Ali Akbaş Ağabey ile… 1
Şiirin herkese göre bir tarifi var...
Kayseri’nin gönül sultanlarından, irfan ve aşk macerasının en yakıcı, en güzel örneği Yaman Dede (Diyamandi, Abdulkadir Keçeoğlu), yüzyıllardır bu aziz toprakları mayalayan Hz. Mevlânâ’nın milletimize armağanlarındandır. Üsküdar Mevlevî zâviyesinin son postnîşîni, Kayseri’li Ahmed Remzi Dede’den (Akyürek) manevî açıdan nasiblenmiş olan Yaman Dede’yle ilgili birçok yazılı kaynak mevcuttur. Bunlar arasında, Mustafa Özdamar (Yaman Dede), Doç. Dr. Sezâî Küçük, Muhsin İlyas Subaşı (İki Mevlevî, Yaman Dede-Remzi Dede), Mustafa Demirci (Aşkın Bedeli), Ahmet Kahraman-Hayreddin Karaman (Yaman Dede, Mehmed Kadir Keçeoğlu), Osman Nuri Küçük (makaleleri), Haşim Şahin (https://islamansiklopedisi.org.tr/yaman-dede) anılabilir. Mustafa Özdamar’ın kitabında yer alan kapsamlı hatıralarıyla, Hayreddin Karaman, Bekir Topaloğlu, Yaşar Kandemir, Ahmed Kahraman, Emin Işık ve diğer hocalardan ayrıca söz edilmelidir. Yine talebesi olan Osman Nuri Topbaş hocamızın da, Hak ve Resulullah âşığı olan hocasıyla ilgili pek güzel hatıraları vardır. Yaman Dede’nin, gerek yabancıların kolejlerinde gerekse İmam Hatip Mektebi, Yüksek İslam Enstitüsü ve Çamlıca Kız Lisesi gibi okullardaki öğretmenliği esnasında öğrencisi olmuş pek çok kişinin şahitlikleri de son derece değerlidir. Türkçe, Farsça ve edebiyat muallimliği yapan bu aziz insan, konu ne olursa olsun, her dersinde mutlaka âşığı olduğu Hz. Mevlânâ’yı ve Ahmed Remzi Dede ile Celaleddin Dede’den okuduğu Mesnevi-i Şerîf’i, “bir beytini bütün bir cihân edebiyatına değişmem” dediği Divân-ı Kebîr’i, Rubaiyyât’ı, Fîhimâfîh’i, Mektubât’ı anmış; onlardan iktibaslar yapmış, öğrencilerine gözyaşları içinde, emsalsiz bir aşk heyecanıyla anlatmıştır. Bu bakımdan, ondan ders alan herkeste mutlaka Hak, Resulullah ve Hz. Mevlânâ aşkı bulunmaktadır. Vefatından kısa bir süre önce görüştüğümüz Emin Işık Hocamızdan dinlemiştim : Yaman Dede, İstanbul İmam Hatip’teki derslerini son günlerinde zaman zaman aksatır olmuş. Doktorların bir türlü sebebini teşhis edemedikleri ve düşüremedikleri sürekli bir ateş ile yaşıyormuş. Ârız olan bu “ateş”in maddî bir sebebi olmadığını bizatihi hekimler ifade etmişler. Birkaç gün derse gelemeyince talebeleri merak etmiş. Emin Işık Hoca ile kardeşi, evine ziyarete gitmişler. Kapıda kendilerini karşılayan (Müslümanlığını açıkladıktan bir müddet sonra evlendiği, ikinci eşi) Hatice hanım (Pamuk Anne), “Çocuklar, hekimler ateşini bir türlü düşüremiyor, aman heyecanlandırmayın sakın, fena oluyor sonra!” diye ikaz etmiş. Odaya girdiklerinde yatakta bitkin bir halde istirahat ediyormuş. Eline temas ettiklerinde, Emin Hoca, gerçekten de yandığını görmüş. Bu ateşin, “ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma” çığlığındaki o muazzam, manevî âteş olduğunu hissetmiş.
Yaman Dede, birkaç şiiri ve mektubuyla, modern Türk Edebiyâtı’nda kendisine özgün bir yer edinmiştir. Bunu, henüz edebiyat münekkidleri ve tarihçileri idrak ve itiraf etmese de böyledir. (İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal’i istisna tutmak gerekir. Son Asır Türk Şairleri’nde Yaman Dede’yi anar ve hakkında bilgiler verir.) Şu benzersiz mısraları O’ndan başka kim yazabilir :
“Yak sînemi âteşlere efgânıma bakma
Rûhumda yanan âteşe nîrânıma bakma
Hiç sönmeyecek aşkıma îmânıma bakma
Ağlatma da yak hâl-i perîşânıma bakma
Ağlatma ki âlâmımı tahfîfe de başlar
Ağlatma serinletmededir bağrımı yaşlar
Rahmetme sakın gerçi dayanmaz buna taşlar
Ağlatma da yak hâl-i perîşânıma bakma
Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın
Âteşle yaşar yaşla değil yâresi aşkın
Yanmakdır efendim biricik çâresi aşkın
Ağlatma da yak hâl-i perîşânıma bakma”
“Yanmaktır efendim biricik çâresi aşkın…” Türk şiirinde son dönemde benzerine pek rastlayamadığımız mısrâ-ı bercestelerdendir. İnsanın, Yüce Yaratıcı’yla olan aşk macerâsını bir mısrâda bundan daha güzel özetlemek imkansız gibidir. Yaman Dede, aşkın, Hakk’ın bir sıfatı olduğunu Hz. Mevlânâ’dan öğrenmiştir. Fakat bu öğrenme bizatihi yaşayarak olmuştur. Hz. Pîr’e, “aşk nedir?” diye sorulduğunda, “ben ol da bil!” buyurduğu malumdur. Tatmayan bilmez. Dede, bunu bizatihi tattığından, sözün de çoğu zaman faydasız ve gereksiz olduğunun farkındadır. Ama aşk ateşinde bir semender gibi yaşamağa başladığında zaman zaman o sonsuz tadı ve ağırlığı birkaç kelimeyle bize duyurma ihtiyacı hissetmiştir. Bu muhteşem şiir, bunun en tatlı şahididir. Kendisinden yüzyıllar önce, “Yârab, belâ-ı aşk ile kıl âşinâ beni / Etme bir dem aşkdan cüdâ beni!” diyen Hz. Fuzûlî gibi, “Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar” demiştir. Bütün âşıklar aynı sırrı söyler. Aşkın, bir insanı ne hâle giriftar ettiğinin günümüzdeki en güzel örneği, Yaman Dede’dir.
Yaman Dede (asıl adı ile Diyamandi, özgün yazılışı ile Diamond -ki elmas demektir-), 1887 senesinde, Kayseri, Talas’ta dünyaya gelir. Rum Ortodoks Klisesi’ne mensup bir ailenin evladıdır. Babası Yuvan, Talas’ta, -daha sonra göç edeceği Kastamonu’da- iplik ticaretiyle uğraşmaktadır. Annesi Afurani, ev hanımıdır. Kendi ifadesiyle, “Rum Ortodoks câmiâsından bir Anadolu çocuğu” olan Diyamandi, dokuz-on aylıkken, şehrin Karadeniz’e yakınlığı sebebiyle (babası iplik ticareti yaptığından ve mal gemilerle gelip gittiğinden) ailesi Kastamonu’ya taşınır. Kastamonu, Halvetî irfan geleneğinin Şabanîyye kolunu kurmuş olan Şeyh Şâbân-ı Velî Hz.lerinin memleketidir. Bu gönül sultanının iklimine giren Diyamandi, ilk öğrenimine, Rum Ortodoks Okulu’nda başlar. 1901 senesinde Kastamonu İdadisi’ne girer. Özdamar’ın kitabından öğrendiğimize göre, -kendi ifadesiyle-, gönlüne Hz. Pîr’den aşk tohumunun düşmesi de bu süreçte gerçekleşir. İkinci sınıftayken, Farsça dersinde, İskilip’li Osman Efendi, “biraz Şeyh Sâdi-i Şirazî’nin Gülistan’ını ve sonra çeşitli metinlerden parçaları okutmaktadır.” Bir gün, tahtaya birkaç beyit yazar. Bunlar, Diyamandi’yi tutuşturmağa yeter. Dersaneyi ve siyah tahtanın bulunduğu noktayı, dün gibi hatırlamaktadır. Daha doğrusu hiç unutmayacaktır. Çünkü, Zweig’ın tabiriyle, “yıldızının parladığı an”lardandır. Hayatının bu kırılma anı, Dede’nin Hz. Pîr’in irfan ve aşk deniziyle kavuştuğu andır. Şöyle der : “Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî kaddesellahu sirrehussami fermayed:
“Bişnev in ney çün şikâyet mi koned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mi koned
Kez neyistân ta merâ bobrideend
Ez nefîrem merd ü zen nâlideend
Sîne hâhem şerha şerha ez firak
Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk
Talebe arasında sessiz, çelimsiz bir çocuk var. Tabiatı hüzne mail, dert ve gam müptelası bir çocuk. Adı Diyamandi. Anadolu söylenişiyle ona Yemandi diyorlar. Şahlar güzelinin güzel ismi söylenir söylenmez Yemandi’nin içinde ani bir infilak oluyor, çocuk derinden sarsılıyor ve o andan itibaren tatlı tatlı yanmağa başlıyor. Yanmaya başlıyor, fakat bunu seneler geçtikten sonra anlıyor. Anlıyor ki yanmaya başlamış da haberi yok. Mevlânâ ismi bana pek tatlı geldi. Beyitler beni pek derinden sarstı. Son beyit sinemi hakikaten şerha şerha etmişti. O andan itibaren tatlı tatlı yanmağa başladım. Şiddetle yakan fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler iç âlemimi kaplamıştı. Bunu hiçbir kelime ile anlatamayacağım. Demek oluyor ki aşkın Sultanı, mübarek isimleri tahtaya yazılırken mübarek nazarlarını gönlüme çevirmiş, orada hiç sönmeyecek yangını yakmış, aşkının oklarını sineme saplamış. Bu macera kelimelere sığmaz. “Kanlı yol”un maceralarıdır.” (Mustafa Özdamar, Yaman Dede, 388-389)
“Kanlı yolun mâcerâsı”, bir kudsî rivâyeti hatırlatıyor : “Beni arayan beni bulur. Beni bulan beni bilir. Beni bilen beni sever. Beni seven beni tanır. Beni tanıyan bana âşık olur. Ben, bana âşık olana âşık olurum. Ben, âşık olduğumu öldürürüm. Onun diyeti bana farz olur. Diyeti, bizzat benim.” Bu ilke, aşkın, ayrı görünen iki varlığın birleşmesini ima ediyor. “Ölmeden evvel ölünüz” emri, hayvanî nefsten, insanî ruha yükseliniz manasındadır. Can verilmeden canân bulunmaz. Aşkın bedeli candır. Yaman Dede, can verip canânı bulmanın hikâyesidir.
Dede’nin İdadî’deki edebiyat hocası Sıddık Efendi de, ondaki üstün kabiliyeti ve hakikat iştiyakını fark eder ve özel olarak ilgilenir.
Bu yıllar, Yaman Dede’nin İslam’a yönelmesindeki âmilleri göstermesi bakımından önemlidir. Yine kendisinin aktardığına göre, “Yamandi Molla” olarak anıldığı Medrese günlerinde, bir hocasının aktardığı tarihî bir hadise onun hem Müslüman olmasında hem de yüksek öğrenimde Hukuk Fakültesi’ni tercih etmesinde etkili olmuştur. Yıllarca kadılık yapan imamlardan birisine dairdir bu olay. Kadı efendi, son günlerinde şöyle yakarır : “Yarabbi beni affet. Bunca sene kadılık yaptım, hep adalet üzre kararlar vermeğe çalıştım. Fakat bir defasında, Müslüman emir ile gayr-ı Müslim bir vatandaşı arasında bir dava vardı. Onda da yine adaleti gözettim. Gayr-ı Müslim haklı idi, onun lehine karar verdim. Ama kararı verirken bir an gönlümden, “keşke emir haklı olsaydı” diye geçti. Gayr-ı ihtiyarî de olsa gönlümden adaleti zedeleyeceğini sandığım böylesi bir düşüncenin geçmiş olmasından dolayı beni bağışla Yarabbi!” Yaman Dede, hocasının aktardığı bu hadiseden çok etkilenir ve “insanlara böylesi bir adalet duygusu bahşeden bir din, elbette haktır ve hakikattir” diye düşünür.
Hz. Mevlânâ’nın, Mesnevî’nin ilk onsekiz beytinin gönlünde yaktığı ateşle için için yanan Dede (Dede’ye, Yanan Dede, Yakan dede, Yanar dede lakapları da izafe edilmiştir) İslam’ı öğrenmek için kolları sıvar. Okul haricinde Medrese’ye de ilim tahsili için devama başlar. Medrese’den okula ders vermek için gelen hocaların peşini bırakmaz. Kitaplar edinerek okumağa, öğrenmeğe çalışır. Gönlüne dolan hakikat nurları, zaman zaman şiire dönüşür. Bu süreci anlatırken şöyle der : “Hidayet nurunu aldıkça halim değişmeye başladı. 15-16 yaşlarında yazdığım şiirler baştanbaşa hüznü ve elemi terennüm eder…
Bir misal de 20-21 yaşların ilhamlarından veriyorum. Mektep arkadaşlarımdan birine vermiş olduğum resmimin arkasına şu mısraları yazmıştım:
“Mahvolur bir gün vücûdum, nûr-i çeşmim söner.
Mahvolur ekdâr-i dil, ma’dum olur âlâm-ı can.
İntifa bulmak bilir mi şûle-i hubb-ü vedâd.
Perde-i zulmetle mestur olsa zîr-ü âsümân.
Resm-i hüznâ-lûduma atfeyle gâhi bir nazar
Muhterik bir kalbi yâd et, rûh-i zârı şâdmân.
(Bir gün vücudum mahvolur, gözlerimin nuru söner, gönlün kederleri mahvolur, canın elemleri yok olur. Yer ve gök karanlığın perdesiyle örtülmüş olsa sevginin ve dostluğun alevi söner mi? Hüzünlü resmime bazen bak, yanık bir kalbi hatırla. Ağlayan ruhu şâd et)” (Mustafa Özdamar, Yaman Dede, 86)
İdadî’den üstün dereceyle mezun olduktan sonra iki seneye yakın da medreseye devam eder. Kastamonu’nun manevî iklimi ve Hz. Pîr’in feyziyle, O, artık “Yamandi Molla”dır. İleride, İstanbul’da nasibine erişeceği Mevlevî Şeyhi Ahmed Remzi Dede, adını “Yamandi Molla”dan, “Yaman Dede”ye dönüştürecektir. Yaman Dede, bu süreçte, Farsça ve Arapça öğrenmeğe başlar. Bütün bir hayatını etkileyecek olan manevî ve entelektüel birikimin ilk yapı taşları bunlardır. Bir hatırasını anlatırken, girdiği Arapça imtihanından da söz eder ve şöyle der : “Arapça’ya düşkünlüğümü bildiklerinden iyice imtihan etmek için beni en son imtihana aldılar. İmtihan komisyonundaki üyelerden (o zamanki adıyla mümeyyizlerden) Nasrullah Medresesi Müderrisi Hacı Mümin Efendi adeta hatamı bulmak için epey uğraştı. Sınav tam bir buçuk saat sürdü. Sorulara verdiğim doğru cevaplar neticesinde aferin dedi. Aynı zamanda medreseye de giderek kendisinden ders alabileceğimi söyledi. “
Medrese tahsili belki de daha uzun sürecektir ama Dede, bu arada hukuk öğrenimi görmek üzere İstanbul’a gitmek durumunda kalır. Hukuk Fakültesi’ni 1913 senesinde yine başarıyla bitirir. Çok sevdiği öğretmenlik dışındaki mesleğine yani avukatlığa başlar.
Dede, geçimini temin ettiği avukatlık mesleğini uzun yıllar icra etmekle beraber, aşkla yaptığı öğretmenlikten asla kopmamıştır. Maddî ve manevî bir karşılık beklemeksizin, iştiyakla, öğrencilerine yıllarca hizmet eder. Bunlar arasında, Saint Michel, Saint Benoit, Saint Louis, Nötre Dame de Sion, Pangaltı Mıhitaryan, Heybeliada Ruhban Okulu vs.nin yanısıra, İstanbul İmam Hatip Mektebi, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü, Kandilli Kız lisesi, Çamlıca Kız Lisesi sayılabilir. Dede’nin öğrencileriyle karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı fevkalade güzel bir münasebeti olmuştur. Onlarla hem bir muallim hem bir baba hem de bir dost olarak yakinen ilgilenmiştir. Onlara Hak ve Resulullah aşkı vermiş, Hz. Mevlanâ’yı, eserlerini ve irfanını tanıtmıştır. Meslekî açıdan da üstün bir şekilde yetişmelerini temin için aşırı gayret göstermiştir. Öğrencilerinin Yaman Dede’ye dair hatıraları, Mustafa Özdamar’ın kitabında kapsamlı bir şekilde yer alır. Bu hatıralardan öğrendiğimize göre, O’nun öğrencisi olup da hayran olmayan, gönlüne Allah ve Resulullah aşkı düşmemiş kişi yok gibidir. Daima gözü yaşlı, mütevazî, saygılı, sevgili ve ilgili bir muallimdir. Ezan-ı Muhammedî’yi duyduğunda düşüp bayılacak kadar aşk doludur. Kuran okunduğunda gözyaşları yanaklarından sicim gibi akar. Hz. Mevlânâ dendiğinde bütün duygu ve heyecanları ayaklanır, haşyete garkolur. Yaman Dede, son derece az konuşan, daima melalli bir kimsedir. Şairin dediği gibi, “melali anlamayan nesle aşînâ değiliz.” Melâl, malum, sebepsiz hüzne denir. Bizim hakiki türkülerimizde, şiirlerimizde varolan duygudur. Fethi Gemuhluoğlu, bir konuşmasında, “sebepsiz hüzünleniyorsanız, bilin ki Allah’a çok yakınlaşmışsınız demektir” rivayetini aktarır. Yaman Dede, melalin mücessem halidir, dense yeridir.
Bu arada, evlatlarının dinî merak ve çabalarından endişe duyan ebeveyni, Dede’yi Fener Patrikhanesi cemaatinden bir Rum hanımla evlendirirler. Dede’nin, evlendiği bu hanımdan Belma adında bir kızı dünyaya gelir.
Kassam müşavirliği yaparken bir yandan da dinî tahsilini gizlice sürdürmeğe gayret eder. O sıralar Bağlarbaşı’nda oturmaktadırlar.
Tevfik Molla’dan Mülteka’yı okur. Hocası, Kudurî ve Dürer’e de bakmaktadır. Yamandi ise derse hazırlanırken Damad’ı okur, ondan da yararlanır.
Bu günlerde Üsküdar zaviyesi postnîşîni Ahmed Remzi Dede’yle tanışır. Mürşidine eriştiği sürece ilişkin şunları söyler : “Merhum ve mağfur Ahmet Remzi Dede’den Mesnevî okudum. Ufkum son derecede genişledi. İmanım da o nispette kuvvetlendi. Koca Mevlânâ’nın büyüklüğü karşısında ürpermeye başladım. Koca Sultan, Mesnevî’de mikrobu serumu haber veriyor, bu hayata gözlerini kapayacağı yılı da (ebced hesabıyla) bildiriyordu. Bu itibarla, maneviyat âleminin yüce bir sultanı olduğu muhakkaktır. Mesnevî’nin görebildiğim derinlikleri karşısında gözüm kararıyor, korkuya benzer hisler bütün benliğimi kaplıyordu. Bütün derinliğini görmenin imkânı yoktu. Bu hususta en ziyade salahiyet sahibi olanlar bile acze düşmüşlerdi. Evet gözüm kararıyordu… derken, aşkın alevden ummanı beni alıp götürüyordu. Bu umman ortasında adeta ceviz kabuğu idim. Aşkın sultanı birden susuyor. Bu defa sanki varlık, derin iniltilere inkılap ediyordu. Mesnevî’yi bitirdim. Daha doğrusu Mesnevî beni bitirdi. Hazret-i Şârihin şerhini de tamamladım.”
Hazret-i Şârih’ten kastı, meşhur Mesnevî şârihi, Rusuhî Dede (Ankaravî)dir. Ankaravî hazretlerinin şerhi, Mesnevî şerhleri arasında en yetkin olanlarındandır. Ve Hazret, bu niteliği yüzünden, Hazret-i Şârih olarak anılmaktadır.
Yaman Dede’nin şeyhi Ahmed Remzi Dede de Kayseri’lidir. Tahsilini bu şehirde tamamlayan Remzi Dede, 1892 senesinde İstanbul’a gider ve Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Celaleddin Çelebi’ye bağlanır. Bir süre Bursa İdadîsinde muallimlik yapar. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Konya’ya geçer. Bir müddet Kütahya Mevlevîhânesi’nde bulunur. 1913 senesinde teşkil olunan Mevlevî Taburu’yla, Şam ve Medine’ye gider. Şam Emevî Camiinde Mesnevî okutur. 1919 senesinde Halep’ten İstanbul’a döner, Üsküdar Mevlevîhânesi’ne şeyh olarak tâyin olunur. 1925 senesinde Tekaya ve Zevayanın Seddine Dair Kanun’un çıkmasıyla birlikte tekkelerin sırlanması üzerine Üsküdar Selimağa Kütüphânesi’ne memur olarak atanır. 1937 senesinde istifa edip Ankara’ya gider, bir süre Eski Eserler Kütüphânesi’nde çalışır. 1944 senesinde Kayseri’de Hakka vuslat eder, Seyyid Burhaneddîn Tirmizî’nin türbesinin yanına sırlanır. Hazret, irfan ve edebiyat dünyamıza pek çok eser kazandırmıştır. Yamandi Molla’nın Yaman Dede’ye dönüşmesi, artık hayatında köktenci değişimlerin kalıcı hale geleceğini de göstermektedir. Rum Ortodoks bir eş ve evlatla birlikte aynı çatı altında yaşamaktadır ama artık Müslüman’dır. Bir Nakşî şeyhinin huzurunda kelime-i şehadet getirmiş ve alenen Müslüman olmuştur. Fakat Müslüman olduğunu bir iki dostu dışında kimse bilmemektedir. Eşi ve evladıyla aynı evde gizli bir Müslüman olarak yaşamanın eziyetlerini, ağırlığını ve hüznünü fazlasıyla yaşamaktadır. Yaman Dede’nin “gizli Müslümanlığı” tamı tamına 42 sene sürecektir. Hak aşkıyla için için yanan bu güzel gönüllü insan, bütün varlığı Hak bildiğinden ve gördüğünden kimseyi asla incitmemiştir. Eşini, yavrusunu, dinleri farklı olmasına rağmen fevkalade bir sevgi, saygı ve şefkatle himaye eder. Daima hürmet eder. Müslüman olmadıkları için onları asla yabancı görmez.
Bu arada Remzî Dede’den Mesnevîhânlık icazeti alır. Geçirdiği bir kaza sonrasında evinde birkaç ay istirahat etmek zorunda kaldığı günlerde Mesnevî’yi tekrar okumak ister, Ahmed Remzi Dede, O’nu üstadı Celaleddin Dede’ye götürür, birlikte tekrar Mesnevî okurlar.
Dede, İstanbul’daki irfan, ilim ve sanat erbabından birçoğunu tanımış, bazısıyla yakın dostluklar kurmuş, pek kıymetli hatıraları olmuştur. Zaten üstadı Ahmed Remzi Dede’nin civar-ı saadetinde birçok âlim, fâzıl, ârif ve sanatkâr kişiler olmuştur. Ârif Nihad Asya bunlardan biridir. Mahir İz, Nureddin Topçu, Annemarie Schimmel, Ahmed Avni Konuk gibi şahsiyetler de bulunmaktadır. Esad Dede’nin dervişi olan Konuk’a dair bazı hatıraları bizzat kendisi nakletmektedir. Dede’yi pek seven Yahya Kemal Beyatlı, “Yüz sürdü gerçi pâyine çok Müslüman Dede / Molla-yı Rûm görmedi bundan Yaman Dede” demiştir.
Yirmi sene avukatlık yaptıktan sonra artık bütün vaktini öğretmenlikle geçirmeğe başlar. İlk olarak Üsküdar Rum Karma İlkokulu’nda Türkçe derslerine girer. Okullardan gelen muallimlik tekliflerini asla geri çevirmez. Ücret talep etmez, herhangi maddî bir beklenti içinde olmaz. Bir mektubunda şöyle demektedir : “Öğrenciler arasında Mevlânâ aşıkları, Fuzuli hayranları yetişti. Dersten çıkma zili çalınca hançer darbesine uğramış gibi derinden ah çekenler olurdu. Mesnevî’nin baştaki 18 beytini ve diğer bazı beyitlerini yanarak okuyorlardı… Onlara şu yolu gösterirdim: Mesele imam veya papaz olmakta değil, imam camide, papaz kilisede vaaz verirken taşlar dile gelmeli. Çalışın böyle bir vaaz verin, bu fakir hocanız iftiharla gelir elinizi öperim.”
Ailesi ve sosyal çevresi ile arasındaki açı giderek büyür ve tatlı bir yalnızlık, taşınması güç bir manevî ağırlık gözyaşlarını artırır. Yaman Dede, evinde namazlarını, arkadan kilitlediği bir odada temiz bir yatak veya kırlent örtüsünde kılar. Ramazan-ı Şerif’te, gece namazı için uyandığında bir bardak su içerek sahur yapar ve niyet eder. İftar vaktinden önce eve gelmişse iftara kadar beklemek hayli güçtür. Buna tahammül eder. Eşi, sabah kahvaltı hazırlayıp verir, oruçlu olduğundan yemez, sütü gizlice kedinin kabına döker; peyniri, zeytini, ekmeği çantasına koyar, evden alelacele çıkar. Vakit namazlarında sevdiği ve devama çalıştığı bir camie gittiğinde avluda tanıdık birisiyle karşılaşınca üzüntü içinde geri döner, namazını tanıdık birinin olmadığı bir mescitte, gizlice kılmak zorunda kalır. Bir akşam, evinde otururken yatsı ezanı okunur. Karısıyla gözgöze gelirler. Eşi, namaz kıldığı odayı göstererek, “git git, sevgilin seni çağırıyor” der. Yıllarca aynı yuvayı paylaşan eşinin, aslında kendisinin Müslüman olduğunu bilmesi, buna rağmen onunla birlikte yaşaması Dede’nin ne kadar sevilen bir eş olduğunun da göstergesidir. Bir mektubunda şöyle der : “Muhitimin iç âlemime tamamıyla yabancı olmasından bir gurbet meydana geldi. Gurbetlerin en acısı… Etrafımda benim için canlarını vermek isteyen iki mahlûk. Ben de derdi bilinemeyen bir hasta. Mevlânâ aşkıyla yanmakta olduğumu biraz anlıyorlardı. O Sultanın mübarek ve tatlı isimleri zaman zaman bir inilti halinde sinemi kanatır, kavrulan dudaklarımı tutuştururdu. Etrafımda da az çok akisler bırakıyordu. Fakat bu akisler güzel bir sözün, güzel bir şiirin bıraktığı akislerden ileri gitmiyordu. Mevlânâ’yı sevmek de onların sevgisinden alıp o Sultana vermek, onların gönlümdeki yerinden o Canan’a yer ayırmak mahiyetinde görülüyordu. Allah aşkı mefhumunu yalnız biz anlıyoruz. Allah’a âşık olmayı zâhir uleması veya rusûm uleması diye andığımız hocalar da kavrayamıyorlar.”
Kimseyi üzmeyen, yormayan, asla yük olmayan son derece nazik, beyefendi, çelebi, şefkatli ve saygılı biridir Yaman Dede. Öğrencilerinin aileleri, bazı yakın dostları evlerine yemeğe davet ettiklerinde, hayır da diyemediğinden adeta hafakanlar basar, terler, utanır, üzülür. Onları yormamak için bahaneler bulmağa çalışır. Bir defasında, bir dostu, “efendim fakirhânede lokma edelim, lütfen teşrif ediniz” deyince kıramamıştır. Bir mektubunda hayır diyemeyişini, “Hz. Pîr’in tabirini kullandı, lokma edelim dedi, bu yüzden evet demek zorunda kaldım” şeklinde açıklamıştır. Yine bir davette, ev sahibinin, “efendim kahveniz nasıl olsun?” sorusunu, “mümkünse şekersiz, susuz hatta kahvesiz efendim” diye cevaplamıştır. Bizzat kendisinden dinleyelim : “Size zaman zaman kendisinden bahsettiğim bestekâr bir dostum var; iki manzumemi bestelemiştir. Onun Edebiyat fakültesine devam eden kızı bu fakire “kırk vesvese Dede” der. Ben de, kırk bin vesvese Dede olayım da hiçbir kimseyi kırkbinde bir bile rahatsız etmeyim. Yine aynı endişe iledir ki dostlarımla aramda lokma kavgası vardır. Dünyadaki ekmek kavgasının makûsu olarak lokmadan kaçma kavgası. Herhangi bir ziyaretimde isterim ki hiçbir şey ikram olunmasın. Benim için ikramın en büyüğü hiç olmamasıdır. Kahveyi nasıl arzu ettiğimi sordukları zaman: Şekersiz, kahvesiz, susuz… derim. Yerine göre kahveye çoktan sulh oluyorum ama, bu mevsimde uzak mesafeli ziyaretlerde –hayfa ki- yalnız kahve ile yakayı kurtarmak mümkün olmuyor. Lokmasız kurtulmak için binbir mazeret kullanıyorum, bazen tutuyor, bazen de tutmuyor. Derdimi anlatabilmek ve bir fikir verebilmek için Üsküdar’daki çocuğumdan şimdiye kadar bir bardak su istememiş olduğumu söylüyorum. Üzüldüğümü sezenler pek üzerime varmıyorlar, beni serbest bırakıyorlar, geniş bir nefes alıyorum. Geçenlerde bir zat kaleyi içinden aldı; yemek yiyelim demedi de lokma edelim dedi. Âşıklar sultanının tabirini kullandı. Boynumu bükerek (dahilek) dedim. Arz-ı dehalet; arz-ı teslimiyet ediyorum demek.”
Okul dışında takviye ders almak isteyen veya kendisi ek derse muhtaç gördüğü öğrencilerine ders vermek için mekân bulmakta zorlanır. Müslüman olduğunu bilen öğrencilerini evine davet etmekten içtinab eder, evde bir tatsızlık olsun istemez : “… Evde telefonda var; aynı sebepten telefon numarası da veremiyorum. Size evden telefon etmiştim, adımı söylemeksizin edebiyat muallimi demekle iktifa etmiştim. Kalp kırmamak için sıkıntılara katlanmak lazım; ne çare. Kedinin kalbini kırmak istemem. İnsan kalbi nasıl kırılır? Halimi anlayamadıkları ve hazmedemedikleri için sonsuz ıstıraplara düştüler. Bu fakire de başkalarının ıstırabı da saadeti de artarak pek çok artarak akseder. Şunu da söylemek isterim ki ıstırabın pek muazzam bir nimet olduğunu anladım. Bu derin bir mevzudur… Manzum ve mensur bazı yazılarımın daha iyi anlaşılması için bu maceranın bilinmesi lazımdır. Onun da zamanı gelir. (Hâl-i sekrim zâil olmaz târumar olsam da ben) mısraı ile başlayan gazel ve (Bahtiyar sürgün) başlıklı nesir parçası bu sonsuz ıstıraplarımın eşsiz zevklerini terennüm eder. Onlara ıstırap vermemek için evde sahura kalkmadan gizli oruç tuttum, gizli namaz kıldım. Herkesin uğramadığı camilerde namazlar kıldım. İstanbul’un sapa yerlerindeki camileri belki benim kadar bilen yoktur. Bazen bu camilerde de beni tanıyan birini görerek namaz kılmadan boynum bükük yetimâne geri döndüğüm olurdu. Gerçi işi resmiyete ve aleniyete dökmeden de namaz kılmakta dinen bir mahzur yoktur. Fakat bunu herkese nasıl anlatmalı!”
Yine Ayten adındaki öğrencisine yazdığı bir mektupta içindeki fırtınaları, coşarak taşan ilahî aşkı, gizlemek zorunda kaldığı Müslümanlığının bütün heyecanlarıyla şöyle ifade edecektir : “Cuma namazından evvel Kur’an-ı Kerim okunurken içimde şu emel yanmaya başladı. Kendi kendime dedim ki: Namazdan sonra herkesten evvel camiden çıkayım, kendimi kaldırıp mermere atayım ve şöyle feryat edeyim: Ey Müslümanlar! Allah’ı, Resulullah’ı seven beni çiğnemeden geçmesin!.. Bu saadeti hayalen yaşadım, bütün ehl-i İslam adeta beni çiğnedi geçti, bunun sonsuz ifadesi imkansız saadetleriyle mest ü harap oldum. Taşlar saadetime gıpta etti, güvercinler bu saadeti uhrevi nağmelerle bestelediler. Ayten! Bu satırları kalbimin kanı ile yazıyorum. Çocuklarım içinde bu satırları en ziyade anlayacak sensin… Ben, kendi yazdıklarımı da anlayacak halde değilim. Bir Sultanın eşiğinde boğazlanmakta olan bir kurbanda anlayıştan zerre kalır mı? Bu iş haşre kadar sürecek, haşre kadar beni boğazlayacaklar, kanım haşre kadar akacak, hamden sümme hamden. Ulu bir Sultanın kudsî kılıcı kanlı boynumda işledikçe dayanılmaz zevkler ve saadetlerle can veriyorum, her an bir can veriyorum, Allah’ım yeni bir can gönderiyor, canlar geldikçe birer birer o Sultana sunuyorum. Karşınızda gördüğünüz Ulu bir Sultanın kılıcı ile Ulu bir Sultanın eşiğinde kalıbından ayrılmış olan ruhumdur, o canlardan biridir. Size söz söyleyen odur. Asıl şahsiyetim o Ulu Sultanın ayakları ve kılıcı altında hiç durmadan can veren kurbandır, bir geda-yi can be lebeb)dir.”
20 Mayıs 1939’da nihayet âşığı olduğu, Hazret-i Cânân dediği, Âşıklar Sultanı diye andığı Hz. Mevlânâ’nın türbe-i şerîfini ziyaret eder : “Âşıklar kabesini ziyaret ettim. Ziyaret bahsini geçiyorum. Orada duyduklarımı, hissettiklerimi nasıl anlatabilirim? Kelimeler aciz. Bu fakir, naçiz ne söyleyebilirim?”
Kelimeleri âciz olarak nitelese de, özü ile birlikte gözü de ağlayan ve “gönül deniz, dil kıyıdır; denizde ne varsa sahile o vurur” kaziyesince bu ziyaret esnasında hissettiklerini iki şiirle dile getirmiştir :
“Geldim sana kan ağlayarak, sızlayarak bak
Aşkınla yanan benliğime durma, hemen ak
Ak, sönmesin ateş, alevim dinmesin ancak
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak.
Artır, ne olur, ateşini bağrımı dağla
Yansın bu vücudum, fakat eksilmesin asla
Hicran ile yak, vasl ile yak, aşkına bağla
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak!
* * *
“Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma
Ruhumda yanan ateşe nîrânıma bakma
Hiç sönmeyecek aşkıma imanıma bakma
Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma!”
Bu ziyaretin bereketiyle, 23.5.1939 günü, Esrâr Dede’yle ilgili bir konuşma yapmıştır. Bu konuşma, edebiyat ve irfan mahfelerinde yankılanır. İbrahim Alaaddin Gövsa, 3.9.1940 tarihli Yedigün dergisinde Dede’ye açık mektup yazarak hissiyatını dile getirir. Dede, cevabî mektubunda şöyle der : “… O büyük iltifatlarınız o Ulu Sultan’a racidir. Ben, bir kamış parçasından başka bir şey değilim. Bin bir yaralı bir ney. Dudaklar Onun, O üflüyor. Yaralı bir gönülden hazin ve dertli bir ses geliyor. Her şeyden ve candan geçtim. Bir damla su, bir damla göz yaşı idim, denize intikal ettim. Fatiha istiyorum. Hüvelbaki!
13, 14 yaşlarında bir çocuktum. Ona aktım: Mesnevî’nin baş tarafından bazı beyitleri vermişlerdi. Mevlânâ ismi bana hiç de yabancı gelmemişti. Tatlı yakışlarla ruhuma nüfuz etti. Bundan bir yangın çıktı. O yangından ben çıktım. (Velba’su ba’de’l-mevt) sırrına erdim. En büyük âşıka en büyük aşk ile bağlandım. Artık, yalnız O’nu söylemek istiyorum. Heyhat! Söylemeğe mecalim, susmaya tahammülüm yok. Geçen gece rüyada anlatıyordum. Galiba ömrüm sonuna kadar artık yalnız O’nu söyleyeceğim. Başka her ne söylemek istesem, ağzımdan Mevlânâ çıkıyor.”
Kırk seneyi aşkın bir süre Müslümanlığını gizleyen Diyamandi, sonunda dayanamaz, 12 Şubat 1942 günü gerçek halini deşifre eder : “İşte böyle saklı devam ederken Himalaya dağı kadar bir dalga geldi beni aldı götürdü. Yunus Emre’nin dediği gibi beni benden aldılar. O hale gelmiştim ki Müslümanların diri diri yakıldığı bir vahşet diyarında bulunmuş olsaydım ortaya atılacak ve zevk ile yanacaktım.” Ve adını, Abdulkadir Keçeoğlu olarak değiştirir.
Haber, Tasvir-i Efkâr’ın 15. 02. 1942 tarihli nüshasında, “Yaman Dede İhtida Etti” başlığıyla yayımlanır. Tabi yer yerinden oynar. Patrikhâne derhal harekete geçer. Ailesi perişandır. Sosyal muhiti, gayr-ı Müslim akraba ve dostları hayretler içindedir. Patrikhane, evine müfettiş gönderir. Konuyu tahkik ettirir. Görevli, eşine, “acaba bir Müslüman hanıma gönül verdi de öyle mi oldu?” mealinde sorunca, karısı, “hayır efendim, birbirimizi daima sevdik ve sadık olduk, öyle bir şey yok, sarı sayfalı bir kitap (Mesnevi-i Şerif’i kastediyor) getirdi, okuya okuya kafası çatladı” der. Dede, bir mektubunda bundan bahisle şu mealde konuşmuştur : “Karım bilmiyordu ki kafam çatlamadı. Hazret-i Pîr’in eşiğinde senelerde bekledim, bir elimde kılıç diğerinde kefen. Bir gün çıktılar kapıdan ve kılıcı alıp başımı gövdemden uçurdular.”
Yine, kızı, bir öğrencisine sitemkâr bir şekilde, “Mevlânâ O’nu bizden aldı” deyince, şöyle konuşacaktır : “Kızım bir gün anlayacaktır, Mevlânâ, beni onlardan almadı, beni benden aldı. İyi ki de aldı. Beni benden aldılar, bana cihana sığmayacak kadar büyük lütuflarda bulundular…”
Patrikhane’nin baskılarına dayanamayan karısı, isteksizde olsa Dede’ye boşanmak istediğini söyler : “Patrikhane, dinini değiştiren bir adamla aynı çatı altında yaşamanıza dinimiz izin vermiyor, dedi.”
Dede’nin içi kan ağlamaktadır, “dininiz aynı şehirde yaşamamıza da izin vermiyorsa, yeter ki siz üzülmeyin, Erzurum’a kadar gider, orada yaşarım.”
Ve bir gece, sadece paltosunu alır evi terk eder. Selamsız yokuşundan sahile iner. Mihrimah’tan ezan yükselmektedir. Ağlayarak ve niyaz ederek girer : “Yarabbi, nolur bir ışık, bir işaret gönder, bana dayanma gücü ver…”
Namazdan sonra işaret gelir. İmam Efendi, zamm-ı sure olarak Bakara suresinden şu ayet-i celileyi okur : “Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez. Kişinin yaptığı her iyilik kendi yararına, her kötülük de kendi zararınadır.” Kendi dilinden dinleyelim : “Vaziyetim başkalarını feda etmek şeklinde değildir. İdealim için kimseyi feda etmedim. Diri diri yakacaklarını bilsem içimdekini saklayamaz hale geldim. Bundan dolayı benimle birlikte yaşamayı kendi dinlerine aykırı buldular. Bizde illallah yok, eyvallah var dedim. Dinleri, bir şehirde bulunmamıza da müsait değilse İstanbul’dan da uzaklaşabileceğimi, Erzurum’a kadar yolumun açık olduğunu söyledim. Şubat ortalarında, karlı bir gecenin saat dokuzunda Üsküdar’ın Selamsız yokuşundan bir gölge gibi iskeleye doğru süzüldüm, aktım. İçimden de kanlar aktı, uzun zaman aktı. Başka bir şey için değil, onlar ıstıraptadır diye. Başkalarının ıstırabı da, sevinci de bana büyüyerek aksediyor. Ben bir ceviz kabuğu gelen ise Himalaya kadar muazzam bir dalga. (Dest-ü payi bağlıdır biçare kurban neylesin.) Tepeme bir yıldırım düştü, alevler içinde kaldım. Kimseyi feda etmedim, yalnız yandım.”
Karısı ve kızı da perişandır. Kendi ifadesiyle, “ölümümün vereceği acıdan çok daha ziyade elem ve ıstırap duymuşlardır, refikası o kadar ağlamıştır ki gözlerinde yaş kalmamış”tır. Bir müddet kız kardeşinin yanında kalır. Bu süreç, özellikle kızı için çok zor ve acı dolu olmuştur. Zaman zaman kızının, kendi onurunu çiğneten bir baba olarak görmesi Dede’yi aşırı biçimde üzmüştür. Ayrıca, babası dinini değiştirmiş olan bir kızla kimse evlenmek istemediğinden yaşı geçtikçe bu ıstırap daha da artmıştır. Yaman dede’nin imtihanı özellikle bu yönüyle çok ağır olmuştur.
Bu dönemde öğretmenlik yapması, çok sevdiği gençlere Hakk’ı, Habibi’ni, Hz. Mevlânâ’yı ve irfanını anlatması tek tesellisi olmuştur, denilebilir.
Bir süre sonra, 1946 senesinde -saçları beyaz olduğundan Pamuk Anne denilen- Hatice adında bir ilkokul öğretmeniyle evlenir. Hakk’a vuslat edinceye kadar O’nunla yaşar. Çamlıca’da, Şefik Can Dede’nin evine yakın bir küçük evde otururlar. 1950’li yıllardan itibaren Yaman Dede aynı anda pek çok okulda muallimlik yapar. 1950-1951 aralığında DP Hükûmeti’nin Maarif Vekili Tevfik İleri’nin ve Celaleddin Ökten Hoca’nın çabalarıyla açılan İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde Farsça derslerine girer. İmam Hatip Mektebi ile Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki muallimliği/hocalığı esnasında, aralarında Emin Işık, Ahmed Kahraman, Hayreddin Karaman, Osman Nuri Topbaş, Bekir Topaloğlu, Yaşar Kandemir, Selçuk Eraydın, Saim Yeprem, Muhammed Eroğlu, İsmail Karaçam, Tâlip Arışahin, M. Ali Sarı, Nedim Urhan ve daha nice güzellerin de bulunduğu öğrencisi olmuştur. Hepsi müttefikân, Dede’nin aşk ve irfanından, saygı ve sevgisinden, şefkat ve merhametinden söz etmektedirler.
Dede’nin, modern Türk şiiri içindeki en güzel naat-ı şerîf diyebileceğimiz, “Gönül hûn oldu şevkînden, boyandım ya Resulallah” diye başlayan şiirini Ali Kemal Belviranlı bestelemiştir. Bir hatırasını naklederken şöyle der : “Konya’da Lise talebesi olduğum günlerde Hazreti Mevlânâ ile ilgili toplantıda bir konuşma dinlemiş, Yüce Peygamberimiz (sav) ile Hz. Mevlânâ hakkındaki şiirlerini göz yaşlarıyla okuyan bir zata şahit olmuştum. Yıllar sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olup Konya’ya yerleştim. Bu devre içinde adı geçen muhteremi, bir daha görmek imkanını bulamamıştı. Gün geldi bu Zat’ın (Yanan kalbe) mısraıyla başlayan Na’tini bestelemek şerefine nail oldum. Bir vesile ile gönüldaşlarım Diş tabibi Nuri Yılmazgil ve Fevzi Özçimi ile birlikte İstanbul’a gelmiştik. Yanar Dede’mizi ziyaret etmek istedik. Hazretin evinde bulunduğunu rahatsız olduğunu öğrendik… Dede’nin devlethanesine gittik. Zayıf, nahif, ruhani ve gerçek manada bir derviş hüviyetindeki bu zatın huzurunda bulunmak bahtiyarlığına eriştik. Konya’dan geldiğimizi söyledik. Konya kelimesini duyunca (Vaay! Sizler Hünkâr’ın diyarından mısınız? ) feryadını duyduk. Sükûnet avdet edince: Efendim zat-ı âlinizin –Yanan Kalbe- diye başlayan Na’tinizi huzuru âlinizde okumama iltifat buyurur musunuz? Dedim.
Estağfirulllah buyurun dediler. Okumaya koyulduğum anda, o süzgün gözlerden yaşlar dökülmeye başladı… Yüksek müsamahasından cesaret alarak (Bir de bunu bestesiyle okumamıza ne buyurursunuz?) dedim. Müsaadeyi alınca gönüldaşlarımızla birlilkte Rast makamındaki bu besteyi okumaya başladık.
O andan itibaren artık olan oldu. Hazret feryat etmeye başladı. O yorgun ve bitkin haline rağmen ayağa kalktı, vecd halinde kendini duvardan duvara vurmaya koyuldu… İşte bu esnada refika-i muhteremeleri: Ne olur lutfedin okumaya devam etmeyin; hastadır, yakında kalp krizi geçirdi, böyle bir hale tahammülü yoktur, dedi. Bir müddet sonra ellerini öperek, dualarını alarak huzurlarından ayrıldık. Şunu samimiyetimle arzedeyim ki, uzun yıllar geçmesine rağmen bu tabloyu tasvire, halimin, kalemimin, ifademin yetmediğini itiraf ederim.”
Yaman Dede’nin şiir ve mektupları, modern edebiyat âlimlerince pek bilinmiyor maalesef. Halbuki, birkaç manzume de olsa, bu muazzam şiirler mutlaka yeni şiir sekçilerine mutlaka girmeli, mektupları ders kitaplarında yer almalıdır. Bu bağlamda, Dede hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri yaptırılmalıdır. Bu melalli, hüzün dolu, şevkli, bereketli ve fırtınalı hayatı filme çekilmeli, seri filmler halinde yansıtılmalıdır.
Dede, 3 Mayıs 1962 Perşembe günü saat 02:15’de Çamlıca’daki evinde Hakk’a vuslat eder. Kabr-i şerîfi, Karacaahmet mezarlığında Küçük Selimiye Camii’nin hemen karşısındadır.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)