Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk Yazdı: Kendini Bil, İnsan Ol: Türk Tasavvufunda Bilgi ve Edep inşası
                                                
                        Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Yunus Emre’nin dizeleri : “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” Bu dizeler, sanki asırlardır toprağın içinden fısıldıyor, “Dur, düşün, kimsin sen?” diye soruyor. Türk tasavvufunun özü, işte bu soruda saklı. Bilgi, marifet, edep ve erdem… Bunlar, sadece kelimeler değil, bir insanın kemale, yani insan-ı kâmil olmaya uzanan yolculuğunun yol işaretleri.
Bilgi: Aklın İlk Adımı, Kalbin Kapısı
Türk tasavvufunda bilgi, kitaplardan öğrenilen kuru bir malumat değil, insanın kendini ve Yaradan’ını tanıma çabasıdır. Yunus’un “kendin bilmek” dediği, bu derin arayışın ta kendisidir. Bilgi, akılla başlar ama kalpte tamamlanır. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Aklın yolu bir yere kadar gider; gönül, onun bittiği yerden başlar.” Akıl, insanı hakikatin kapısına getirir, ama kapıyı açan gönüldür. İşte bu noktada bilgi, marifete dönüşür.
Marifet, sadece bilmek değil, bildiğini yaşamaktır. Hani Gazâlî’nin o güzel tarifi var ya: Aklın rehberliğiyle kalbin nuruna erişmek. Tasavvuf, bize bu nuru aramayı öğretir. İlm-i ledün, yani Allah’ın kalbe ilham ettiği bilgi, işte bu marifetin taçlandığı yerdir. Ama marifet, yalnız başına yetmez; o bilgiyi ahlakla, erdemle yoğurmak gerekir.
Erdem: Bilginin Ahlaka Dönüşmesi
Bilgi, eğer sevgi ve ahlakla birleşmezse, kuru bir söz yığını olup çıkar. Mevlânâ’nın bir sözü vardır: “Bilgi, aşk ile birleşirse hikmet olur; aşksız bilgi, sadece dert getirir.” Erdem, bilgiyi bir hizmet vesilesi yapar; onu iktidar aracı olmaktan kurtarır. Hacı Bektaş-ı Velî’nin o sade ama derin öğüdü burada yankılanır: “Eline, beline, diline sahip ol.” Bu, sadece bireyin değil, toplumun da huzurunun reçetesidir. Erdemli insan, bilgiyi başkalarına üstünlük taslamak için değil, onlara hizmet etmek için kullanır.
Edep: Manevi Bir Taç
Ve edep… Türk tasavvufunun belki de en zarif kavramı. Yunus, “Edep bir tâc imiş, nûrdan imiş” derken, insanın bu dünyadaki en güzel süsünün edep olduğunu söylüyor. Edep, Tanrı’ya ve yaratılmışlara karşı gösterilen saygı, incelik ve zarafettir. Mevlevî semasındaki o ahenkli dönüş, sadece bir ritüel değil, aynı zamanda bir usûl, bir adap, bir edep dersidir. Tasavvuf, bize şunu öğretir: Kalbin edebi, davranışların adabı ve ruhun usûlü birleştiğinde, insan bir “manevi estetik” taşır.
İnsan-ı Kâmil: Yolun Sonu mu, Başlangıcı mı?
Tüm bu kavramlar, insanı insan-ı kâmil olmaya götürür. İnsan-ı kâmil, Tanrı’nın yeryüzündeki aynasıdır; bilgisiyle bilen, marifetiyle tanıyan, erdemiyle sevilen, edebiyle saygı duyulan bir varlıktır. Yunus’un bir başka dizesinde bu açıkça görülür: “Dervişlik dedikleri hırkayla taç değil, gönlünü derviş eden hırkaya muhtaç değil.” Dervişlik, yani kâmillik, dışsal süslerde değil, içsel bir dönüşümde saklıdır.
Türk tasavvufu, bu yolculuğu bir mistik tecrübe olmaktan öte, ahlaki ve toplumsal bir sorumluluk olarak görür. İnsan-ı kâmil, sadece kendini değil, çevresini de güzelleştiren insandır. Sevgiyle, tevazuyla, hikmetle yaşar ve yaşatır.
Sonuç
Türk tasavvufunun bize bıraktığı miras, bir hazine gibi. Bilgiyle başlar, marifetle derinleşir, erdemle olgunlaşır, edeple tamamlanır. Yunus Emre, Mevlânâ ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin izinde, bu miras bize şunu fısıldar: “Kendini bil, Hakk’ı bil; Hakk’ı bil, insan ol; insan ol, insan-ı kâmil ol.” Bu yolda yürümek, belki de hepimizin en güzel ödevi.