Yakın bir tarihte memleketim Kızılcabölük’ten Muğla’ya geçtim, oradan da Ula’ya geçtim. Maksadım Ula’nın kalbinde yatan Hüsâm Efendi hakkında ilgi edinmek idi. “Akhisarlı Mecdüddîn İsâ” ve onun öncesinde Akşemseddîn ve Hacı Bayram Sultan ile ilgili araştırmalar yaparken kaynaklarda Şeyh Hüsâm’dan bahis geçiyordu. Belli ki bu Hüsâm Efendi’in Hacı Bayram silsilesiyle bir alakası var idi. Bu meyânda Hüsâm Efendi türbesini inceledim, notlarımı aldım, dosyama koydum.
Görenlerin mâlumudur, İlçe merkezinin tam ortasındaki Hüsâm Efendi’ye ait bir türbe bulunmaktadır. Eyvallah da bu Hüsâm Efendi’nin kim olduğunu sorduğum kimse bilmiyordu. Dönemin Belediye Başkanına telefonla ulaştım. Durumu anlattım. Bu zatın Bayramiyye’den bir büyük zat olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Muhterem “Sen kimsin? Senin bilgilerinin doğruluğuna kim inanır!” falan fülan dedi, kaba ifadelerle telefonu yüzüme kapattı. 2024 senesinin Ağustos ayında yolum bir şekilde yine Ula’ya düştü. Bu sefer dedim bakalım bizi kim karşılayıp bir çay içirecek? Belediye elemanları orada ayakta konuşuyorlarmış “başkan burada mı” dedim. Yukarıda dediler. Kapısı açıktı selam verdim kendimi tanıttım buyur etti. Sağolsun. Baktım telaşlı. Fazla vaktinizi almayayım sayın başkan daha önce geldim, şöyle şöyle oldu dedikten sonra bir şeyler demeye çalıştım fakat dinleyecek halde değildi.
Açıkça söyledi “Hocam ben bu işten anlamam ilgililerle konuşayım” dedi. Bir kağıda ismimi yazdım gerekirse arayın falan dedim. Şu ana kadar arayan olmadı. Belki olur. İlçenin müftüsü bu işlerle ilgili mi onu da bilmiyorum. Hani en azından türbe girişine konulmuş olan levhadaki bilgileri düzelttirebilir miyiz gibi düşündüm. Bu konuda da başarılı olamadım. Sonuçta Hüsâm Efendi’nin kimliğini anlatamayan bu tabelanın tarihî belgeler ışığında yeniden yazılıp düzeltilmesi gerek. Kitabenin fotoğrafını çektim lakin o anda orada okuyamadım. Bir fotoğrafını aldımsa da sanırım güneş ayarlamasını iyi yapamadım. Tekrar Muğla’ya ve oradan da memleketim Kızılcabölük’e döndüm.
Muğla’dan geçerken (10 Ağustos 2024) gönlüme Namık Açıkgöz Hoca geldi. Yerinde ise bir selam vereyim, bir kahvesini içeyim kabilinden aradım. Hoca ile Agademi’de buluştuk. Bilenlerin bildiği üzere Menteşe’nin kültür işleri Ondan sorulur. Nitekim resmi kültür müdürlerine “Hüsâm Efendi” hakkında sorduğum soruların hiç birine cevap veren olmadı. Muhtemelen müdürlerimiz yazdıklarımızı okumadan çöpe attılar. Böyle bir ortamda İyi ki Namık Açıkgöz gibi bilgeler var da şehri ihya ediyorlar diye düşündüm. Zât-ı âlîleriyle Agademi’de konuşurken:
“Mustafacığım kitabeyi ben okudum sana vereyim.” dedi. Sağolsun hemen verdi ve türbenin ihyasıyla ilgili kitabe elinizdeki kitapta değerlendirildi.
Fakir Ulalı Aziz’i yazayım mı yazmayım mı diye çok düşündüm. Yaş 65. Sağlık problemlerimiz var. Sağ kolum ve elim artık iflas etti. Boyun fıtıklarının verdiği sıkıntılar da cabası. Artık bilgisayardan uzak durmam gerekiyor. Ama ne mümkün…
Bu sene (2025) Ağustos başında Marmaris’e giderken Hazret’in türbesine yine uğradım. Gönlüme baktım her halde zamanı geldi , “Artık beni yaz, şiirlerimi de açığa çıkar! Diyordu Ulalı Azîz. Marmariste’ki kardeşlerimizden Ahu Güntekin de “Hocam bu kitabı yazmalısınız! Hüsâm Efendi’yi bu çevre tanımalıdır” deyince bütün işleri bir kenara bırakıp “Hüsâm Efendi Dosyası”nı yeniden açtım ve yazmalar arasında gezinmeye başladım. Dosya büyüdükçe büyüdü. Öyle ki bu dosyadan birkaç doktora çıkabilirdi.
Bendeniz o büyük çalışmaları gençlere bırakıp Ulalı Aziz’e bir takrizle yetineyim dedim ve elinizdeki bu mütevazı eser şekillenmeye başladı. Eser şekillenmeye başladı da konunun içine girdikçe Ulalı Aziz’in etrafında meydana gelen pek çok mes’ele de sökün etti. Evvel emirde Aziz Hazretleri’nin hayatı bilinmiyordu. Dîvânı’nın varlığından kimsenin haberi yoktu. Dahası ona ait olduğu yüzde yüz kesin olan “Dîvân-ı İlâhiyât” her nasıl olduysa –yakın dönemlerde- Pir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’ye maledilmiş ve onun adına birkaç neşriyatta bulunulmuştu. Bunların yazılıp ayıklanması gerekti.
Hemen işaret edelim ki biz konunun içine girince, şu şunu yapmış, falanca şu hatalı çalışmalara imza atmış falan demeden ve hiç detaya girmeden meselenin sadece doğrusunu yazmakla yetindik.
İmdi sadede gelelim:
“Hüsam Efendi!” Anadolunun Ula gibi merkezine uzak ücra bir semtinde çerağ uyandıran bir ulu gönüldür. Vahib Ümmi’nin Elmalı’da, Hz. Pir Şaban-ı Veli’nin Kastamonuda, Merkez Efendi’nin İstanbul’da gönüller tutuşturduğu bir zamanda Şeyh Hüsam Efendi de Ula’da gönül ocağı uyandırmıştı. Sinesi yangına düşenler o tarihlerde bu ocaklarda pişiyordu.
Muabbir Hüsâm Efendi
Kimdi bu büyük gönül?
Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin neslinden bir merd-i Hudâ.
Devrinin aşk Düldülünü binek edinip elindeki Zülfikârıyla meydanda devrini süren erenlerinden biriydi o.
Gelibolu’da yaşarken Bayramiyye tarikına intisap etmeyi arzu edince Akhisar’a gelip Şeyh Mecdüddin İsâ Hazretlerine bey’at etmiştir. İnâbeden sonra şeyhin emriyle yedi sene bir mağarada sülûk çıkarıp tekrar Akhisar’a dönen Husâm Efendi kerâmeti zâhir bir velâyet ve hilâfet sahibi olmuş idi.
Şehre dönünce kendisine bir pabuç lazım olduğunda dervîşlerden birinin “Aptallığı ko, var bir pabuç akçası kazan!” lafını içerleyip Akhisar’dan ayrılıp izini kaybettiren azîz, Aydın’a bağlı Köşke nakletmiş ve burada bir müddet değirmen işletmiştir.
Nihayet şeyhinin arzûsuyla gönderdiği iki dervîş ile tekrar Akhisar’a dönmüştür. Sözkonusu menâkıpnâmeye göre Hüsâm Efendi’nin Şeyh Ali ve Şeyh Mehmed Efendi iki oğlu vardır. Bunların her ikisi de kendisinden hilâfet almışlar ve irşâd ile meşgûl olmuşlardır.
Husâm Efendi şeyhinin arzusuyla bir ara Mısır’a gitmiş ve orada Halvetî şeyhi İbrahim Gülşenî Hazretleri (ö. 1534) ile görüşmüştür. Onun teberrüken Gülşenî hilâfetine sahip olduğu da anlaşılmaktadır. Ona “Muabbir” lakabını veren de Gülşenî Hazretleridir. Mısır’da bir müddet kaldıktan sonra hac için yola çıkan şeyh, yolda Fahreddîn-i Irakî Hazretleriyle görüşüp sohbet etmiştir. Nihâyet Hac farizası için gittiği Mekke’de yedi sene mücâvir olmuş sonra Menteşe’de Ula’ya dönen Hüsâm Efendi burada halkın irşâdıyla meşgul olmuştur.
Kabrinin yedi sene sonra açılmasını vasiyyet eden şeyh, bizim cesedimizi toprak yemez diyerek bu âlemden göçmüş, nitekim dediği gibi kabri yedi sene sonra açıldığında cesedinin olduğu gibi durduğu görülmüştür. Vefâtından önce hanımına, “Seni Allah’a ısmarladım.” Diyerek o anda göçmüştür.
Hüsâm Efendi’nin elimizde bilinen tek eseri “Divân-ı İlâhiyâtîdır. Bunun şimdilik tesbit ettiğmiz ………nüshası bulunmaktadır. Bunlar ……….künyeli eserlerdir. Söz konusu divan, şeyhin oğlulları……. Tarafından “Mecmua-i mergube” adıyla derlenmiştir. Bu Mecmûada …………şunların divanları veya müstakil şiirleri bulunmaktadır.
Yorumlar (0)