Araştırmacı-Yazar Fatih Belgi Yazdı: Zıtlıkları Aşmak, Yankılarda Buluşmak
Ali Ergur’un Sanattan Yansımalar’da 1 Kasım 2025’te yayımlanan “Eski Zıtlıkları Aşarak Yeni Bileşimlere Doğru: Echoes of Kanun & Piano” başlıklı yazısı, ilk etapta bir müzik değerlendirmesi gibi görünse de aslında Türkiye’nin kültürel hafızasını ve entelektüel iklimini ...
Zıtlıkları Aşmak, Yankılarda Buluşmak: Ali Ergur’un Yazısından Türkiye’nin Kültürel Hafızasına
Fatih Belgi / Araştırmacı-Yazar
Ali Ergur’un Sanattan Yansımalar’da 1 Kasım 2025’te yayımlanan “Eski Zıtlıkları Aşarak Yeni Bileşimlere Doğru: Echoes of Kanun & Piano” başlıklı yazısı, ilk etapta bir müzik değerlendirmesi gibi görünse de aslında Türkiye’nin kültürel hafızasını ve entelektüel iklimini çözümleyen bir düşünsel metindir. Ergur, kanun ile piyanonun birlikte çalındığı bir performansın tınısından yola çıkarak, yüzyıllardır zihnimizde kazılı duran Doğu-Batı ikiliğini müziğin diliyle sorguluyor. Onun hatırlattığı kadim bir gerçeğe dokunuyor: Müzik yalnızca seslerin örgütlenmesi değildir; bir toplumun kendini duyma biçimidir.
Doğu-Batı: Bir Karşıtlık Değil, Bir Yankı Alanı
Ergur’a göre, Türkiye’de tarih, siyaset, sosyoloji, edebiyat ve sanat çoğu zaman Doğu-Batı karşıtlığının ön kabulü üzerine inşa edilmiştir. Bu ikilik, kimi zaman “eleştiri”, kimi zaman “savunma” biçiminde işlev görür; ama her durumda, kültürel tartışmaların kolaycı bir mantrasına dönüşür. Ergur, bu ideolojik kalıbı tersyüz ediyor. Echoes of Kanun & Piano albümünü merkeze alarak, kanunî Esra Berkman ve piyanist Gökçe Eryılmaz’ın iki farklı müzik geleneğini birbirine karşı değil, birbirine temas eden iki hat gibi ördüğünü gösteriyor. Artık mesele, kimin “daha uygar” ya da “daha mistik” olduğu değildir; asıl mesele, insanın varlık tecrübesinin bu iki kültürel kaynak arasında nasıl yankılandığıdır. Bu yaklaşım, Türkiye’nin kültürel aradalığını bir kimlik krizinden kurtararak yaratıcı bir potansiyel alanına dönüştürüyor. Aradalık burada bir talihsizlik değil, yeniden üretim kapasitesidir; bir anlam kurma yeteneği, bir diyalog biçimi…
Bir Akademik Zihniyet Eleştirisi
Ergur’un bu berrak, sahici yaklaşımı Türkiye’de giderek nadirleşiyor. Bugün akademik söylem imaja yatırım yapıyor. Kavramlar derinleşmek yerine parlatılıyor; düşünce, vitrinsel bir gösteriye dönüşüyor. Güncel ve yaygın akademisyen tipi: Baudrillard’dan “simülasyon” dersi verip aynı gün kendi simülasyonunu pazarlıyor. Oysa Ergur’un yaptığı bunun tam tersidir: Teoriyi gündelik olgularla temasa sokar, soyut kavramları somut deneyimlerin sıcaklığıyla birleştirir. Onun için düşünmek dünyayla temas kurmak demektir. Bu nedenle yazısını, bir entelektüel tutum önerisi olarak yorumluyorum: Hayata dokunan teori.
Ergur’un yazısındaki bu berraklık, Türkiye’de entelektüel yozlaşmanın geldiği noktada önem içeriyor. Çünkü artık “teori”, akademik itibarı süsleyen bir aksesuar işlevi görüyor. Oysa gerçek düşünce, hayata karıştığı oranda güçlüdür. Bu nedenle Ergur’un kalemi, entelektüel bir nezaket ve sorumluluk çağrısı olarak da okunabilir.
Kültürel Hafızada Yeni Bileşimler
Ali Ergur, Doğu-Batı meselesini yalnızca bir kimlik tartışması değil, bir “duyma biçimi” olarak ele alıyor. Bu topraklarda biz, Batı’yı kulaklarımızla değil politikalarımızla; Doğu’yu da sezgilerimizle değil nostaljimizle dinledik. Ergur ise üçüncü bir yol öneriyor: yankılarda buluşmak. Kanunun telleriyle piyanonun tuşları aynı ezgide birleştiğinde, iki kültürün gerilim hattı değil, yaratıcı alanı beliriyor. Bu, müziğin değil, düşüncenin de bir biçimi: Artık ne Doğu’nun duygusal alanına sığınıyoruz ne de Batı’nın teknik disiplinine teslim oluyoruz. Her iki dünyanın yankıları içinde kendimize özgü bir ses buluyoruz — ve belki de bu ses, Türkiye’nin en sahici sesi.
Ergur’un satırlarında, Türkiye’nin modernleşme serüvenine dair bir farkındalık da gizli.
O, Doğu-Batı ikiliğinin tarihsel olarak nasıl bir “egzotizm piyasasına” dönüştüğünü gösteriyor:
Batı’nın oryantalist merakı ile Türkiye’nin içsel iktidar arzusu arasında üretilen bu ideolojik söylem, bugün hâlâ toplum, akademi ve kültür dünyasında varlığını sürdürüyor. Ancak Ergur’un belirttiği gibi, bu söylemin ömrü tükeniyor. Çünkü hayat diyalektiktir; her baskı kendi karşıtını üretiyor. Türkiye’nin yeni kuşakları, bu sahte ikilikleri reddederek ne Doğu’yu ne Batı’yı mutlaklaştıran bir bilinç geliştirmeye başladı. – Kahir ekseriyetiyle böyle görünmekte- Bu dönüşüm, tıpkı Berkman ve Eryılmaz’ın müziğinde olduğu gibi, “zıtlıkları aşma” cesaretinden doğuyor.
Bitirirken…
Bugün entelektüel alan, yankı duymayanların elinde sığlaşıyor. Bilgi artık bir varoluş biçimi değil, bir kariyer malzemesi hâline geliyor; ama hâlâ bazı sesler var ki bize düşünmenin bir tutum, bir incelik, bir etik olduğunu hatırlatıyor. Zıtlıkları aşmak bu yüzden sadece bir kavramsal önerme değil; bir yaşama biçimidir ve yankılarda buluşmak, belki de bu ülkenin en sahici umududur: Çünkü yankılar, tıpkı kültür gibi, bir şeyin ölmediğini, yalnızca biçim değiştirdiğini hatırlatır. Bu hatırlatmayı yaptığı; düşünceyle hayat, teoriyle duyum, sanatla etik arasında böylesine canlı bir köprü kurduğu için Ali Ergur’a teşekkürler.