28 Şubat: Halkın İradesine Kirli ve Kibirli Saldırı

Tarih hem olumlu hem de olumsuz anlamda geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkararak gelecekte benzer hataların tekrarlanmasını önlemeye yardımcı olan tecrübe ve bilinç kazandıran bir mirastır. Tarih, bir toplumun kimliğini ve kültürünü şekillendirdiği gibi, özellikle siyasal, toplumsal değerlerin temelini oluşturur. Konumuzla ilişki kısmı açısından siyasi sistemlerin, devrimlerin, savaşların ve sosyal hareketlerin nasıl geliştiğini anlamamızı ve bu […]

A+
A-

Tarih hem olumlu hem de olumsuz anlamda geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkararak gelecekte benzer hataların tekrarlanmasını önlemeye yardımcı olan tecrübe ve bilinç kazandıran bir mirastır. Tarih, bir toplumun kimliğini ve kültürünü şekillendirdiği gibi, özellikle siyasal, toplumsal değerlerin temelini oluşturur. Konumuzla ilişki kısmı açısından siyasi sistemlerin, devrimlerin, savaşların ve sosyal hareketlerin nasıl geliştiğini anlamamızı ve bu tecrübeyle yeniliklerin yapılması ve olaylar karşısında nasıl rol üstlenileceği konusunda kişiye, topluma önemli perspektif kazandırır.

Tarihi olaylar, gelişmeler bir toplumun kollektif hafızası olduğu gibi tarihi olayların anlatılması, geçmişi anlamak, bugünü değerlendirmek ve geleceği şekillendirmek için vazgeçilmez bir araçtır. Bu nedenle, tarihin doğru ve kapsamlı bir şekilde aktarılması, anlaşılması toplumun bilinçlenmesi açısından büyük önemi haizdir.

Kişinin tarihi olaylardan ibret alarak, bilinç kazanması ve gelişmelere ve hatta kişilere dair analitik bakışı bir yetenek olarak elde etmesi geleceğine dair bir güven oluşturur. Tarihi olayların aktarımı ve ibret alınması konusu kişinin, toplumun psikolojisi açısından da etkili bir araçtır. Kuran’da da Allah, kişinin ve toplumun ibret alması, doğru düşünmesi, sorumluluk ve yükümlülükleri açısından doğru istikamette ilerlemesi için tarihi kıssaları ayetlerle açıklar ve insanların dikkatini bu olaylara yönelterek doğruyu bulmalarını istemektedir.

28 Şubat süreci, Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilen ve “post-modern darbe” olarak adlandırılan çok boyutlu ve etkisi açısından hayatın her alanına olumsuz etki eden bir süreçtir. 28 Şubat sürecini sadece tek boyutlu ve toplumun bir kesimini etkileyen siyasal bir çatışma olarak görmek, büyük bir yanılgıdır. Gerçi konunun bu şekilde algılanmasının bazı sebeplerine konumuz içinde değineceğiz. Bu dönemde, Türkiye’de siyasi, sosyal, ekonomik ve hatta dinin algılanması ve yaşanması alanlarda derin izler bırakan olaylar yaşanmıştır.

28 Şubat sürecini doğuran olaylar, komplolar ve süreci tahrik eden gelişmelerin aslında daha büyük jeo-politik stratejilerin olduğunu göz ardı edersek sadece belirli olaylar üzerinde tartışarak konunun perde arkasını asla göremeyiz. Zira 28 Şubat sürecinde yaşanılan olaylar, sahnede rol alan piyonların gücünü aşan, onların yeltenemeyeceği ağırlıktadır. Hele bir de süreci sadece “başörtüsü” üzerinde tartışmak ve sadece bu konu hakkında verilmiş bir mücadele olarak kabul etmek tabiri caiz ise cehaletin ve körlüğün dip noktasıdır.

28 Şubat sürecinin perde arkasında uluslararası politik gelişmeler ve bunların sonrasında küresel jeo-politik stratejiler var. Nasıl mı? 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında dünyada tek kutuplu, ABD ve Avrupa Devletleri’nin egemenliğinde yeni bir dönem başlamıştı. ABD ve Batı için büyük tehdit ve tehlike olarak kabul edilen “Komünizm” yıkılmış, Liberal Demokratik siyasal ve ekonomik sistem zafer ilan etmişti. Ancak bu zafer ABD ve Batı’yı tatmin etmedi, çünkü yeni küresel analizlere göre “medeniyetler çatışması” yaşanacak öngörüleri yayılmaya başlanmıştı. Bu çatışmada öngörülen “yeni tehdit”, “İslam Medeniyeti”dir. O yıllar açısından Müslüman coğrafya her ne kadar özellikle siyasal açıdan çok dağınık ve bir güç olarak kabul edilmese de yine de İslam Medeniyeti potansiyel olarak, tek kutuplu yeni dünya düzenine karşı bir tehdit olarak görülmektedir. Türkiye’nin tarihsel misyonu ve Müslüman toplumlar üzerindeki itibarı göz önünde bulundurulduğunda bu tehdidin ortaya çıkma potansiyeli Türkiye olarak görülmüştür. Yani küresel strateji olarak belirlenen medeniyetler çatışmasının temsilcisi Türkiye’de Refah Partisi olarak görülmüştür. Bunun için 1990’lı yılların başında milli, dini ve kültürel değerler üzerinden bir kalkınma ve büyüme programı ilan eden ve toplum tarafından ilgi ve teveccüh gören Refah Partisi hedef olarak seçilmiştir. Ancak siyasal bir partinin sadece varlığın tehlike olarak görülmesi çok anlamlı değildir. Bunun için bu partinin varlığını ve programının üzerinde yükseldiği değerleri de tehlike olarak göstererek bir saldırı planı devreye sokulmuştur. Bu kirli, kibirli ve alçak saldırının algı sloganı “şeriat” olarak belirlenmiştir. Bu da yetmemiş kutuplaşmayı oluşturmak için cepheleri belirginleştirmek için “Cumhuriyet ve laiklik” vurgusu da başka bir algı ve cephe olarak yürütüldü.

Türkiye özelinde 1990’lı yıllar çok partili siyasal yelpazede partilerin toplum nezdinde ikna ve motivasyon güçleri arasında çok büyük farklar yoktu. Özellikle ABD’nin siyasal partiler üzerinde çok belirgin etkisi görülmekteydi. Siyasal istikrar kaybolmuş, çok kısa süreli hatta altı ay bile ömrü olmayan koalisyon hükümetlerinin ortaya çıkardığı güvensiz bir siyasal ortamda ekonomi ve toplumsal huzur yok olmuş durumdaydı. Bu fotoğrafta Refah Partisi, merhum Necmettin Erbakan’ın liderliğinde topluma sunduğu program ve sorunlara karşı çözüm önerileriyle büyük bir güven kazanmış ve teveccüh odağı olmuştu. O yıllarda Refah Partisi’ne duyulan güven ve yönelim, diğer siyasal ekâbir/elit kadro, bürokrasi, jakoben sermaye grubu ve bunların paralı uşaklığını yapan bazı medya organları tarafından kabul edilmedi.

İrade kavramı, sadece siyasal anlamda geçerli bir kavram değil; din, ceza hukuku, medeni hukuk (evlilik), borçlar hukuku, ticaret hukuku vb birçok alanda çok önemli sorumluluk ve yükümlülük ihtiva eder. Bu sorumluluk ve yükümlülük, sadece kişiyi ve karşı muhatabı değil, bunların dışındaki üçüncü taraf dediğimiz diğer kişilere de belirli bir çerçevede sorumluk ve yükümlülük yükler. 28 Şubat süreci, irade kavramının, demokrasi havariliği yapan güruh tarafından nasıl ayaklar altında ezilmeye çalışıldığının tarihidir. Aynı cahiliye toplumunda olduğu gibi, bu güruh yaptıkları putları sonra kendileri yemişlerdir.

1990’lı yıllara kadar Müslüman toplumu “yobaz, gerici, eğitimsiz” olarak gören ve bu tiplemeyle yazılarda ve karikatürlerde mizah konusu yapan elit güruh, başta merhum Necmettin Erbakan olmak üzere parti kadrosuna ve partiye yönelen kişilere hakareti sıradanlaştırmışlardı. Demokrasiden dem vuran, özgürlük ve irade konusunda ahkam kesen “emperyal piyonlar”, toplumun Refah Partisi’ne karşı güveni ve yönelimini hakaretlerle ve suçlamalarla durdurmak isteseler de olmadı ve 1991 seçimlerinde Refah Partisi, seçim barajını geçerek Meclis’ girdi.

Aslında ABD ve Batı’nın Türkiye’yi elinde tutmak ve bunun üzerinden diğer Müslüman toplumlara ders ve mesaj vermek için siyasi, askeri, bürokratik piyonlar başta olmak üzere sermaye ve medya uşaklarını harekete geçirme dönemi başlamış oldu.

Milli ve kültürel değerler üzerinde kendini konumlayan ve milli kalkınma vaadinde bulunan Refah Partisi, “siyasal İslam” ve “şeriat” kavramlarıyla hedefe oturtuldu. Sürecin en karanlık ve acımasız hamlesi faili meçhul cinayetler ve bu cinayetlerin sebebinin kutuplaşmadan kaynaklandığını ve “Cumhuriyet” ve “Demokrasi”nin tehlikede olduğu varsayımı üzerinde odaklandı. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Eşref Bitlis gibi toplumda karşılığı olan şahsiyetler katledildi ve ne hikmetse bu ülkenin o zaman görevde olan yetkilileri bu cinayetleri çözemediler ancak o kadar tahrik edici bir üslupla tartışıldı ki, sonuç olarak konu “şeriat-Cumhuriyet-Laiklik” çatışmasına dönüştürüldü. Kimse bu cinayetlerin hesabını sormuyor, şeriat-Laiklik tartışması ve Refah Partisi, siyasal İslam etiketiyle gündeme taşınıyordu.

Siyasi ve toplumsal kaos ortamında PKK’nın eylemleri o kadar yoğunlaşmış durumdadır ki, her gün şehit edilen asker haberleri, köylere yapılan gece baskınları, yollarda durdurulan yolcu otobüsleri yolcularının katledilmesi ve şehirlerde patlayan bombalarla hayat felç olmuş durumdayken bile bu sorunlarla mücadele etmesi ve bu sorunları çözmesi beklenen bazı askeri yetkililerin laiklik ve şeriat üzerine verdikleri demeçlerle konu daha da girift hale dönüşmüştü. Bu süreçte, PKK’nın eylemlerindeki artışın, 28 Şubat’ı manipüle etmek veya meşrulaştırmak amacıyla kullanıldığı yönünde toplumda ciddi bir tereddüt ve şüphe hâkim olmuştur. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in 17 Şubat 1993’te uçağının düşürülmesi sonucu şehit edilmesi konusunda bile dönemin askeri yetkilileri beklenen hassasiyeti göstermemişlerdi. Çünkü komutan artan PKK eylemlerine karşı çok sert tepki veriyor ve bölgede ciddi bir planla hareket ediyordu.

ABD, İngiltere ve Fransa’nın dahil olduğu ve sözde Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’e karşı kurulan Çekiç Güç, Doğu’da o kadar kontrol dışı hareket eder hale gelmişti ki, o günlerde bazı gazete haberlerinde PKK’nın bulunduğu bölgelere Çekiç Güç’ün içeriği belli olmayan lojistik kargoları helikopterlerle bıraktığı ve PKK’ya istihbarat bilgisi verdiği açıkça yazıyordu. Ancak dönemin askeri yetkililerinin gündemi Şeriat-laiklik-Cumhuriyet tartışmaları hakkında beyanat vermekle meşgul idi. Çekiç Güç’ün Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu güvenlik bölgesinin, PKK’nın faaliyetlerini artırmasına neden olmasının yanında Türkiye’deki derin devlet yapılanmalarının kendi gündemlerini meşrulaştırması için bir araç olarak kullanıldığı yönünde şüpheleri de artırmıştı. PKK eylemleri o kadar çoğalmıştı ki, Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 vatandaşımız bir gecede katledildi. Bingöl-Elazığ karayolunda 24 Mayıs 1993 tarihinde usta birliklerine giden sivil ve silahsız 33 askerimizi taşıyan otobüs PKK tarafından durduruluyor ve hepsi şehit ediliyor.

1993, Mardin’in Midyat ilçesindeki köy yoluna döşedikleri mayına bir yolcu minibüsünün çarpması sonucunda 26 kişi öldü.

 1993, Siirt’in Şirvan ilçesine bağlı Deltepe köyüne PKK’lılar tarafından düzenlenen silahlı saldırıda 33 kişi öldürüldü

1993, Erzurum’daki Çat ilçesine bağlı Yavi beldesine baskın yapıldı. Saldırıda 35 kişi öldü, 50 kadar kişi de yaralandı.

Bunlar gibi daha onlarca haber, televizyon ve gazetelerde yer alıyordu.

PKK’nın eylemleri ülkemizin her yerine o kadar yayılmış durumdadır ki, her gün korku ve şehit haberleriyle toplumun psikolojisi bozulmuştu. Ama iktidar ve askeri yetkililerin gündemi hala “şeriat tehdidi” ve “laiklik savunması” idi.

Bütün bu korku psikolojisiyle bir mesaj veriliyordu. Bunun ne olduğunu 1994 yerel seçimlerinde gördük. Bu seçimlerde Refah Partisi birinci parti olarak çıktı sandıktan. Başta İstanbul, Ankara, Konya, Erzurum, Sivas gibi birçok il ve ilçede Refah Partsi adayları belediye başkanı seçilmişti. Terör ve tehlike mesajları tutmamıştı. Ama halkın bu iradesi yine derin devlet dediğimiz ABD ve Batı piyonu siyasi elit ve bazı askeri yetkililer tarafından beğenilmemişti. Bunun için sıra halka bir ders vermeye gelmişti artık. Yani Refah Partisi’ne oy veren bu halk tabiri caizse “terbiye edilmeliydi”.

Bu tarihten sonra medyanın özellikle de bazı gazetelerin aktif bir şekilde rol aldığı ve toplumsal algıyı şekillendirdiği bir dönem başlamıştır. Bu süreçte, özellikle laik kesimlere hitap eden gazeteler, “irtica tehdidi” ve “laikliğin-cumhuriyetin tehlikede olduğu” yönünde manşetler atarak, toplumda korku ve endişe yarattı. Bu manşetler, 28 Şubat sürecinin meşrulaştırılmasına ve Refah Partisi’ne yönelik baskının artmasına katkıda bulundu.

“İrtica Tehlikesi Büyüyor”, “Laiklik Elden Gidiyor”, “İrtica Yeniden Sahneye Çıktı”, “Laik Cumhuriyet Tehlikede”, “Laiklik İçin Son Şans”, “Laiklik İçin Sokağa Çıkın”… o dönemde Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Sabah, Akşam gibi siyasi iktidarın ve askeri otoritenin piyonu olan gazetelerdeki manşetler bunlardı.

TÜSİAD, 28 Şubat sürecinde laikliğin korunması gerektiği yönünde açıklamalar yaparak ekonomik dengeleri bozdu ve piyasalarda, döviz kurlarında ve faiz oranlarında inanılması güç problemler yaşandı. Özellikle, laikliğin tehlikede olduğu yönünde yapılan haberler, verilen ilanlar ve yayınlanan basın açıklamalarıyla TÜSİAD’ın desteğiyle daha geniş bir kitleye ulaştı. Yüksek enflasyon, kronik bütçe açıkları, dış borç sorunu ve yüksek faiz konuları TÜSİAD’ın gündeminde değildi. Örneğin, 1994 Nisan ayında, gecelik faiz oranları % 700’ün üzerine çıktı. Bu, Türkiye tarihinde görülen en yüksek gecelik faiz oranlarından biriydi.

Peki ne oluyordu da bu kadar kaos ve tehlike ilanları, uyarıları yapılıyordu?

PKK’nın kahpece yaptığı eylemler için bu kadar sert ve tehlikeyi işaret eden manşetler neden atılmıyordu?

İktidarın ve askerin gündeminde ise halkı terbiye edecek totaliter/baskıcı uygulamaları bir an önce yürürlüğe koymak vardı.

Çünkü 1995 yılında yapılan genel seçimlerde Refah Partisi birinci parti olmuş ve 142 milletvekili meclise girerek kilit parti konumunu elde etmişti.

YÖK, imam-hatip liselerinden mezun olan öğrencilerin üniversitelere girişini zorlaştıran katsayı uygulamasını hayata geçirdi. Bu uygulama, imam-hatip liselerine olan ilgiyi azaltmayı amaçlıyordu.

YÖK, üniversitelerdeki akademik personel üzerinde de baskı kurdu. Özellikle, İslami kimliği ön planda olan akademisyenler, görevden alındı veya yükseltilmedi.

YÖK, üniversitelerde başörtüsü yasağını şiddetle uyguladı. Bu yasak, özellikle dindar kesimler üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. Baş örtüsü yasağını “laikliğin korunması” gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalıştı. Bu durum, binlerce öğrencinin eğitim hakkının engellenmesine neden oldu.

Bazı sendikalar, 28 Şubat sürecinde laikliğin korunması gerektiği yönünde açıklamalar yaptı. Özellikle, eğitim sendikaları, başörtüsü yasağı ve imam-hatip liselerine yönelik kısıtlamaları destekledi. Bu sendikalar, 28 Şubat sürecinin toplumsal alanda meşrulaştırılması için çaba gösterdi. Sendikaların asıl ilgilenmesi gereken işçi hakları ve sosyal adalet gibi temel meseleleri geri planda kaldı. Bunun yerine, laiklik ve rejim tartışmaları ön plana çıktı.

Asker subayların oturduğu lojmanlara giriş çıkışlarda başörtüsü kontrolleri yapıldı ve başörtülü kadınlar lojmanlara dahi alınmadı.

Askeri lokallere asla başörtülü kabul edilmedi.

Dönemin en merhametsiz uygulamalarından bir diğeri de askerde olan oğlunun yemin törenine gelen annenin başörtüsü olduğu için içeriye alınmamasıdır. Bu annelerin gözü yaşlı halleri halen arşivlerde durmaktadır.

Üniversite kapılarında başlarındaki baş örtüleri zorla açılan öğrenciler, okul birincisi olan ama başörtüsü olduğu için diploma törenine alınmayan öğrenciler, ergenlik yaşında İmam Hatip Ortaokulu ve liselerinde okuyan gencecik kızların başörtülü oldukları için okul kapılarında tutulmaları vb bütün bu olaylar 28 Şubat sürecinde yaşanılan baskılardır.

Askeri şura kararlarıyla atılan rütbeli subayların konusu ise çok daha tuhaftır. Terörle mücadelede başarı belgesi verilen komutanlar eşleri, kızları başörtülü diye ordudan atıldılar. İş o kadar çığırından çıkmıştı ki, düzenlenen programlarda içki içmediği için “şeriatçı” damgası vurulup ordudan atılan yüzlerce rütbeli subay var. Bu da onları tatmin etmedi, durdurmadı bu atılan askerlerin memur olarak başka bir yerde işe başlamasını bile engellediler.

Bunların hiçbiri siyasi ve askeri elit için önemli değildi, önemli olan Refah Partisi’ne destek veren halkı terbiye edecek totoliter, hukuk dışı uygulamaları bir an önce yürürlüğe koymaktı. Ama bunun için farklı bir komplo ve tiyatro senaryolarını da sergilenmeye başlamışlardı.

Aczimendi tarikatının lideri olarak tanıtılan, sıra dışı giyim tarzları ve davranışlarıyla dikkat çeken, sokaklarda, caddelerde boy gösteren, camilerin ortasında topluca zikir adıyla gösteriler yapan ama bütün bunlar olurken güvenlik güçleri tarafından hiç müdahale edilmeyen tiyatronun baş aktörü Müslüm Gündüz diye bir şahsiyet İslam/Tarikat/şeriat tartışmasının mezesi yapıldı. Bu grubun bütün faaaliyetleri televizyonlarda şeriat ve tarikat örneği olarak sunuldu. Bu da yetmedi, farklı bir piyon sahneye alındı, Fadime Şahin. Bu bayan Ali Kalkancı isimli yine tarikat lideri olarak sunulan serseri tarafından taciz edildiği üzerine haber oldu. Bu da yetmedi bir gün güvenlik güçleri ve canlı televizyon yayınlarıyla Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin ilişkisi baskın yapılarak tüm dünyaya gösterildi. Bu kadar ahlaksız ve bu kadar insan onurunu ayaklar altına alan başka bir senaryo görülmemiştir. Konunun en iğrenç noktası ise, bu mesele şeriat ve tarikat kavramlarıyla halka sunuldu.

Aczimendi tarikatı ve Müslüm Gündüz, “irtica tehdidi”nin somut bir örneği olarak gösterildi. Programlarda, Refah Partisi’nin bu tür tarikatlarla ilişkisi olduğu iddia edildi ve hükümete yönelik eleştiriler yoğunlaştı. Olay, toplumun geniş kesimlerinde tepkiye neden oldu. Özellikle, laik kesimler, olayı “laikliğin tehlikede olduğu” yönünde bir kanıt olarak gördü. Bu tepkiler, 28 Şubat sürecinin meşrulaştırılmasına ve Refah Partisi’ne yönelik baskının artmasına katkıda bulundu.

Bütün bu olaylar olurken gazetelerde “askeri bir yetkiliden alınan bilgiye göre…” diye devam eden haberler ve özellikle Kuran Kursu ve İmam Hatip Liselerinde gizli olarak çekilmiş namaz kılan öğrencileri gösteren haberler sanki büyük bir olaymış gibi gösterilerek algı yürütüldü.

Medya yine derin devlet ve kibirli bazı askeri elitin piyonu olarak görevini sürdürmüş ve Refah Partisinin iktidara geldiği ilk günden itibaren şu manşetlerle rolünü oynuyordu:

“Gerekirse Silah Bile Kullanırız”, “Rejim İçin Son Alarm”, “Asker Rahatsız”, “Balans Ayarı”, “Topyekûn Savaş”, “Rejim İçin Son Alarm”, “Batı Çalışma Grubu Görev Başında”.

Bütün bu süreçlerde aktif rol üstlenen ve hatta sürecin stratejisini yürüten Batı Çalışma Grubu adıyla bilinen bu oluşum her şeyi belirliyordu. İktidara karşı hadsizce beyanatlar, gazetelerin atacağı manşetler, sendika ve iş adamları derneklerinin yaptığı bütün basın açıklamaları vb bütün kışkırtıcı ve kaos oluşturan veriler bu merkezden ortaya çıkıyordu.

11 Şubat 1997’de Ankara’da “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” yapıldı.

23 Şubat 1997’de Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, “İrtica, PKK’dan daha tehlikeli” diye beyanat veriyor ve bu bütün gazetelerde manşette yer alıyordu.

Ve devletle milleti karşı karşıya getiren, devletin siyasal, ekonomik, güvenlik bütün ayarlarını bozan, siyasi tarihin en kirli ellerin müdahil olduğu, halkın her kesiminin olumsuz olarak etkilendiği, yaşamlarında büyük acıların iz bıraktığı bu karanlık dönemin o kara günü 28 Şubat 1997 Cuma günü saat 15.10’da Milli Güvenlik Kurulu Çankaya Köşkü’nde yapıldı.

Oynana senaryonun amacı ve hedefi doğrultusunda kararlar siyasi iktidara dikta edilerek dönemin asıl amacı ve hedefi ortaya koyulmuş oldu. Aslında herkes biliyordu ki, Milli Güvenlik Kurulu kararları tavsiye niteliğindedir. Hukuki bağlayıcılığı yoktur. Ancak öyle bir atmosfer oluşturuldu ki, adeta asker iktidara el koydu ve alınan kararların takipçisi ve hatta uygulayıcısı olacak.

Başbakan Necmettin Erbakan’ın bu kararları ilk önce imzalamadığı, şerh koyduğu ve ciddi tartışmaların yaşandığı yönünde bilgiler kamuoyuna sızdı. Buna karşılık yine askeri kadronun tehditleri devreye girince bazı maddelere açıklamalar yazarak Başbakan’ın imzaladığı bilgisi gündeme düştü.

Bu dönemde hukukun tarafsızlığı, hukukun üstünlüğü, halkın özgürlüğü, halkın iradesinin demokrasinin temel ilkesi prensibi gibi bütün ilkeler ayaklar altında çiğnenmiştir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığına çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verilmişti. Ayrıca bu brifingde Genelkurmay, “irticaya karşı gerekirse silah kullanılacağını” açıklıyordu. 28 Şubat denildiğinde sadece bu konu dahi dönemin ne kadar hukuk dışı, diktatörce yürütülen karanlık bir dönem olduğunu belgeler.

Refah/Yol Hükümetinin ortağı Doğru Yol partisinde istifalar başlamıştır. Genel Başkan Tansu Çiller, hükümet protokolüne göre hükümet süresinin ikinci döneminde Başbakan olacaktır. Bundan dolayı Başbakan Necmettin Erbakan istifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmek olduğunu belirterek İstifa eder. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, hükümetin bu protokolüne uymaz ve yeni hükümet kurma görevini ANAP Genel başkanı Mesut Yılmaz’a vermiştir.

Mesut Yılmaz hükümeti başta ABD, Batı olmak üzere askeri kadronun bütün talimatlarına uygun bir süreci yönetmiştir.

Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek “laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline gelmesi” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için dava açtı. Refah Partisi, 8 ay süren dava sonunda, 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.

Bu kirli ve kibirli sürecin sorumluları bu sürecin etkilerini “bin yıl sürecek” diyerek ilan ettilerse de bu millet, Anadolu irfanıyla, vatan ve bayrak aşkıyla varlığının temeli olan değerlerini korudu ve 28 Şubat’ın kibirli, hadsiz sorumlularını hukuka teslim etti.

14 Nisan 2018 tarihinde mahkemenin verdiği kararda, “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini zorla düşürme veya vazife görmekten men” suçlamasıyla, aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Emekli Orgeneral Çevik Bir, Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da bulunduğu 21 sanığa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.

Netice itibarıyla şunu belirtmek gerekiyor ki, 28 Şubat süreci ABD ve Batı’nın küresel stratejileri doğrultusunda Jeo-politik olarak Türkiye’yi dizayn etmeyi amaçlayan; ülkemizde emperyal siyasi-askeri kadro marifetiyle ve gücün esiri ve piyonu olan sermaye, medya ve bazı sendikaların desteğiyle yaşanılan karanlık bir dönemdir. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu süreç toplumun her kesimini derinden etkilemiş, devletin yapısını, işleyişini bozmuş; siyasal, ekonomik, toplumsal bunalımlara sebep olmuştur.

Tarih bilinçli bir toplumu ve güçlü devlet yapısını inşa edecek tecrübelerle doludur. Önemli olan, tarihi doğru, tarafsız ve ibret alarak analiz edebilmektir. Bu vesileyle 28 Şubat sürecinde küresel emperyal politikalara ve onların piyonu yerli aktörlerin hukuk dışı, insanlık dışı, ahlak dışı baskı ve senaryolarına karşı örnek bir devlet adamı kimliğiyle, vatan ve millet aşkıyla dik duruş sergileyen ve ülkemizde millilik anlayışını tesis ederek milli iradenin önemini inşa eden bilge lider, Başbakan Necmettin Erbakan hocamızı ve dava arkadaşlarını rahmetle ve şükranla anıyoruz.

Zulüm ve baskı hiçbir zaman devamlı olmamıştır, eninde sonunda zalimler hesap vermişler ve halkın nezdinde ve tarih sayfalarında kendileri en layık biçimde anılmışlardır ve unutulmayacaklardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki

Sonraki

Benzer Haberler