Toplum Kendi Geleceğini Kendi Belirler

Toplumlar kendi geleceğini, tarihin belirli kritik dönemlerinde gösterdikleri davranış ve iradeleriyle şekillendirir. Savaşlar, devrimler, ekonomik krizler, siyasal ve toplumsal kaos ortamlarında toplumun sergilediği tavır ve gösterdiği refleks, sadece o günü değil, geleceği etkileyen sonuçlar doğurur. Sergilenen kolektif davranışların beslendiği argümanların kaynağı ayrıca incelenmesi gereken önemli bir konudur. İdeolojilerin, küresel stratejilerin, siyasal rekabetin yoğun olduğu dönemlerde […]

A+
A-

Toplumlar kendi geleceğini, tarihin belirli kritik dönemlerinde gösterdikleri davranış ve iradeleriyle şekillendirir. Savaşlar, devrimler, ekonomik krizler, siyasal ve toplumsal kaos ortamlarında toplumun sergilediği tavır ve gösterdiği refleks, sadece o günü değil, geleceği etkileyen sonuçlar doğurur. Sergilenen kolektif davranışların beslendiği argümanların kaynağı ayrıca incelenmesi gereken önemli bir konudur. İdeolojilerin, küresel stratejilerin, siyasal rekabetin yoğun olduğu dönemlerde halkın talep ve tepkileri salt ihtiyaç ve hukuki haklardan beslenmemektedir. Tarihin belirli dönemlerinde dünyanın birçok köşesinde yıkıcı sonuçlar doğuran toplumsal ayaklanma hareketleri, ideolojilerin ve küresel rekabetin ortaya çıkardığı suni problemler ve çatışmalar sonucu meydana gelmiştir. Toplumun inanç, ahlak, kültürel değerleri ve tarihi tecrübesi/ kollektif bilinci, ortaya çıkan gelişmelere karşı gösterilecek tepki ve tutumu belirlemede etkili unsurlardır.

Türkiye kadim bir siyasal ve toplumsal tarihe, köklü bir geleneğe sahip devlettir. Sahip olduğu vatan, jeo-politik ve jeo-stratejik derinliğe/niteliğe sahiptir. Tarihin değişik dönemlerinde çok önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bugüne kadar inanç/değer ve kültürel birikimi üzerinde yükselmiştir. Ancak belirli dönemlerde de etkisini uzun yıllarca hissettiği olumsuz olaylarla/sorunlarla da mücadele etmiştir. Bu meyanda ortaya çıkan en kritik husus, Türk milletinin dayanışma ve kardeşlik ruhuyla devletine ve vatanına bağlılıkta tarih boyunca örnek bir duruş sergilemiş olduğu gerçeğidir. Buna karşılık bazen de iktidar hırsı/mücadelesi, bu birlik ve kardeşlik bağını zedelemiş ve çatışmalara/ayrışmaya sebep olmuştur. Tarihte yaşanılan bazı olaylar buna örnektir.

Mesela, Selçuklu İmparatorluğu’nun son dönemlerinde devlet yapısını bozan en önemli sorun, bazı beyliklerin/boyların, iktidar hırsıyla hareket etmesi ve bu amacı gerçekleştirmek için düşmanlarla iş birliğine girmiş olmasıdır. Bunun sonucunda en azılı/güçlü rakiplerini/düşmanlarını yenen devlet, iç çatışmalar sonucu dağılmıştır.

Tarihin derinliklerinde kalmadan yakın tarihimizde de bu minvalde olaylar yaşanmış ve tahmin edilemeyen sonuçlar doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri alanda yaşadığı yenilgileri ve ekonomik sıkıntıları bahane eden Jön Türkler, Batılı düşmanların oyununa gelerek siyasal ve toplumsal yapıyı tahrip edip, devletin güvenliğini ve toplumsal birliği sıkıntıya sokmuşlardır. Bizim devlet anlayışımızda ve toplumsal kültürümüzde var olan davranış biçimi, kenetlenmek ve dayanışma içinde sorunları çözmektir. Ama o dönemde bu yapıyı bozan dış etkenler daha etkili olmuştur.

İspanya, kuzey Avrupa ve Rusya’dan göç etmek zorunda kalan Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı Selanik, Mason ve Siyonist örgütlerin merkezi karargâhı olmuştur. Bu Mason ve Siyonist örgütler kendi emellerine ulaşmak için Batılılaşmayı, modernleşme olarak gören jakoben Jön Türkleri, adalet, özgürlük ve sözde diktatörlüğe karşı söylemlerle kendi devletine (Osmanlı’ya) karşı örgütlemişler ve siyasal, toplumsal ayaklanmayı teşvik etmişlerdir. Osmanlı yönetimini diktatörlükle suçlayıp, özgürlük talebini ön plana çıkaran bir muhalefet hareketini başlatan Jön Türkler, aslında kendilerini amaçları için kullanan Mason ve Siyonist planın farkında olamamışlardır. Bunun sonucunda Abdulhamid tahtan indirilmiş ve Mason, Siyonist kişilerin öncülüğünde yeni siyasal sistem hâkim olmuştur. Yedi kıtaya hükmetmiş, adalet ve hoşgörüsüyle tarih yazmış koca imparatorluk bu değişimden hemen sonra Balkan Savaşlarında yenilmiş, Yunanistan bağımsızlık ilan etmiş, Libya ve çevresi elden çıkmış ve ardından devlet 1. Dünya Savaşı’na sürüklenmiştir. Uzun bir savaş sürecinden sonra yüzbinlerce vatan evladı şehid olmuş ve bir avuç toprak vatan olarak elimizde kalmıştır. Osmanlı yönetimini diktatörlükle suçlayan ve özgürlük talebiyle toplumu kışkırtan Mason, Siyonist hainler ve uşaklarının sebep olduğu bu sonuç, tarihimizin en karanlık ve ibret dolu sayfasıdır.

Daha yakın tarihimizde de bazı acı tecrübeler mevcuttur.

Demokrasi ve kalkınmanın en bariz örneklerinin yaşandığı Adnan Menderes döneminde, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın iktidar hırsı ve 2. Dünya savaşı sonrasında egemen güç olarak ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri’nin tahrikiyle ülkemizde siyasi rekabet acımasız bir mücadeleye dönüşmüştür. Menderes iktidarı yine aynı şekilde diktatörlükle suçlanmış, dönemin CHF güdümündeki gazetelerinde toplumu tahrik eden yalan haberler manşet yapılmış, üniversite öğrencileri kışkırtılmış ve bir kaos ortamı meydana gelmiştir. O günlerin önde gelen gazetelerinde yer alan haberlerde iktidar tarafından sözde öldürülen üniversite öğrencilerinin buzhanelerde saklandığı ve hatta cesetlerinin parçalandığı iddia edilerek toplum tahrik edilmiştir. İsmet İnönü ve partili kişilerin verdiği demeçlerde o kadar yalan ve iftiralar gündeme taşınmış ki, ülkede huzur ve güvenlik kalmamıştır. Ardından Başbakan Adnan Menderes idam edilmiş ve Cumhuriyet Halk Fırkası emeline ulaşmıştır. Ancak komplolar ve kaos ortamıyla darmadağın olan ülke uzun yıllarca toparlanamamış ve bu zayıf görüntü ülkemizin düşmanlarına cesaret vermiştir.

Kıbrıs’ta Yunanlar tarafından Türklerin vahşice katledilmeye başlanması bu dönemde ortaya çıkmıştır. ABD’nin ülkemiz üzerinde siyasal egemenliği bu dönemde başlamıştır. Komünizm tehdidi bu dönemde yaygınlaşmıştır. Terör örgütleri bu dönemde organize bir şekilde hareket etmeye başlamıştır. Ve ardından 1980 ihtilaliyle tekrar karanlık ve kaos dönemi…

Aynı senaryo ve oyun 1990’lı yıllarda sergilendi. Refah Partisi’nin siyasal başarılarına karşı laiklik-şeriat çatışması, Alevilik-Sünnilik çatışması, PKK’nın ve diğer terör örgütlerinin saldırılarının en üst düzeye çıkması, askeri vesayetin acımasız politikalarıyla toplumsal kutuplaşmanın düşmanlığa dönüşmesi, siyasal partilere karşı yargı darbesi, milli iradenin ve bu irade sahibi toplumsal kesimin tehdit olarak gösterilmesi vb olaylar yaşanırken belirli siyasal parti ve toplum kesiminin söylemleri yine aynı şekilde demokrasi, özgürlük, cumhuriyet ve laiklik üzerineydi.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye Devleti tarihinin en kötü ve en dip seviyesinde adeta çöküyordu. Ancak bu durum hep saklandı ve ideolojik algı ön planda tutuldu. Türk halkı olarak 2000’li yılların başında kafamızı kaldırıp, gözümüzü açtığımızda Türki Cumhuriyetlerin yeraltı kaynakları, petrol ve doğalgaz rezervleri Batılı devletler tarafından bölüşülmüş, çevremizde komşu devletler ABD ve Batı devletleri tarafından işgal edilmiş, ülkemiz İMF, Dünya Bankası ve küresel finans merkezlerine borçlandırılmış, toplumun kardeşliği ve birliği bozulmuş, darmadağın bir tabloyla yüzleştik.

Bugünden o dönemlere baktığımızda en acı şey, bir avuç jakoben askeri, siyasi ve sermaye grubun hırsları ve dış güçlerin piyonlarının doymak bilmeyen aç gözlülüğünü bu milletin görememesi ve bu planlara karşı dik duramamasıdır. 

Osmanlının en stratejik padişahlarından biri olan Abdulhamid neden ve kimler tarafından tahttan indirildi?

Adnan Menderes neden idam edildi?

Türk askeri neden Kore’ye savaşa gönderildi?

1960-1980 askeri darbesi neden yapıldı?

1990’lı yıllarda yaşanılan siyasi ve toplumsal kaosların sebebi neydi ve perde arkasında neler yaşandı?

Bu ülkede nasıl olurda PKK terörü 40 yıl devam edebildi?

Daha birçok soruyu sıralayabiliriz. Ancak tahammül edemediğimiz nokta, bütün bu olaylar karşısında toplumun gerçeklerden çok uzak olması ve olayların gerçek sebeplerini bilmiyor olmasıdır. Bugün sokağa çıkıp bu ülkede bir başbakan olan Adnan Menderes ve devlet bakanları neden idam edildi diye soru sorsak toplumun ne kadarı bu soruya doğru cevap verebilir?

Yüzeysel olarak bu satırlara taşıdığımız tarihi olaylarda gördüğümüz gerçek şudur ki, toplum olarak manevi-kültürel değerlerimizi yitirdiğimiz dönemlerde, kollektif bilincimizin zayıfladığı ve zafiyet içine düştüğümüzde siyasal ve toplumsal olaylar çoğalmış ve bütün bunların sonucunda geriye dönülmez kayıplarımız olmuştur.

Abdulmamid’e yapılan Mason-Siyonist darbede gerçekleri göremeyen dönemin siyasi şahsiyetleri, toplumun akil insanları sonradan hatıratlarında, yayınlanan yazı ve şiirlerinde itiraflarda bulunmuşlar, pişmanlıklarını, özürlerini dile getirmişlerdir. Ancak ne fayda, bu pişmanlıkları sebep oldukları sonuçları değiştirmemiştir.

Yakın tarihimizde de yaşanılan siyasi ve toplumsal kaos dönemlerinde olayların perde arkasını göremeyenlerin sebep oldukları tahribatın izleri halen devam etmektedir. Örneğin, 28 Şubat sürecinde bu ülkenin milli ve manevi değerleriyle kalkınma hamlesinin öncüsü Necmettin Erbakan’ın siyasi projelerini alaya alan, kendisine en ağır kelimelerle hakaret eden, iftiralar atan, tehdit eden, düşman olarak niteleyen kişiler bugün Necmettin Erbakan’ı övgüyle anmaktadırlar. Bu övgülerinin ne faydası var ki? Övgüleri, kendilerinin utancının ve pişmanlıklarının örtüsüdür.

Bugünlerde yaşanılan siyasal ve toplumsal gerilimlerde tekrar aynı stratejiler ve senaryolar gündeme sokulmaktadır.

Milliyetçiliğin “faşizm” olarak gösterilmesiyle toplumun belirli kesiminde ortaya çıkan devlet düşmanlığı, bu kesimi emperyalist planların piyonu haline dönüştürmüştür. “Adalet” sloganları atanlar, adaletin sadece kendilerinin öngördüğü biçimde işlemesini istemektedirler. Siyasal hırs ve kinleri, devletin egemenliğini ve vatanın bölünmezliğini tehlikeye atarken bile devleti ve vatanı gözden çıkarmaktadırlar. Halkın iradesinin üstünlüğünü haykırırken, demokrasinin işlediğini zaten halkın iradesinin hâkim olduğunu unutmaktadırlar. “Hak” talebinde bulunurken, haksızlığın, yolsuzluğun, hırsızlığın karşısında dik durmayıp, siyasi ayrıcalığın taraftarı olarak “gayri meşru hak edinmeyi” normalleştirmektedir. Abdulhamid’den bugüne, siyasi ve toplumsal kaos dönemlerinde emellerine alet ettikleri gençlerin hayallerini ve geleceklerini, gençleri kullanarak yok ettiklerini unutmaktadırlar. Sebep oldukları kargaşa ortamıyla emperyalist devletlere, örgütlere ülkemize müdahale imkânı sağladıklarını umursamamaktadırlar.

Ortaya çıkan bütün olumsuzların faturasını yine bu millet yüklenmektedir. Siyasal partiler geçici siyasi aktörlerdir. 1990’lı yıllarda iktidar olan veya olamayan onlarca siyasi parti bugün siyasi arenada yok ve hatta isimleri dahi unutulmuş durumdadır. Ancak yaşanılan siyasal, toplumsal ve ekonomik bunalımların/kaosların etkisi hala sürmektedir.

Hırsızlık, dolandırıcılık, haksız kazanç, rüşvet ve irtikap, ilkel toplumlardan modern toplumlara kadar insanlık tarihinin her döneminde kötü bir davranış olarak kabul edilmiş ve cezalandırılmıştır. Bu konu sadece dini bir içerik olarak da görülmemiştir. Kabile yaşamının sürdüğü dönemde dahi bu suçlara karışmış kişiler toplumdan dışlanmış, itibarsızlıkla yüz yüze kalmıştır. Ancak sözde modern çağda suç ve kişi ilişkisi suçu sıradanlaştırmakla kalmıyor, bu suçu işleyen kişilerin sosyal hayattaki kimliği ile bir masumiyet algısı işliyor. İşte tam bu toplumsal psikoloji, adalete güveni yok ediyor. Yani servet ve makam sahibi kişilerin isnat ve suç konusunda ayrıcalıklı kabul edilmesi asla genel bir toplumsal tutum değildir. Siyasal, ekonomik ve sosyal menfaat veya rekabete dayalı bu masumiyet ve ayrıcalık düşüncesi, toplumda adaletin çarpıtılmasına ve güvenin aşınmasına yol açıyor. Tarih boyunca adalet, toplumun temel taşlarından biri olarak görülmüştür; zengin-fakir, güçlü-zayıf ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit şekilde hesap vermesi beklenmiştir. Ancak günümüzde, özellikle de güç ve iktidar sahipleri söz konusu olduğunda, bu ilkenin ihlal edildiğine sıkça tanık oluyoruz.

Suç işleyen kişilerin statüleri, servetleri veya siyasi bağlantıları nedeniyle “masumiyet perdesi” ardına saklanabilmesi, toplumda derin bir adaletsizlik algısı yaratıyor. Bu durum, yalnızca hukuki bir sorun değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküşün de göstergesidir. Toplumun genelinde, “güçlü olan haklıdır” şeklinde özetlenebilecek bir algının yerleşmesi, uzun vadede sosyal dokuyu zayıflatır ve yozlaşmayı normalleştirir.

Küreselleşmenin etkisiyle, global finans ve markaların iktisadi hegemonya kurdukları bu dönemde, milli/yerel kalkınmanın ve ticaretin öncüsü konumundaki firma ve markaları siyasi gündeme meze yapmak, siyasi çekişmelerde bunları hedefe oturtmak ve toplumu bu siyasi algı ile ayrıştırmak, çatışmaya itmek asla kabul edilemez. Bugün Gazze’de soykırım yürüten, milyonlarca insana zulmeden, onları açlık ve sefalete sürükleyen Yahudi devletine bu kadar destek veren küresel firma ve markalara karşı dünyada bir boykot çağrısına duyarsız kalan ve hatta siyasi bir tutum olarak ülkemizde bu boykotu eleştiren kişilerin, bugün siyasi bir çatışma ortamını doğuran milli marka ve şirketlere boykot çağrısında bulunması ahlaki çöküntünün en bariz örneğidir. Bu tavırlar toplum nezdinde milli duyguların zayıflamasına sebep olurken, ekonomik dengenin ve piyasa dinamiklerinin bozulmasına neden olmaktadır. Bu siyasi rekabet ve çatışma ortamının yarattığı güvensizlikten etkilenen para piyasası, borsa, döviz kurları ve ekonomi piyasasının olumsuz sonuçları aynı bu rekabet ve çatışma ortamını geren grup tarafından siyasi bir eleştiriye dönüp ekonominin bozuk olması söylemini ortaya çıkarıyor. Bu tutum davranışı ve söylemi itibarsızlaştıran, paranoyak bir görüntü ortaya çıkarıyor.

Toplumlar, kritik dönemlerde/olaylarda verdikleri kararlarla, sergiledikleri davranışlarla sadece bugünü değil, gelecek nesillerin kaderini de etkilemektedirler. Küresel rekabetin çok keskinleştiği, yeni küresel güç odaklarının ortaya çıktığı, savaş tehdidinin güçlendiği, ülkemizin bağımsızlığı ve egemenliğini tehdit eden gelişmelerin yaşandığı bu dönemde sergilenen olayların perde arkasını iyi görebilmek ve bunlara karşı milli bir duruş ve irade sergilemek, geleceğimizin kaderini belirlemek demektir. Bugün yaşadığımız dönem, küresel dengelerin yeniden yazıldığı, güç mücadelelerinin keskinleştiği ve ulus-devletlerin varlığını tehdit eden dinamiklerin arttığı bir süreçtir. Bu noktada, milli bir duruş sergilemek yalnızca savunma refleksi değil, aynı zamanda gelecek nesillerin özgürlüğünü ve refahını garanti altına almanın temel şartıdır. Emperyal güçlerin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılan siyasi, ekonomik ve sosyal senaryolar, ancak milli bir stratejik zekâyla bertaraf edilebilir. Yukarıda tarihi olaylar ve sonrası konusunda verdiğimiz örnekler gösteriyor ki, bugün toplum ve özelde gençler, verdikleri kararlar ve sergiledikleri davranışlarla bu ülkenin ve kendilerinin geleceğini şekillendirmektedirler.

Unutulmamalıdır ki, tarih çok çabuk geçiyor, ancak izler ve sorunlar derin iz bırakıyor. Bu izler ve sorunlar tahmin edildiğinden çok daha zor tedavi ediliyor. Devletlerin ve toplumların siyasi tarihlerinde bunun çok ibret dolu örnekleri vardır. Kısa vadeli çıkarlar uğruna, uzun vadeli stratejileri feda edenler asla refaha ve güvene kavuşamazlar. Kendi siyasi tarihimizde ve bazı toplumların tarihine baktığımızda gördüğümüz gerçek şudur ki, siyasal çıkar ve rekabet uğruna ayrışmış ve milli birlik duygusunu kaybetmiş toplumlar, dış güçlerin oyuncağı haline gelir. Milli birlik sıradan bir söylem değil, bir toplum manifestosudur.

Güçlü bir devlet, güçlü bir millet ancak ve ancak güçlü irade sahibi bir toplumla ortaya çıkar. Toplumlar ya kendi geleceklerini kendi milli ve manevi/kültürel değerleri doğrultusunda milli birlik çinde kendileri yazar ya da başkalarının yazdığı senaryolarda figüran olur.

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler