’de ise yıllardır devam eden abluka, sivil katliamlar ve sistematik insan hakları ihlalleri soykırıma dönüşmüş olmasına rağmen, Batı’nın siyasi ve askeri desteği aralıksız sürmektedir. Bu destek, sadece dolaylı bir sorumluluğu değil, aynı zamanda suça ortaklığı da beraberinde getirmektedir. Bütün bu örnekler, Batı’nın kendi oluşturduğu “evrensel değerler” söyleminin yalnızca bir jeopolitik araç olduğunu gözler önüne sermektedir. Demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi ilkeler, yalnızca Batı’nın çıkarlarıyla uyumlu olduğu ölçüde savunulmakta; çıkar çatışması durumunda ise sessizlik, çifte standart ve hatta doğrudan destekle yer değiştirmektedir. Bu durum, Batı’nın inşa ettiği modern siyasal paradigmanın da derin bir iflas içinde olduğunu gösterir. Çünkü bu paradigma, teorik olarak “evrensellik” iddiasıyla evrensel adalet, barış ve eşitlik vaat ederken, pratikte “güç kimdeyse hak ondadır” anlayışını yeniden üretmektedir. Uluslararası kurumların bu olaylar karşısında küresel güçlerin talimatıyla hareket etmesi ise daha vahim sonuçlar doğurmaktadır. Batının bu ikiyüzlü tutumu ve evrensel değerler ve ilkeler konusunda tutarsızlığı dünyanın değişik noktalarında işgal ve savaşların yaygınlaşması için uygun bir meşruiyet alanı oluşturmuştur. Rusya-Ukrayna savaşı ve işgalci Siyonist Yahudi İsrail’in Gazze’de insanlık dışı katliamları Batının desteği ve uluslararası kurumların (BM, AİHM vb) işlevsiz kalmasının sonucudur.

Modern siyasal paradigmanın meşruiyeti, artık yalnızca dış dünyada değil, Batı toplumlarının kendi içinde de ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Avrupa’da son yıllarda artan sivil itaatsizlik eylemleri, hükümet karşıtı protestolar, medya ve akademi üzerinden yürüyen yoğun eleştiriler, Batı halklarının da bu ikiyüzlülüğe karşı sessiz kalmadığını göstermektedir. Özellikle genç kuşaklar, siyasal kurumların samimiyetine olan inançlarını yitirmekte; parlamenter sistemin, uluslararası hukuk kurumlarının ve medya organlarının büyük sermaye ve jeopolitik çıkarların gölgesinde işlevsizleştiğini dile getirmektedir. Artık Batı içinden de yükselen sesler, mevcut düzenin ahlaki olarak çöktüğünü, bu sistemin ne içeride ne dışarıda adalet üretebildiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Bu gelişmeler, Batı’nın medeniyet iddiasının çöktüğünün bir başka göstergesidir. Yüzyıllar boyunca kendi dışındaki toplumlara “medeniyet götürme” bahanesiyle yürütülen sömürgecilik faaliyetleri, bugün artık daha sofistike biçimlerde; insan hakları söylemi, uluslararası müdahaleler, ekonomik ambargolar veya medya manipülasyonları yoluyla devam etmektedir. Ancak küresel kamuoyu, bu taktikleri eskisi kadar kolay yutmamakta; Batı’nın ahlaki üstünlük iddiasına karşı daha bilinçli ve eleştirel bir tavır geliştirmektedir.

Bu çöküş, sadece ahlaki ya da insani değil; aynı zamanda yapısal ve entelektüel bir çöküştür. Batı, bugün kendi içinde dahi güven verici bir sistem sunamaz hale gelmiştir. Sosyal adaletsizlik, mülteci karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, gelir uçurumu, siyasal yozlaşma gibi olgular, Batı’nın içerideki çöküşünü de hızlandırmaktadır. Evrensellik iddiasıyla kurduğu uluslararası kurumlar artık sadece belli güç merkezlerinin çıkarına hizmet eden bürokratik aygıtlar olarak algılanmakta ve meşruiyetlerini giderek kaybetmektedir.

Gelinen noktada, Batı’nın kendisini yeniden tanımlaması mümkün görünmemektedir. Zira bu çöküş sadece dışsal bir eleştiriyle değil, içsel bir tutarsızlıkla ilgilidir. Batı, kendi inşa ettiği değerlerle çelişmektedir. Bu yüzden artık Batı’nın medeniyet algısı, bir ideal değil; bir ikiyüzlülüğün ve yapısal çürümenin temsiline dönüşmüştür. Srebrenitsa, Ruanda, Myanmar, Doğu Türkistan, Gazze ve diğerleri, bu çürümenin yalnızca semptomlarıdır. Gerçek kriz, bu trajedilere rağmen halen “medeniyet” iddiasında bulunabilecek bir vicdani körlükte gizlidir.

Bu nedenle, dünya artık yeni bir siyasal ve ahlaki paradigma arayışına girmektedir. Hakikati, adaleti ve insani onuru merkeze alan, kültürel çeşitliliği kabul eden, güç yerine ilkeyi esas alan bir yaklaşım gereklidir. Aksi takdirde, Srebrenitsa’da başlayan suskunluk, Ruanda’da, Gazze’de, Myanmar’da büyüyen karanlık, daha geniş coğrafyalarda daha derin yaralar açmaya devam edecektir.

Ancak hatırlanması gereken önemli nokta var ki, Batının bugün yaşanılan bütün bu zulüm, savaş ve soykırımları desteklemesi ve müdahale imkanlarını işletmemesi Batının genetik kirli kodlarıyla alakalı bir durumdur. Batı sadece bu dönemde yaşanılan bu olumsuzluklar karşısında duyarsız ve bu olayların dışında değildir ki; Afrika’dan Hindistan’a kadar kurmuş olduğu sömürgecilik ve köle ticareti sürecinde de Batı bugün takındığı tavrı o dönemde de göstermiştir.

Batılı devletlerin 16. yüzyıldan itibaren başlattığı sömürgecilik faaliyetleri, özellikle Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında büyük yıkımlara yol açtı. Köle ticareti, milyonlarca Afrikalının zorla topraklarından koparılmasına, insanlık dışı koşullarda çalıştırılmasına ve sistematik bir şekilde yok edilmesine neden oldu.

İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda, Almanya ve İspanya tarafından yürütülen transatlantik köle ticareti, yaklaşık 12-15 milyon Afrikalının zorla Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınmasına ve milyonlarcasının yolda ölmesine sebep oldu. Kölelik, sadece bir ekonomik sistem değil, aynı zamanda ırkçı bir ideoloji ile desteklenen insanlık suçu olarak tarihe geçmiştir. İspanyol ve İngiliz sömürgeciler, Amerika kıtasında yerli nüfusu katlettiler, kültürlerini yok ettiler ve topraklarına el koydular. Hastalıklar, savaşlar ve zorla çalıştırma politikaları sonucu milyonlarca yerli hayatını kaybetti. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin Hindistan’daki varlığı, yerel ekonomiyi çökertmiş, milyonlarca insanın açlıktan ölmesine ve kaynakların yağmalanmasına yol açmıştır.

Sömürgecilik dönemi bittikten sonra bile, Batı’nın küresel politikaları ekonomik sömürü, askeri müdahaleler ve çifte standartlı insan hakları söylemleri ile devam etmiştir. Irak, Afganistan ve Libya’daki Savaşlar, ABD ve müttefiklerinin “demokrasi getirme” iddiasıyla başlattığı işgaller, yüzbinlerce sivilin ölümüne, devletlerin çökmesine ve istikrarsızlığa yol açtı. Batı’nın sömürgecilik ve köle ticaretindeki rolü, bugünkü küresel adaletsizliklerin temelini oluşturmaktadır.

Batı merkezli modern siyasi paradigmanın iflası yalnızca ahlaki değil pratik anlamda da küresel istikrarsızlığın temel kaynağı haline gelmiştir. Ruanda’dan Suriye’ye, Bosna’dan Myanmar’a, Gazze’den Doğu Türkistan’a uzanan bu süreç, üç temel zorunluluğu ortaya koymaktadır: Uluslararası sistemin veto yetkisi gibi antidemokratik mekanizmalardan arındırılması; sömürge tarihinin yol açtığı yapısal eşitsizliklerin giderilmesi; gerçek anlamda çok kutuplu bir dünya düzeninin inşası. Tarih, bu ikiyüzlü politikaların bedelini en ağır şekilde ödeyen mağdur halkların, yeni bir uluslararası sistem kurma mücadelesine tanıklık edecektir. Srebrenitsa’da, Ruanda’da ve Gazze’de akan kan, Batı’nın “evrensel değerler” maskesini düşürmüştür. Geriye kalan, bu maskenin ardındaki emperyalizmin reddedildiği yeni bir dünya kurma iradesidir.

Gelinen noktada, Batı’nın kendisini yeniden tanımlaması mümkün görünmemektedir. Zira bu çöküş sadece dışsal bir eleştiriyle değil, içsel bir tutarsızlıkla ilgilidir. Batı, kendi inşa ettiği değerlerle çelişmektedir. Bu yüzden artık Batı’nın medeniyet algısı, bir ideal değil; bir ikiyüzlülüğün ve yapısal çürümenin temsiline dönüşmüştür. Srebrenitsa, Ruanda, Gazze ve diğerleri, bu çürümenin yalnızca semptomlarıdır. Gerçek kriz, bu trajedilere rağmen halen “medeniyet” iddiasında bulunabilecek bir vicdani körlüğün ve teslimiyetin devam ediyor olmasıdır.

Batı’nın bugün modernlik adı altında dayattığı yaşam tarzı, insanı özgürleştirmekten çok onu köleleştiren bir tüketim sarmalına hapsetmiştir. Bu modelde anlam yerini hazza, hikmet yerini pragmatizme, maneviyat yerini boş gösterişe bırakmıştır. Haz ve tüketim odaklı bu hayat biçimi, bireyin içsel bütünlüğünü ve toplumsal aidiyetini yok eden bir bağımlılık üretmektedir. Batılı yaşam tarzını tek geçerli ve makbul modernlik modeli olarak sunmak, aslında bir tür psikolojik sömürgeciliktir. İnsanlar, yalnızca Batı’nın dayattığı normlara göre var olabildiklerinde “çağdaş”, “modern” ya da “özgür” kabul edilmektedirler. Oysa bu, bireyin kendi benliğinden ve kültürel köklerinden koparılması anlamına gelmektedir.

Batı medeniyeti, insani, dini ve kültürel değerleri metalaştırmış, insanı anlam arayışından kopararak sadece üretim ve tüketim mekanizmasının bir parçası haline getirmiştir. Ahlaki sınırlar, geleneksel bağlar, kutsal olanla ilişki, bu sistemin içinde ya işlevsizleştirilmiş ya da tamamen tasfiye edilmiştir. Ortaya çıkan yeni insan tipi; yalnız, yabancılaşmış, kimliksiz, köksüz ama dışarıdan bakıldığında “özgür” ve “rasyonel” bir bireydir. Gerçekte ise bu birey, modernliğin yeni bağımlısıdır. Kapitalin, dijital ağların, popüler kültürün ve tatmin edilemez arzuların esiridir. Batı’nın öne sürdüğü özgür birey miti, elit jakoben sermaye odaklarının kurduğu düzenin bir parçası olarak yeniden üretilmekte, “özgürlük” bireyin karar mekanizmasından değil, sistemin sunduğu yapay seçeneklerden ibaret kalmaktadır.

Bu nedenle, dünya artık yeni bir siyasal ve ahlaki paradigma arayışına girmektedir. Hakikati, adaleti ve insani onuru merkeze alan, kültürel çeşitliliği kabul eden, güç yerine ilkeyi esas alan bir yaklaşım gereklidir. Bu paradigma, sadece Batı merkezli değil; Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar her kültür ve medeniyet birikiminin ortak katkısıyla şekillenmelidir. Aksi takdirde, Srebrenitsa’da başlayan suskunluk, Ruanda’da, Gazze’de, Myanmar’da büyüyen karanlık, daha geniş coğrafyalarda daha derin yaralar açmaya devam edecektir. Ve bu yaralar, yalnızca Doğu’nun ya da Güney’in değil, bütün bir insanlığın ortak çöküşünü haber verecektir. Çünkü bir toplumun acısına göz yuman, adaletsizlik karşısında sessiz kalan ve gücü mutlaklaştıran hiçbir sistem ayakta kalamaz. Bugün görülen, Batı’nın evrenselleştirdiği ilkelerin ve insanın yeniden tanımlanması gereken bir anlayışın zorunluluğudur. Bu yeniden tanımlama, artık Batı’nın merkezi rolünden değil, çok merkezli, çok sesli ve hakikate dayalı yeni bir küresel vicdanın inşasından geçmektedir. Batının sunduğu haz, tüketim ve teknoloji üzerine kurulu yaşam biçimi, insanlığa huzur, barış ve adaleti yok etmiş ve küresel buhrana sebep olmuştur. Ezberletilmiş ve psikolojik bir ezikliğe dönüşmüş olan “muasır medeniyet” algısı çökmüş ve artık batıyı işaret etmemektedir. Yeni bir dünya düzeni bu algıdan ve batı endeksli bir düşünce ve yaşam biçiminden uzaklaştığı zaman ortaya çıkacak ve tüm insanlık için yeni bir hayat başlayacaktır. Bunun için en önemli değişim, batının evrenselliği iddiasının çöküşünü ve iflasını kabul etmektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın