Necdet Ekici veya Yüreğimi Sana Bıraktım
Bende böyle bir yazı yazsam Necdet Ekici Bey’i ilk sıralara alırdım. Hikayalerde kendimden bir şeyle buluyordum. “Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm” de Karacaoğlan’ı “Uzun İnce Bir Yoldayım” da Aşık...
Boşluğa doğru uzanan bakışlarıyla gecenin kalbine doğru cılız bir kadın cesedi düştü sokağa…Şakaklarında kanla yazılmış bir yaşam öyküsü duruyordu. Dudaklarında mistik bir tebessüm. Nasırlı ellerinde kül rengi bulutlarla kaplanmış gökyüzünü tutuyordu.
Sapsarı saçlarına kara geceyi aydınlatan yıldızların parıltısı düşmüştü. Gölgelerin suskunluğuna gömülen yüreğinden toprağa yazılmış ağıdın sesi duyuluyordu. Ne adı vardı, ne şanı…
Belki anneydi. Bebeğinin düşlerinde büyüyen, gül rengi sütle emziren, tükenmiş umutların arasından peygamber duası gibi göğe yükselen saklı bir sırdı kim bilir…Karanlığın şiiri, suskun bedeninde rüzgarın fısıltısını taşıyan öksüz kalmış hayallerin bekçisiydi mesela… Ay ışığına bırakılmış solgun bir çiçek, çilekeş bir Anadolu türküsüydü söz gelimi..
Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde mozaiklenmiş fotoğraflarıyla soğuk bir imgeydi. Sessizliğin kalbinde unutulmuş ulu bir çınar, sisin ardında uslu bir çocuk gibi bekleyen mazinin fotoğrafları arasında yarım kalmış bir gülüştü sanki…
Unutulacak gibi değildi. Unutulmak ona yakışacak bir şey değildi.
***
Şehirleri kanla kinle boyayan, gürültüsü dağları titreten bombaların namlusundan vicdanını yitirmiş dünyanın orta yerine yorgun bir kadın cesedi düştü…Ağlayan gözleri, titreyen dudakları, çığlığıyla sessizliği boğan minnacık bir çocuk bedeni vardı baş ucunda. Yumru yumru elleriyle, annesinin kana bulanmış ve bir katilin vicdanı kadar soğuk ellerine sarılarak yıkık şehirlerin arasında umudunu gömüyordu.
Savaşın kadınıydı o. Barut rengiyle boyanmış bakışlarında çocuklarının korkusunu taşıyordu. Saçlarına kül, yüreğine sessizlik çöküyordu. Şehrin yanık duvarlarında ninnisi yankılanıyordu. Büyük planların, kirli hesapların istatistiğiydi. Yaşarken yoktu, öldüğünde sadece bir rakamdı o.
Kalın çizilmiş çizgilerin, cüzdana sıkıştırılmış cüzzamlı vicdanların kirletemediği sevgisiyle, merhametiyle, şefkatiyle sessiz sedasız göçüp gitmişti. Toplu mezarlarda isimsiz bir kahraman gibi yatacaktı. Doğu da birdi kadın için batı da onun için. Çaresizliğin yürek burkan yasını tutarken, ölümün soğuk nefesiyle serinliyordu şimdi.
Kimbilir ölüm bir kurtuluştu onun için?
***
Üzerine çay dökülmüş defterime Oscar Wilde’nin “Çünkü herkes öldürür sevdiğini” dizesini karalarken birkaç el kurşun sesi yükseldi mahallenin ıssız sokaklardan. Ardından çığlık çığlığa koşuşan, gözyaşlarının sicim gibi yağdığı gecenin yoksul bakışlarından bir kadın cesedi düştü gölgelerin dizleri dibine.
Kalbinin tam orta yerinde sevmeyi bilememiş bir insanın bıraktığı hayal kırıklığı, hemen yanı başında yetim kalan çocukların masum bakışları görüldü çiseleyen yağmur damlaların ardından. Bağırış çığırışlara karışan ambulans sirenleri hızla girdi sokağa. Yatırdılar cesedi sedeyeye. Kalabalıkların kimi zaman acırcasına kimi zaman merhametli bakışları arasında uzaklaştı sokağın çaresizliğe uzanan boşluğunda.
O uzaklaştıkça yerde yatan gölgesi de gitti ardından. Hayalleri, umutları, beklentileri de düştü peşine hüzünlü adımlarla.. Sonra soğuk, ağır ve tarifsiz bir sessizlik kapladı ortalığı. Ölüme dair fısıldaşmaların uğultusu bozdu bu sessizliği. Oysa ölüm sessizliğin derinlerine doğru çoktan kanat çırpmıştı. Daha yaşamın pasın tutmamış ellerinde yarım kalmış dualarla göçüp giden bu gencecik kadından geriye solmuş ve parçalanmış bir yaşamın kırık bir aynada beliren izleri kaldı.
***
Demir parmaklıkların ardından 40-45 yaşlarında zayıf bir kadın cesedi düştü avlunun ortasına…
Yamaları bile sökülmüş, solgun çehresine çaresizliği gölgesi düşmüş ve hareketsiz gözleriyle masmavi gökyüzüne doğru siyah bir hüzün bırakıyordu.
Yoksuldu…Kimi kimsesi de yoktu üstelik. Suçu, garibanlıktı…Bu memlekette gariban olmak günahların en büyüğüydü. 6 aylık bebeği minnacık dudaklarından hıçkırıkla karışık vicdanı olmayan dünyaya haykırıyordu: “Annemi geri verin!”
Gardiyanların, mahkumların ve askerlerin sessiz bir isyanı anımsatan bakışları arasında kuru bir çiçek gibi yatan kadının bir çocuğu andırırcasına küçücük kalan cesedini usulca kaldırdılar…
Ölüm nedeni nedir? diye sordu Savcı…Mahkumlar, “Kanserdi fukara…Kaç aydır tahliyesi için defalarca dilekçe verse de tek bir cevap alamadı…İyi de bir kadıncağızdı…Hayır onu kanser öldürmedi, onu vicdansızlığın kanlı hançeri öldürdü.” dediler.
Savcı yutkundu…Bir şey söylemek istedi, söyleyemedi. Göğe doğru öfkeli kanatlarıyla güvercinler kanatlandı. Bir kez daha kırılmış saatlerinden içinden sessiz çığlıklar yükselirken ölümün kurtuluş bestesi duyuldu insanlığın ancak gölgesi düşmüş cezaevi duvarlarında…
Şu gencecik yaşında çektiği onca çileler, acılar, mahkûm bir anne olmanın dayanılmaz ızdırabı ağır bir yük gibi yıkık hayallerin ortasında asılı kaldı. O sonsuz uykunun serinliği kapladı her tarafı.
Ve göğe doğru, o hep bitmek bilmeyen isyan yükselir dualarla karışık isyan yükselir..
“Ölmek değil, yaşamak istiyoruz”
***
Mendilde kurumuş gözyaşlarıyla ıslanır kadınların yaşamdan koparılmış bedenleri bu topraklarda. Sokakta unutulmuş bir kahkaha, bir çocuğun belleğinde yarım kalan bir ninni bırakır ardında.
Ağır ağır yaklaşır ölüm…Saçların okşar rüzgârın sesiyle. Kan bulaştırır hayallerine. Yetim bir çocuğun, gözü yaşlı bir annenin, omuzlarında evladını kaybetmiş olmanın ağırlığını taşıyan bir babanın ve yıkık bir kardeşin ağıtları da gömülür toprağa…
Ayşe’dir kadının adı, Fatma’ dır, Narin’dir, Havva’dır, Özgecan’dır, Sevgi’dir…
Kanlı dudaklarından sessizliğe doğru seslenir:
“Ben ölmedim yalnızca; sesimi susturdunuz,”
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yorumlar (0)