KİM BU DAĞLILAR?
Ülke olarak birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde ??Böyle bir soru nerden çıktı ?? diye düşünebilirsiniz.
Geçenlerde bir dost meclisinde yaşlı bir amca bana şu cümleyi kurdu:
“Evladım, biz eskiden yanlış gördüğümüzde, kimin yaptığına bakmadan söylerdik. Şimdi herkes, karşısındakine değil, başına gelecek olana bakıyor.”
Bu söz, aslında içinde bulunduğumuz zamanın özeti. Artık yanlışın kendisinden çok, yanlışın sahibine göre tavır alıyoruz. Haksızlık karşısında susmak, pek çok kişi için bir “hayatta kalma stratejisi” haline gelmiş durumda. Oysa tarih bize defalarca öğretti: Sessizlik, kötülüğü ortadan kaldırmaz; aksine, ona meşruiyet kazandırır.
Vicdan, insanın en sessiz ama en doğru terazisidir. Fakat bu terazi, sürekli ertelenen tepkilerle bozulur. Önce küçük yanlışlar “Aman bana dokunmasın” diyerek görmezden gelinir. Sonra daha büyük hatalar sıradanlaşır. En sonunda gözümüzün önündeki adaletsizlik, “alışkanlık” perdesiyle görünmez hale gelir.
1950’lerde yapılan Solomon Asch uyma deneyleri, bu durumu bilimsel olarak ortaya koydu: Katılımcıların %32’si, açıkça yanlış olan çoğunluk görüşüne uydu. Daha da çarpıcı olan, katılımcıların %75’inin en az bir kez yanlış olduğunu bile bile çoğunluğa katılmasıydı. Bu, insanın doğru bildiği bir şeyden, yalnız kalmamak uğruna nasıl vazgeçtiğinin somut kanıtıydı.
Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann’ın “Spiral of Silence” (Sessizlik Sarmalı) teorisine göre, çoğunluk görüşüne karşı çıkanlar dışlanma korkusu yaşar. Bu korku, onları sessizliğe iter. Sessizlik büyüdükçe, yanlışın sesi daha baskın hale gelir ve “çoğunluğun görüşü” gibi algılanır.
Bugün iş dünyasında liyakatsizlik, sokakta şiddet, siyasette yolsuzluk ve günlük yaşamda sahtekârlık bu yüzden kolayca normalleşebiliyor. Çünkü kötülük sadece yapanların değil, seyredenlerin de eseridir.
Sessizlik, bulaşıcıdır. Bir kişi sustu mu, diğeri de susar. Bu zincirleme etki, kısa sürede toplumun reflekslerini köreltir: Korku kültürü, doğruyu söylemenin bedelinden korkan insanların sustukça korkunun büyümesi; konformizm, rahatını bozmamak için sessiz kalmanın uzun vadede sistemin çürüyen dişlilerine hizmet etmesi; yanlışın normalleşmesi, sustukça yanlışın görünmezleşip meşrulaşması…
2018’de PLOS One’da yayımlanan bir araştırma, sosyal baskının bireylerin görüşlerini %33 oranında değiştirdiğini, sadece baskı yoluyla %10’unun fikrini tamamen tersine çevirdiğini ortaya koydu. Bu, sessizliğin sadece pasif bir tavır değil, aktif bir dönüşüm gücü olduğunu gösteriyor.
Çoğu zaman suskunluğumuzu “Benim görevim değil”, “Ben ne yapabilirim ki?”, “Dünyayı ben mi kurtaracağım?” gibi bahanelerle süsleriz. Ama her susuş, bir yanlışın ömrünü uzatır. Geçmişte küçük bir usulsüzlüğe “Ne olacak ki?” diyenler, bugün ülke çapındaki büyük yolsuzluklardan şikâyet ediyor. Küçük bir hak gaspını sineye çekenler, bugün adaletin yerle bir olmasına şaşırıyor.
Çözüm, “Tek başına ne değişir ki?” cümlesini tarihin çöplüğüne atmaktır. Asch deneyinde, yalnızca bir kişinin gerçeği söylemesi bile diğerlerinin doğruda kalma oranını ciddi biçimde artırmıştı. Bu bize gösteriyor ki, tek bir cesur ses, sessizlik duvarını yıkabilir.
Hakikat, konforlu koltuklarda değil, bedel ödemeyi göze alan dudaklarda hayatta kalır. Yanlışa karşı ses çıkarmak, bazen işimizi, dostumuzu, itibarımızı riske atmak demektir. Ama susmak, onlardan daha değerli bir şeyi, kendimizi kaybetmektir.
Vicdan istifa ettiğinde, geriye sadece alışkanlıklar kalır. O alışkanlıklar da bizi insan yapan değerleri yavaş yavaş yok eder. Bugün yanlış karşısında sustuğumuzda, yarın haksızlık bize dokunduğunda çığlığımızı duyacak kimse kalmayabilir.
Sustukça sıra bize gelir.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)