Muhsin Kızılkaya Yazdı: Alim, Dengbêj ve İki 'Okuyucu'

28 Kas 2025 - 18:32 YAYINLANMA
10 GÖSTERİM
Muhsin Kızılkaya Yazdı: Alim, Dengbêj ve İki 'Okuyucu'

Muhsin Kızılkaya / Yazar

Cemil Meriç, Necip Fazıl'ın deyimiyle “iç gözü iyi görsün diye dış gözü tamamen kapandığında”; Hakkari'de, Çukurca kazasının Güzereş köyünün Mezrî mahallesinde, ırmak boyunca, toprak damlı bir evde Abdülkadir adına 11 yaşında bir çocuk tam dört harften beri hiç yataktan çıkmamış, “apaydınlık dünyasında” gözlerinden kapkara, dipsiz bir kuyuya dönüştüğünde ıstırapla, gözleri tekrar açılsın diye durmadan Allah'ına bağırıyordu.

Karlar kalkalı birkaç ay olmuştu. Kar durmaz da sınır çizgisi dağlar yol vermiş, ana cihazın katırın sırtına bindirmiş, oradan Musul'a götürmüş, bir göz abonesine göstermiş, doktor uzun uzun muayeneden sonra, “Bu çocuğun gözlerine ne katıldı böyle, görme sinirleri ile beyin arasındaki bağlantı kopmuş” dedi. Baba oğullarının söylediklerinden hiçbir şey anlamamışlardı.

Her şey dört sene önce gözlerden gelen iltihaplı bir akıntıyla başlamıştı. Gözkapakları şişmiş, ışık şiş olup gözlerine batmış, şiddetli bir ağrı baş  göstermişti gözlerinde. Hayatlarında tek bir doktor görmemiş, hiçbir sonuç çıkmamış köylüler trahomu ne bilsindi? İyileştirmek için kocakarı programlarıa başvurular, gözlerine sumak suyu damlattılar mesela, bir süre sonra tamamen ışıktan mahrum kalan çocuk; Dünya çapında kararıp oyundan kopup kendini yatağa hapsettiğinde yedi yaşındaydı.

Dokuz kardeşiz biz, en küçükleri benim, en büyüğümüzdür ağabeyim Abdülkadir. 

*

1954 yılının sabırsız, aceleci bir bahar akşamıydı. Her şeyde dala yürüyen suyun telaşı vardı.

Karı koca Meriçler Çatalca'da uzak hısımlardan Ahmet Çipa'nın evinde misafirliğe gitmişlerdi. Leziz Antakya yemekleriyle sofra bağışlamıştı. O lezzetlere Cemil Meriç'in sohbetinin lezzeti katıldı, lezzet katlandı, akşam büyüdü, muhabbet bir demet akşam sefa oldu, evin içinde saklandı. Kalkma vakti geldi, bir kat merdiven ineceklerdi. Cemil Bey'in üzerinde iki buket miyopisi ve şiddetli hipermetropisi vardı. Artık büyük bile birleştirme zor seçilebiliyordu. Bu nedenle Fevziye Hanım'ın kolundaydı.

Merdivenlerden inerler. Son basamak birazcık yüksektir. Basamakların tekdüzeliğine alışkın ayak mesafeyi uzatamaz, ayağı bir anda kalıcıta kalır Cemil Bey'in, iri cüssesiyle yere kapaklanır. Aceleyle kalkar, üstünü başını silkeler, tekrar karısının koluna girer, çıkarlar.

Gece buram buram bahar mevsiminde, kapının ucuz badem ağacının çiçeklerine yıldızlar asılmış ama tuhaf bir şey var havada. Onun yerin karanlık! Cemil Bey'in o bir dudaklarından dökülen, “Fevziye, elektrikler mi kesik? Hiçbir şey görmüyorum,” cümlesi onun kararan dünyasından çok Fevziye Hanım'ın kararan dünyasını ilan eden bir cümleydi bütün o gürültülüleştirici bahara ve uzun bir hayatta. 

Cemil Meriç o an kör olur!

Ne kadar sevimsiz bir kelime; kör! Ümit Meriç “Babam Cemil Meriç” =, babası bu kelimeyi her söylediğinde “öfke girdaplarına” kapıldığını söyledi.

"Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuzuyla büyük bir kabahat işlemi gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi görmek istemiyorum. Körler bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası. Kör müsün! Hay kör şeytan!.. Romanın bütün canavarlara, bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı." (1 Günlük 15 Şubat 1963) 

*

Ben doğmuşumda ağabeyim Abdülkadir 20 yaşındaydı. Hayata dokunmayı öğrendiğimde, o oluştuğunda, hep hatırladığım aynı yerde, arkaya dayalı olarak otururken onu buldum. Evimizde “kör” yasaktı, bu kelimeyi onun yanında hiç kullanmadık, hala kullanmıyoruz. Bir de yüksek sesle gülmek bize yasaktı. Körlüğüne güllüğümüz sanıyordu. Çocukken körlüğünden nasıl utandıysa artık! Çocuklardır zalim, nasıl alay konusu olduysa artık akranlarına! Bizim evde onun kanunları geçerliydi, hiçbirimiz o üzülmedik, en büyüğümüzdü, başka bir gün babamızın yerine o geçecekti.

Kör değildi, sadece bizim gördüklerimizi göremiyorduk. Gördüklerimizi yedi gelişime kadar görmüştük zaten. Görmeye başlayınca, o zamana kadar gördüklerinden yeni bir dünya taraması kendine besbelli. Ona öyle bir hafıza lazımdı ki, kırk, elli sene önce gördüklerini, bugün ona anlatılanları onun içine oturma sırasını kendini yeniden var etsindi! Bizim unuttuklarımızı onun lüksünü unutmamıştı. Biz unuttuklarımızın yerine gördüklerimizi koyabiliriz ama onun öyle bir imkanı hiç olmadı. O halde gözün yerinin cebini koymalıydı. Böyle yapmayı kimse ona öğretmiyordu. Kapalı bakışın içine çevrilmiş, orada daldı, görünen sonsuz denizde. Zaman zaman o kalp ona öyle şeyler gösterdi ki, onların hiç birisini biz görmedik. Onun dünyasında bizim dünyamızdan daha da büyük bir dünya oldu. Öyle ki sürekli sadece hepimiz, bütün aile, bütün köy, bazen bütün şehir sadece onun anlattıklarını dinlerdik. O hem onun hem de bizlerin görmediği şeyleri anlatıyordu bize, hafızası gözler olmuştu. Zaman ortak hafızamız oldu.

Baktığı zaman onu görmezsin. Bakmak demek demek değildir, görmek için gözlerden daha derin bir şey muhtacız biz, görmek idrak etmektir, bilinçli görmektir. Rüyaları gözlerimizle değil, beynimizle görürüz, gözle bakarız, gören ise kalbin gözüdür. Görmek için onun daim gözlerinin özlemini çekseydi bozuldudu o koca evrende canım abim, onu kaybetmekten kurtaran imanı oldu. Gözlerinin mahrumiyetinden mahrum kalmış, aklının nuru ona rehber olmuş. Ona okudular, Kuran'ı ezberledi, hadisleri ve bir umman dini bilgilerini... Dolaşmaya çıktı sonra, adımladı bütün coğrafyayı, beynini rastladı, ağanın divanhanesinde konakladı, şeyh, mürşit dergahlarına diz çöktü, kendisine anlatılan her şeyi, destanları, masalları, hikayeleri, stranları, tarihi, adetleri hafızasına kaydetti. Kayıtlarını sürdürdüklerini anlattılar, namı yürüdüler, bir süre sonra bütün o bölgedeki herkesin adını aldılar, gelip yanında sohbetine katılmak isteyen bir halk feylesofu çıktı.

O namlı bir dengbêjdi artık.

Cemil Meriç kör olduğunda, bundan sonra yaklaşık 30 yıl boyunca onun göz görevini yapacak, bu yüzden hayatın birçok nimetinden feragat edecek olan kızı Ümit Meriç henüz 8 yaşındadır.

Cemil Meriç'in bakış kitapları eritilmişti.

Umudunu tamamen kestikten sonra körlüğü bir hortlağa, “öldükten sonra yaşamak gibi bir şey” benzetir.

Sanki bugünler için “Ümit” adının kızı, Cemil Meriç'in “ümidi” olur. Ümit de kendisi için yeni bir hayatın gidişatı fark eder. Artık onların gözlerinin görevini yapacak, o ölünceye kadar bu ağır yük o küçük omuzlarda olacak. Karanlık mağaralarda yaşayan bir ölü gibi dolaşan üyeleri o zifiri dünyada bir kandil görevi yapacak. Düştüğü derin kuyuda babasına o küçük ellerini uzatarak, “Buradayım babacığım,” deyip onun merdiveni olacak.

Ümit Meriç'in birinci görevi babasının “okuyucusu” olmaktır! Artık okuyamadığı kitapları o babasına okuyacak, babası görecek, onun yerine o yazacaktır!

*

Ben ilkokul üçüncü sınıfa geldiğimde, ağabeyim Abdülkadir 30 yaşını yeni aşmıştı. O zamana kadar sözün büyüttüğü dünyasını şimdi yazının o büyülü dünyasıyla birleştirip daha büyük bir dünya kurma zamanıydı. Yazının bir büyü olduğunu dedesinden öğrenmişti ama bu zamana kadar onu yazan dünyaya gelecek birisi yoktu, “onun karanlık dünyasını yazan metinlerin ışığıyla aydınlatacak” küçük Muhsin'in yazmayı öğrenerek yaşamayı bekleyecekti.

İlkokulun üçüncü sınıfında her türlü içeriği okuyabiliyordum artık ama bir engel daha vardı. Benim Abdülkadir abim Türkçe görünür; şimdi yüküm daha da ağırdı. Bir kitap gelecek, yanında oturacağım, satır satırları ayrıştırıldıklarımı Kürtçeye çevirir. İlk dönüştürmenliğim böyle başladı, metinleri Kürtçeye çevirdim sözlük olarak.

Yazılı metinler, sözlü muhabbetlere benzemiyordu. Yeni bir şey öğrenmek için de daha önce yaptıkları gibi, birkaç konak yol kat ederek bir araya gelmeleri gerekiyordu. Bir kitap, sessiz bir yer ve onu bozmak tercüme edecek küçük bir kardeş yeterdi.

*

Cemil Meriç ve kızı artık iki yakın dosttur, babasının sırdaşıdır kızının. Ama baba biraz bencildir sanki. Kızının kendi arkadaşları olsun, süreçte gezsin, eğlenmesin istemez. Yaz akşamı değişen ağabeyi ve iki arkadaşıyla Çamlıca tepesine mehtap izlemeye gitmesine bile izin vermiyor. Ve en önemlisi ailenin evlenmesini asla istemez. Taliplileri, bir yol bulur ve uzaklaştırır. "Neden evleniyorsun?" diye soran arkadaşlarına Ümit, “Adonis'i yeterince akıllı getirsem yeterince akıllı değil, Zeus'u getirsem yeterince yakışıklı bulmayacak” diyerek işi şakaya vurur. Bir yandan da babasını “mağarasında” bırakıp gitmek gönlü razı olmuyor.

Babası, Victor Hugo'nun kızı Adéle'in annesinin hecelerini değiştirerek “Torvic Gohu” demesi gibi o da Ümit'i tersten okuyarak ona “Tümiçirem, Kraliçem” diye hitap eder.

Ümit bir süre sonra kesin olarak verir; Bundan sonra için parametrelerin kardeşlerinin hem sağ kolu hem de gözükmesi sağlanacak. İlgini çeken bir anı okumaktır, bazen sabahtan akşama kadar yüksek sesle böylesi metinler okur babasına, şekli sesi boğuklaşır, böyle zamanlarda babası “homurdanmadan oku” diye azarlar onu, o da dinlemek zorlar, iki üç derin nefes alır, bazı günler nefes borusu tahta gibi olur, sesi kısılır, ciğerleri iki yandan sancır ama bunu babasına söylemez.

Bir gün Ümit kendi istediği için okuyamadığı için bir serzenişte bulunur, babası ona kızar, “Senin tezini ben yedeklerim” der. Birden fazla babasına hiç beklemediği bir cevap verir. “Eğer benim tezimi siz yazdınızsa, sizin bütün eserlerinizi de ben katkıda bulunacağım.”

Ümit Meriç, doktorayı verdikten sonra bir buhran gecesinin sabahında abdest alır, seccadeyi serer ilk namazını getirir. Ve o günden itibaren beş vakit namazını hiç kaçırmadık.

O zamanlar namaz kılmayan babası namazına karışmaz.

İlkokulda, mahalle mektebinde sabahçıydım ben, bütünün ardından benimdi. Top oynardık ama en çok sinemaya giderdim. Okuldan gelişmiş anımı biliyordum ağabeyim. Bir şeyler yedikten sonra beni çağırır yanına oturtur “Şerefname”yi okuturdu mesela. Bitlis Emiri Şeref Han tarafından 1600'lerin başında yazılan o ağdalı kitap durduruldu Kürtçeye tercüme etmek, Allah'ım bir yürütülen zulüm müydü? Ya “Mervani Kürtlerin Tarihi”ni, Bazil Nikitin, Minorski gibi Rus seyyahlarının sözlerini… Ehmedê Xanî'nin “Mem û Zîn”ini, Feqiyê Teyran'ın, Cegerxwîn'in şiirlerini… Kürtçe kitapları daha kolaydı, tercümeye gerek yoktu. Böyle parçalara ayırıp kitabını okudun.

Dışarıda gürül gürül bahar vardı, ben içerdelerinde Ümit Meriç'in yaptığı gibi karanlık bir mağaraya hapsolmuş birinin mağarasını aydınlatmaya çalışıyordum. Çocuktum, çoğu zaman okuldan geldiğimi ayak seslerinden anlamasın diye topuklarıma basa tabana giriyorum, çantamı bırakıp kaçıyordum. Ama genellikle yakalanıyordum. 

Sonra ben onu, bana göre bir yığın hikâyeyi heybeme doldurarak orada bırakıp İstanbul'a geldim. Anlattıklarından bir sürür kitap büyür. O da benim yerime yeğenlerimi “okuyucu” yaptı, altı-yedi kitap da o onlara yazdırdı.

Cemil Meriç çok acı çektiğini bildiği kızına, gölünü almak için “Beynim iki kişinin çalışan bir kaset olsa, muhtemelen içinde en çok senin sesin çoğalır,” derdi.

Ben de onun Hakkari'ye gidişinde evde değerlendirme kalabalığa bir şeyler anlatırken Abdülkadir abim, “Muhsin bunu küçükken bana falan kitaptan okumuştu,” diyerek beni her defasında onurlandırdı. Yalnız kaldığımızda da “Çocukken sana çok acı çektiğim için para helal et” der bana. ..

Ben de “Yapma be abi, asıl benim sana borcum var, sen para helal et” der, o yaşlarda o kadar kitap okumama durumu olduğu için ona minnetlerimi belirtir, orada götürebildiğim, onun sevebileceği bir kitabı açılır, bunların çocukluğumda olduğu gibi okumaya başlar, aradan geçen zamanı yok sayarak o mutlu gençlik günlerine geri dönerim hasretle.

 

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: