Faruk Anbarcıoğlu Yazdı: Beyaz Ölüm
Faruk Anbarcıoğlu / Eğitimci-Şair-Yazar
Biliyorum, bu iki kelime yani “BEYAZ ÖLÜM” kelimeleri çok kullanıldı. Ama tabiri caiz ise Sarıkamış’ da ki bu şehadet şeklini en iyi ifade eden yine bu iki kelimedir diye düşünüyorum.
Kamçı misali suratlara vuran kar fırtınası ve eksi 40 derecelere varan acı soğuk yetmezmiş gibi, dizlere kadar kar içinde yürümeye çalışan askerlerde ayaklarındaki çarıkların etkisiyle ayak uçlarından başlamak üzere ince bir sızı vücutlarına yayılıyordu. Bu ağrılara aldırmadan bir süre yürüyorlardı. Ayak parmaklarından donmaya başlayan vücutları artık ağrıları hissetmediklerinden ağrılarının geçtiğini zannediyorlardı. Kaskatı donmuş çarıklarının ayaklarını mengene gibi sıktıklarını artık hissedemiyorlardı bile. Bu hissizlikten dolayı ilk başta işlerin yolunda gittiğini düşünüyorlardı. O yüzden Mehmetçik hiçbir ağrı sızı duymadan ilerlemeye devam ediyordu. Ne zaman ki ayaklardaki donma bileklerini geçiyordu, işte o zaman artık ayakların hareketi bitiyor ve yere basamayan, aslanlar gibi çarpışan Mehmetçikler birer birer kara topraklara değil ama 3500 metre yükseklideki Soğanlı Dağlarının ve Allahuekber Dağlarının zirvesinde yarı donmuş halde karlara düşüyorlardı.
Bir süre karlar üzerinde dinlenen askerler geride kalmamak için tekrar ayağa kalkıp arkadaşlarına yetişmek istese de artık çok geçti. Ayakları vücudunu taşıyamadığından karların içinde yuvarlanıp duruyorlardı. İşte Sarıkamış’da BEYAZ ÖLÜM dedikleri on binlerce şehidin yürek yakan destanı maalesef böyle başlıyordu. Ölüm ağır ağır böyle geliyordu. Ayakları don tutmaya başlayan askerler paniğe kapılıyorlar yol kenarında kalıp vahşi hayvanlara yem olmaktansa emekleyerek de olsa yollarına devam etmek isteseler de çok güç kaybedip takatsiz kaldıklarından, karların üzerine yığılıp kalıyorlardı.
Artık vücutlarında ağır ağır donma başladığından üzerlerine bir sakinlik çöküyordu. Aslında bu sakinlik, gelmekte olan ölümün ayak sesleriydi. Damarlarındaki kanları don tutmaya başlayan askerler artık hiç bir şey hissedemez oluyorlardı. Yanından geçip gitmekte olan arkadaşlarına konuşmaya takatları kalmadığından yardım ederler düşüncesiyle ümitsiz gözlerle bakıp çaresizliklerini beden diliyle anlatmaya çalışıyorlardı. Ölüm o kadar yakınlarında ki kim yardım etmeye çalışsa kendi güçleri de tükeneceğinden çok kısa süre içinde o da aynı akıbetle karşılaşacaktı. O yüzden yürüyüşe devam eden askerler ellerinde yiyecek adına ne varsa arkadaşına verip, çaresizlik ve acı dolu gözlerle “ bununla idare et” dercesine yollarına devam ediyorlardı. Devam etmek zorundaydılar çünkü Beyaz Ölüm hemen yanı başlarındaydı.
Çünkü acımasız ve çok büyük bir savaşın içinde, buzlaşmış dağ zirvesinde hep beraber soğuktan bir cehennemin ortasındaydılar. Aylardır yan yana, omuz omuza beraber yürüdükleri arkadaşlar ne yazık ki şimdi birbirlerine yardım edebilecek durumda değildi. Bu asla ne umursamazlık ne de vurdumduymazlık değildi. Türk’ün geleneğinde böyle bir vefasızlık asla olamazdı. Bu her birinin alnına yazılmış acı bir alın yazısıydı. Acı bir kaderdi. Düşmanları sadece Rus askerleri değildi. Çünkü düşmanla olduğu kadar açlık ve susuzlukla, dondurucu soğukla, kamçı misali yağan kar, boran ve tipi ile, uzun süre yıkanma fırsatı bulamadıklarından elbiselerinin üzerlerinde yaşayan yüzlerce bitlerden oluşan ve insandan insana bulaşıp ölümlü sonuçlar doğuran tifüs salgını ile de savaşıyorlardı. Buna bir de acımasızca akıp giden zamanı da eklemek gerekiyordu. Her bir saniye o yüzden çok çok önemliydi. Bu şartlarda her bir duraklama, her bir dinlenme ya da yavaşlama yeniden birçok askerimizin donması anlamına geliyordu. Vücudu donmaya başlayan askerlerimiz vahşi hayvanlara yem olmamak için bir ağacın üstüne çıkmayı düşünseler de 3500 metre yükseklikte kar ve buzdan başka bir şeye rastlamak asla mümkün değildi. Kader Beyaz Ölüme doğru sinsice yol alıyordu. Bu son ise artık kaçınılmazdı.
Askerlerimiz, vücutlarında takat kalmamış, ağır ağır uykuları gelmişçesine, VATAN VE BAYRAK uğruna görevlerini yapmış olmanın verdiği huzur ve mutlulukla yüzlerine yansıyan bir tebessüm ile son nefeslerini vereceklerdi.
22 Aralık 1914 ve 5 Ocak 1915 yılları arasında iki haftada on binlerce vatan evladımız maalesef Rus kurşunları ile değil, eksi 40 derecede kar, boran ve tipide don tutarak, çocuklarının, torunlarının yani bizlerin rahatı ve huzuru adına canlarını feda edip hayata veda ediyorlardı.
O yüzden bu şehadeti en iyi anlatan iki kelime “BEYAZ ÖLÜM” olmalıydı.
Onlar düştükleri kar çukurlarının içinde bembeyaz kefen yerine, bembeyaz kar yığınlarını üzerlerine örterek CENNETTE BEMBEYAZ KÖŞKLERE ulaştılar.
Kökleri çınar gibi güçlü bu büyük devletin koçyiğitleri Balkanlar’da, Galiçya’da, Yemen’de, Çanakkale’de, Musul’da, Kerkük’de şehit oldukları yerlerde bulunan ağaçların altına birer birer gömüldüler. Tek tek toprağa verilen Mehmetçikler şanslıydı çünkü en azından birer mezarları ve mezar taşları vardı. Gelen geçenler en azından birer fatiha okuyabilirdi. Ama imkansızlıklardan dolayı bilhassa topluca Çanakkale’de gömülenler ile Sarıkamış’ da kar çukurlarında karlar altında kalan bunca şehidin ne bir mezarları oldu ne de mezar taşları. Artık onlar ebedi olarak bu milletin yüreklerine gömüldüler.
Ruhları şad mekanları CENNET olsun..