“TÜRK’ÜN TÜRK’E KÜSECEĞİ ÇAĞ MIDIR?”

A+
A-
Gece yarısı telefon geldiğinde pek hoş karşılanmaz. Ama ben bilirdim ki bu saatlerde sadece Dilaver Ağabey arar. “Gardaşım şimdi Üsküdar sahilindeyim, yıldızların altında yürüyorum, aklımdan şiir yazmaya çalışıyorum, gardaşımı bir arayayım dedim.” der, ardından yazmaya çalıştığı şiirden birkaç mısra okurdu.
Dilaver Cebeci adını 1970’li yıllarda duymuştum. Bozkurt, Töre dergilerinde şiirleri, yazıları yayımlanıyordu. Evdeşi Ayla Cebeci’de kısa hikayeler yazıyordu.
Dilaver Ağabey’in ilk bildiğim kitabı Hun Aşkı idi.
Hun Aşkı’nı 1976-77 yıllarında Adana’da almış, 2003 yılında da Dilaver Ağabey’e imzalatmıştım. ‘’ Eski yıllar hatırasına ‘’diye. 1973- Töre- Devlet Yayınıydı kitap. Kapak Yılmaz Yalçıner’in, desenler Garip Kafkaslı’nındı. 2014 yılında yayımlanan Gök Aradık Tuğlara kitabıma da desenlerinden vermişti Garip Kafkaslı (Dr. Ahmet Ali Arslan) Ağabey, tam 41 yıl sonra.
Kitaba’ Gelin bizim mavi denizlerimiz… Hürriyet türküleri dinleyerek büyüyen çocuklar ve Deli Osmanlı Pehlivanlar aşkına gelin.
Ötüken Ormanı’nda yeni çiçekler büyüsün. Tanrı Dağı’nda kapuzlar çalsın yeniden. Bir gelin gelsin Semerkent’tan Ankara’ya. Gözleri yaşlı olmasın.
Gelin bizim kalem gibi minarelerimiz. İpek yolundaki susuz otların inadına, yeniden canlansın kervansaraylar.
Biz günde beş kere Tanrı’nın huzurunda uzak kıyıları söylüyoruz.
Atlas yelkenli gemilerle gelin, gelin ey mavi denizlerimiz.’’ diye başlamıştı Dilaver Ağabey.
Dilaver Ağabey’in ezberlediğim şiirlerinden birisi de Hun Aşkı’ydı.
Yağı hurra edip hücum edende
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Yüz bin değer yıkılırken bir günde
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Daha o yıllar Rusya dağılmamıştı, dağılacağı aklımızda bile yoktu. Esir Türklerden konuşurduk. Birileri Rusya diyordu, Çin, Arnavutluk, Küba diyordu. Biz esir soydaşlarımız diyorduk özlüyorduk.
Kafir oku hedef doğar uzaktan
Haber gelmez Kırgız, Tatar, Kazak’tan
Kurtulmadan içerdeki tuzaktan
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Türk’ün Türk’e küseceği çağ değildi elbette, Türk Dünyası’ndan da haber gelmiyordu.
O yıllar neredeyse okuyacak kitabımız bile yoktu.
Tercüman Gazetesi’nde Rauf Tamer fıkralarını ‘’Solun Namusu’’ diye bir kitapta toplamıştı da neredeyse almayan arkadaşlar kalmamış gibiydi. Hatta sol yayınları satan kitap evlerine gidip ‘’Solun Namusu’’var mı? ‘’ diye sorup “yok” cevabı almak keyiflendirir olmuştu bizleri. (Şimdi Rauf Tamer her hangi bir yerde yazıyor mu? Yazdıklarını kitap haline getiriyor mu? Alanı var mı? Bilmiyorum)
İnce iken bükmek kolaydı. İnce yufka demekti. Karşılığı da kalın, bükülmezdi. Güçlü olunmalıydı.
Devam ediyordu;
Kalın ordu nerde olsa görülür
Ülkülere birlik ile varılır
Yoldaşımız gök pusatlar darılır
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Ülkülere birlik ile varılırdı elbette. Birbiri için canını veren insanlar vardı. Menfaat yoktu, riya beklenti yoktu, şüphe yoktu. Sadece Allah rızası içinde yapılanlar.
Adana’da talebelik yaparken, sene 1978 olabilir, Mersin’de bir lise talebesinin solcular yüzünden okula gidemediğini hatta oralarda kalırsa hayatının tehlikede olduğunu söylediler. Gidip o arkadaşı buldum. Ailesine Eskişehir’e götürmek istediğimi söyledim, kabul ettiler. Aldım, getirdim, bir okula güç bela yazdırdık. Kalacak yer bulamadık. Anneme, babama, kardeşlerime ‘’ bu çocuğu çocuğunuz sayın bizim evde kalıp okula gidecek’’ deyip emanet ettim ve tekrar Adana’ya döndüm. (bu başlı başına bir yazı konusu olmalı.) Güvenip 15-16 yaşındaki evladını hiç tanımadığı birisine teslim etmek veya hiç tanımadığı bir çocuğun sorumluluğunu alıp on iki saat uzakta hiç görmediği, bilmediği bir şehre getirmek bu zamanda olur mu, onu da kabul ederler mi, edilir mi, bilmiyorum.
Yere bakarsak hep sınırlı şeyleri görürdük, masa, sandalye, makam, para vs. ama göğe bakarsak sonsuzluğu, maviyi… Ama göğümüzden mavi rengi çalmışlardı.
Göğümüzden mavi rengi çaldılar
Tanrı Dağ’da tuğumuzu yoldular
Yurdumuzu bölük bölük böldüler
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Yolumuz ufukların bittiği yere olmalıydı, ilkin yol iki denize idi. Malazgirt Kızıl Elmaydı, İstanbul Kızılelma’ydı, İstanbul’u aldık Kızılelma Vatikan’a gitmişti. Yedi derviş bir kilime sığar, iki hükme bir cihan dar gelirdi.
‘’Üzerinde gün batmayan ‘’ilin yok
Yandı Asya tutunacak dalın yok
Sarp dağları aşmak için yolun yok
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Gökle irtibatımız vardı. Anka’ydık, şahindik, atmacaydık, doğandık, toygardık. Hatta Türk’ün kodlarını bilenler çok satmak adına arabalarına marka yapmışlardı. Alp’tik, Eren’dik. At sırtında uyurduk. At ile bütünleşmiştik, uzaklar yakın olurdu.
Hani Ayasofya’nın çatlağını Peygamber Efendimize söyledikleri zaman ‘’İstanbul muhakkak fethedilecektir, onu fetheden emir ne güzel emir, onun askeri ne güzel askerdir.’’demişti ya yiğitliğimiz muştulanmıştı.’’Yıldızların söneceği güne “ saklanmış yıldızlarımız vardı. Ebulfeyz Elçibey “Bazen önünü bulutlar kapatsa da biz kutup yıldızının orada olduğunu biliriz.” Diyordu. Binlerce yıl önce atalarımız kutup yıldızına “Demirkazık” diyordu. Rahmetli babamın Kore’deki birliğinin adı da “Demirkazık”mış. Binlerce yıllık gelenekten gelen yol, geleceğe doğru devam ediyordu.
Hey şahinler, cılasınlar, Alperler,
Yiğitliği muştulanmış askerler,
Soğuk yaman, bulut kara, gök gürler,
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?
Dilaver Cebeci sadece şair değildi. Mavi Türkü kitabı vardı birde. Oradaki çok sevdiğim yazılardan birisiydi “Saz”.

“Bir sazım olsa, göğsüne ortası kanlı bir yürek resmi yapardım.” diyor ve devam ediyordu.

O kadarcık mı? Sapına da bir çiçek… Papatya mı desem, lâle mi çiğdem mi? Herhalde kocaman bir papatyayı tercih ederdim. Tellerini özene bezene gerer, iyice bir düzen verirdim .”Teller muradını alırdı” Onu dost bilirdim. Bir askerin tüfeğine baktığı gibi bakardım, canım gibi severdim. Sazını ihmal edenlere nasıl kızmayayım. Ah bir saz çalabilsem. “Hele çal bakalım aşık” dediler mi, şöyle üstüne kapanır, gözlerimi yumar, parmağımı o kocaman papatyanın sağında, solunda, ortasında gezdirerek, önce;

“Meşeler göğermiş varsın göğersin
Söyleyin huysuza durmasın gelsin”

diye başlardım..

Bir sazım olsa, kolunun tam ucuna beş renkli bir püskül asardım. Mavi, yeşil, kırmızı, siyah ve sarı…Niye bu renkleri seçtiğimi, püskülünün neden bir tuğu andırdığını sorarlardı elbet.. Candan yürekten, şevk ile anlatırdım. Hatta beş rengin sırrını bile söylerdim. Sonra öyle bir türküye başlardım ki, dinleyenler önce birbirlerinin yüzüne bakıp ağızları açık kalırdı. Sazımın telleri duyulmamış sesler çıkarır, ben duyulmamış o türküme devam ederdim.

“O yar gitmiş yetişemem göçüne,
Ahdim olsun altın takam saçına..”

Yıl 2003 idi. Eşi Ayla Abla’yı aradım. Dilaver Cebeci Ağabey’i Eskişehir’de misafir etmek istediğimi söyledim. Tren ile geldi Dilaver Ağabey. Rahatsızdı, bazı olayları hatırlayamadığını söyledi.

Osmangazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bölümündeki hocaların yanına gittik. Türk Müziği Derneği’ndeki arkadaşlarla konuştuk. Bozüyük Türk Ocağı’nda toplanan arkadaşlara şiirlerini nasıl yazdığını, hatıralarını anlattı. Her gün bir öncekinden daha iyi oldu. Babamın yanına gittik. Köydeki dağları görünce “beni dağlara gömün” demişti.

Yıldız Sarayında Fesler ve Şamdanlar şiiri vardı.

Osmanoğlu, hey Osmanoğlu!
Balkan siyahı perdeler inmiş gözlerine,
Omuzların çökmüş Osmanoğlu!
Burası Yıldız Sarayıdır yıldızlar gibi yalnız;
Kasem olsun ki doğup batan yıldızlara,
Çift kanatlı kapılar hahamlar kadar imansız.” diye başlıyordu.

Bu şiirde geçen olayları Balkan Savaşı’nı, Yıldız Sarayı’nı, Selanik’i anlattı.

Bir başka şiirini belediye otobüsünde son durağa kadar üç sefer gidip geri geldiği zaman yazdığını söyledi. Şoför acayip acayip bakmış ama şiiri de bitirmiş o arada.

Dilaver Ağabey Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi adı altında yazılar yazıyordu. Bu yazıları Devranname, Seyranname adı ile kitaplaştırmıştı.

Bizim Eskişehir’de güzel bir arkadaşımız var, Prof. Dr. Zeki Atkoşar.

Bir gün kayınbabasının evinde otururken eski tarihli (25.11.1990) bir gazete eline geçiyor. Gazetede Dilaver Cebeci Ağabey’in Seyyâh-ı Fakîr Evliyâ Çelebi adı altında, hoş üslubuyla yazdığı yazıyı okuyor, çok hoşuna gidiyor.

Sonra oturuyor, aynı üslupla Dilaver Ağabey’e bir mektup yazıyor.

Dilaver Cebeci Ağabey’in yazısının bir kısmı şöyle;

“Garibe-i Banka- Metelik

Hicrî bindörtyüz onbir Cemâdü’l evvelinün gurresinde, Medîne-i Üsküdar çarşusunda serseri gezer iken, kenâr-ı caddede karga derneği misillû bir cemâat-i kesîreye gözüm düş olup, anlara doğru vardukta gördüm ki bir nice avret ü er, mâde vü ner, hây ü hûy ü gulgûle ile bunda tecemmû eylemişler, İbâdullah pire gibi kaynar. Kesret-i nâs ü vefret-i ecnâsdan dost ü düşmenün birbirinü teşhise iktadârlaru yokdur. Yâd ü biliş birbirinden şöyle temyiz olmuşdur kim oğul atasın seçemez, karıncanun ol mahalle yolu uğrasa, kendüye bir delik bulub geçemez. Arsâ-i Arasat gibi herkes matlûb ile mağdûbu birbirine karışdurur. Burası bir cây-i kesret ü mahal-i hayret olmuşdur kim gedâ vü gânî, şerîf ü denî birbiründen müstağnîdür. Ne Zeyd Amr’un ahvâlin görür, ne Amr Zeyd’ün varlığun bilür. Her birisinün elinde bir küçük kırtasa, karşudaki dükkâne müteveccih indifâ-ı gayz ile söyleşüb dururlar. Güyâ ki rûz-i haşr ü saat-i neşrdür.”

Bu yazıyı okuyan Zeki Bey aynı şekilde bir yazı gönderiyor. Bu da Zeki Bey’in yazısının bir bölümü;

‘’Muhterem Çelebi Efendim,
Bu hakîr ü pür-taksîr belde-i Eskişehir’de Anadolu nâmı ile meşhûr ü ma’rüf Dârü’lfünûn, Mekteb-i İspençiyâr-i Âlisinde Kimyâ-yı Tahlîl-i Keyfî vü Kemmî ile muvazzaf bir kimesneyim.

Bundan takrîben bir sene mukaddem bir yevm-i hâmiste hâne-i kaaimpederde müsâfir idim. Esnâ-yı sohbet-i yârânda fersûde olmuş cerâidi tetkik ider iken gûşe-i cerîde-i Türkiyyede ‘’Seyyâh-ı Fakîr Evliyâ Çelebi’’ serlevhası ile neşrolunmuş bir makaleye dîdem dûş olub nazar-ı dikkatimi celb ittikde hemân kıraate şuru ‘ eyledüm. Mezkûr makalede gaayet beliğ bir lisân-ı Osmânî vü üslûb-ı zebân-ı Çelebi ile Banka-Metelik tesmiye olunan bir âlet-i nev-zuhûrdan bahsolunup tâife-i me’murînin ahvâl-i pürmelâli nüktedâr ü üstâdâne bir tarz-ı nev-edâ ile beyân idilmiş idi. Elhak merhûm Çelebi Hazretleri dahî bu âlem-i fânîde ber devâm-ı hayât olsa idi, zannımca her hâl ü kârda böyle tavsif iderdi. Hakîr dahî bu letâif ü hoş-beyândan kesb-i keyf ile hem mütehayyir hem de mütelezziz olmuş idim. O günden berû mezkûr gûşe-i müstesnâyı takib eylemek husûsunda âdetâ mübtedâ oldum. İş bu ahvâle lisân-ı garbîden mülhem HOBİ dirler kim, lisân-ı Fârisîdeki HÛBÎ kelimesünden galat olub, o dahî güzellik, hoşluk mânâsına tekabül ider.”

Dilaver Cebeci Ağabey, Zeki Atkoşar Bey’in yazdığı yazıyı da 16.2.1994 tarihinde köşesinde yayımlıyor.

Dilaver Cebeci’nin bir neslin üzerinde hakkı var.

“Kelkit’in altı bağlar,
Kar yağar seki ağlar,
Muratlı murat almış,
Muratsız her gün ağlar.”

Bu türkünün söylendiği topraklarda mayalandı Dilaver Ağabey’in dünyası.
“Dedemden yadigâr bir sokak boyunca yürüyoruz” diyordu Kıyam Düşünceleri’nde.
İşte o güvercin kanatlı çağda,
..
Örümcekler duvar örer,
Kuşlar ordu bozardı.
Türküler kanat kanattı onda.
Kirpiği kaşına değdiği zaman sinesine yüzlerce ok saplanırdı. Mete’nin ordusundaydı o sıra. Topraklar yağmura doyduğu zaman doyardı ona.
Aklı saçlarına takıldığı zaman erguvan arzular dolardı içine.
Yıldızlar, sitare’ydi.
Siyah benli bir kız kaçardı düşlerine.
Kurşun benizli bulutlar gelirdi ufuklarından.
Susayıp su diye içerdi zamanı.
Tesbihi ülküsünün doğum sancısıydı.. Alnında otuz üç damla terdi.
Çeğen tepesinde uzun, yorgun ve yenik gecelere hüzünlüydü.
Kerkük türküleri gibi kelepçeliydi.
Saçlarında kurt nefesli rüzgârlar dolaşan ülkü çağının bahadır meleklerine sevdalıydı. Kıbleli rüzgârlar doluyordu içine.
Kalem ile, süngü ile Türk ve Turan yazıyordu.
Yunus’un geçtiği şarlardan geçmişti.
Horasan göklerinde yıldızlarla söyleşmişti.
Ülküsüne baş koymuştu.
Asırlarca kır atını suladığı zamanlardan üç bin yıl sonra doğacak torununa selâm gönderiyordu.

O bizim Dilaver Ağabeyimizdi.
Bir neslin şiiriydi.

Ve Kelkit türküsü devam ediyordu;

Baba bir baktı geçti,
Bilmedim vakti geçti,
Dünya bir pencereydi,
Her gelen baktı geçti.

Mekânı cennet olsun…

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler

Yorumlar (0)

YORUM YAZ

Bir yanıt yazın