Efelik ve Milliyetçilik
Bir efe, yürek dolu milliyetçilikle yola çıkar. Bu yola çıkış, sıradan bir yolculuktan ötedir; zira bu yolculuk, bir ulusun tarihini, kültürünü ve geleceğini taşıyan...
İnsanı yeniden inşâ etmek, zamanı ana getirmek, insanlığın fikirlerini, hayâllerini ve rüyâlarını geliştirmek, insanlığı düştüğü yerden alıp kaldırmak, onu hakka ve hakikate hazırlamak, kulluk bilinciyle donatıp Allah’a lâyık hâle getirmek… Gerçekte peygamberlerin ve onların izinden giden Hak dostlarının ve aydınlanmış gönüllerin misyonu ve insanlığa mirâsı budur. Bu mirâs, putlaştırılan bütün sahte düşüncelerden kurtulup insanlığın yeniden […]
İnsanı yeniden inşâ etmek, zamanı ana getirmek, insanlığın fikirlerini, hayâllerini ve rüyâlarını geliştirmek, insanlığı düştüğü yerden alıp kaldırmak, onu hakka ve hakikate hazırlamak, kulluk bilinciyle donatıp Allah’a lâyık hâle getirmek…
Gerçekte peygamberlerin ve onların izinden giden Hak dostlarının ve aydınlanmış gönüllerin misyonu ve insanlığa mirâsı budur. Bu mirâs, putlaştırılan bütün sahte düşüncelerden kurtulup insanlığın yeniden inşâ edilmesini sağlayacak biricik gerçektir, başka bir şey değil.
Burada konumuz olan Yûnus Emre de insanlığı düştüğü yerden kaldıranlardan biridir. Yûnus, varlığının, hakikatinin ve dininin aslından uzaklaşan insanlığın kendine gelmesi için bazı değerleri yeniden yorumladı. Her Hak ârifi gibi o da bazı yanlışları yerinden söküp yerine yepyeni değerler koydu, yaşadı, söyledi ve kendimize gelmemiz için gönüllerimizi sarstı gitti.
Yûnus Emre, Rum’un (Anadolu’nun) serveri Tapduk Emre’nin yanında yetişti. Hayatta “odunculuk” veya “su taşıyıcılığı” (sakâlık) gibi basit görebileceğimiz bir görevle sınandı. İçini sabırla süsledi. Nefsini İslâm’ın ahlâkıyla, aşkıyla, irfânı ve güzellikleriyle tanıştırdı; değişti, değişti, değişti… Değiştikçe derinleşti! Hakikat pınarı olan Tapduk Emre’den kandıkça Muhammedîleşti. Sözü Kur’ân, özü Kur’ân hâline geldi. Kendi içinde değişip derinleşirken çevresindekileri de değiştirdi.
Yükseldiği gönül burcunda dilimizin ve İslâm’ın içini yakaladı. “Benden benliğim gitti, hep mülkümü dost tuttu.” deyip nefsinin fânî, Cenâb-ı Hakk’ın bâkî olduğunu isbât ve ilân etti. Yollar içinde bir yol, kullar içinde bir kul olduğunu bildi. Bir doğan idi, terbiye edilip Tapduk koluna kondu. Çokluk Tûr’undan birlik nûruna yol buldu. Yol tecrübelerini söze döktü. İnsanlığın Hakk’a ve hakikate dönmesi gerektiğini söyledi. İncitmeden, kırmadan dökmeden konuştu. Bir baba, bir ana şefkatiyle öğütledi. Aşk imamının arkasında namaza durmuş, gönlü cemâat olmuştu. Başka bir göz, başka bir kulak, başka bir dil ile görüp duyuyor ve konuşuyordu. O bize, sevmemizi, sevgi yoluyla Hakk’a ulaşmamız gerektiğini öğretti. Türkçe konuştu, bizim, aşk ve mânâ dilimiz oldu! Annemizden öğrendiğimiz Türkçe’ye mânâ elbisesi giydirdi. Kendisi aşkın rengine boyanmıştı, konuştuğu dili de kendi rengine boyadı. Aydın bir gönülle Anadili Türkçe’yi hakikatin dili hâline getirdi. Arapça bilmeyen insanımıza hakikati Türkçe anlattı. İnsanımızı halktan Hakk’a, taklitten gerçeğe davet ederken ümmîlerin diliyle “oku” gönderdi. Onun izinden yürüyenler onun davetine uydular, iyi birer “okuyucu” oldular. Sözleri dilden dile, gönülden gönüle yayıldı. Onun gönül kitabından söylediklerini duyup tefekküre dalanların kulaklarına can suyu kaçtı. Evde, sokakta ve pazarda konuşulan sözler onun kalemiyle semâya kanatlandı. “Dil hikmetin yoludur!” diye bayrak açtı; önümüzden gitti. Arkasından gelenlerin üslûbu oldu. Sonraki gelenler onun izine basarak yürüdüler. Büyük Hak âşıkı Niyâzî-i Mısrî (ö. 1694) bu sebeple “Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen!” dedi.
İlâhî sevgiden nasibi olmayan kişilerin anlamadığı bir nükte de şu idi ki bu aşk ve mânâ dilimizi tesis eden zat, ümmî idi. Evet o bir ümmî idi. “Medreseler müderrisinin okumadığı aşk dersini” okumuştu. Tanrı dostlarının gezdiği en yüksek burçlarda gezindi, gönlünü dil eyledi. Kendisi aradan çıkmış, “Yaradan” kalmıştı. Bu sebeple Yûnus, dilimizin gönlü, gönlümüzün dili oldu.
Yûnus, bize bir kâmilin eşiğinde nefsinin nasıl terbiye edildiğini, o eşiğe basmadan, yani hiçbir gönlü incitmeden nasıl geçileceğini yaşayarak gösterdi. Tapduk Emre’nin şahsında aşk yolunun, tevhit ve irfân makamının adresini verdi. Sevenlerine en gizli sırlarını açtı. İki denizi birleştirenlerle yüz yüze gelmemizi sağladı! Nefsimizle tanıştırdı, gönlümüzle barıştırdı.
Yûnus, kapıya kadar gelip de direnenlere, dışarıda gezenlere içerledi, acıdı. İslâm’ın kurallarından ve Allah’a ulaştırma yollarından öte bir bilgi alanı vardı. Yolcuları, “Takılma!” diye uyardı: “Şerîat tarîkat yoldur varana/Marifet hakikat ondan içeri” diye öğütledi. O, içeri girenlerdendi. Söyledikleri içeriden derlediği eşi benzeri olmayan inci gibiydi. Taklit değildi, özünden derlediği gerçeklerdi. Bizim de tahkike dönmemiz gerektiğini, ilimden irfâna; sûretten mânâya geçmemizi istiyordu. “Hakikatin mânâsını şerh ile (açıklayarak) bilmediler!” diye ikâz ediyor, temelsiz bilgilerimizi havuza atıyordu. Gözü çobanda, gönlü yabanda gezenleri nefsini bilmeye çağırıyordu. “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir!” yahut “İlm okumanın mânâsı kişi Hakk’ı bilmektir!” diyerek, gerçek bilginin nefsimizi ve Rabbimizi bilmek olduğunu öğretiyordu. Suyu kendi benliğimizin kuyusundan çıkaracağımızı, Leylâ’nın da Şîrîn’in de içimizde olduğunu bildiriyordu. Gönül testimizin kemâl sahiplerinin ağızlarından akan çeşmelerden yaşarken doldurulması gerektiğini, “Bin yıl dahi durursa kendisinin dolmayacağını”, dünün ve yarının olmadığını söylüyordu. İnsanı şimdiki âna davet ediyor, vaktin çocuğu olmamızı ikâz ediyor, dem bu demdir diyordu.
O, dünya ambarındaki buğdayı elinin tersiyle itti. Ölü gönülleri dirilten “nefes”e, ilâhî “himmet”e talip oldu. Himmet gönül mahzenindeki hazine idi. “Bana seni gerek seni!” dedi, içindeki sultâna ulaştı. Yüzünü Hakk’a çevirdi. Gönlünü yere, çokları bire indirdi! Bir yokluk ve tevâzu âbidesi oldu. Yolda yürümeyi bilmeyenlere yol târif etti.
Bizim bütün derdimiz var olmak içindi. “Kimde varlık var ise gitmez gönül darlığı!” diye tembih etti. Bizi varlığın özüyle tanıştırdı. İslâm’dan, imândan ve ihsândan uzak bir hayat yaşayan kişinin işinin zor, ilâhî tecellîye mazhar olan âşıkların gönüllerinin “Tûr” olduğunu biz ondan öğrendik.
Yûnus, 13. asrın sonlarında bir sabâ meltemi gibi esti, içimizi serinletti. Cân kulağımızı açıp bilmediğimiz, görmediğimiz illerden haberler getirdi. Onun getirdiği haberlerle, kulağımız duydu, cân gözümüz açıldı, gönlümüz şâd oldu. Varlığı “Dağlar ile taşlar ile seherlerde kuşlar ile” bir bütün olarak kucaklamak gerektiğini; “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir” düşüncesini biz onun anlattıklarından öğrendik. Hak’tan başka ne vardır, kalma gümân (şüphe) içinde” diyen Yûnus, bize, “karıncaya ulu nazarla bakmayı” öğretti. Kulağımıza “Miskîn Yûnus gözün aç bak iki cihân dopdolu Hak!” diye fısıldadı, varlığın Hak ile var olduğunu” anladık. Yaradan’ı orada, burada değil, içimizde aramayı öğretti.
Nereye dönersek O’nun yüzünü göreceğimizi, parmağımızın değdiği havanın, aldığımız nefesin, varlığı bir derya gibi nuruyla kaplayanın “O” olduğunu öğretti. “Sen ve ben” denen yerde “Allah’ın idrâk edilemeyeceğini: “Gir gönüle bulasın Tûr/Sen ben demek defterin dür” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın kâmil insanların gönlünde tecellî ettiğini anlattı. “Her davâdan geçen kişinin Hak’tan yana uçacağını” müjdeledi. Dünyevî sıkıntılarla daralan gönlümüz onun zamân ve mekânlar aşan ilâhîleriyle genişledi. Binbir ihtirâs, şehvet ve kin çamuruna bulaşan doğamızda çırpınıp duruyorduk. “Bu bendeki ben” diyenin “O” olduğunu öğretti, gönül darlığından kurtulduk.
Yûnus bizi çok sözden kurtardı. İnsanın, nefsinden Allah’a yolculuk yapabilmesi için gayrete, sevgiye ve bilgiye ihtiyâcı olduğunu söyleyerek yükümüzü aldı. “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü!” İnsanın kendini gerçekleştirmesi, noksanlıklarından kurtulup tamamlanmış bir varlık hâline gelmesi için aşktan başlaması gerektiğini anlattı. Aşksızları aşka davet etti. Sevenin, sonunda sevgili olacağını bildirdi. Kısacası Yûnus “Gelin tanış olalım” diyerek aynı özden geldiğimizi hatırlattı, bizi özümüzle tanıştırdı.
Hâsılı, sevgi öğretmenimiz Yûnus bize, sevmeyi, sevince insan olacağımızı öğretti, öğretmeye de devam ediyor.