EN BÜYÜK EKSİKLİĞİM

03 Kas 2025 - 00:08 YAYINLANMA

 

niçin kızıyorsunuz ki öküzümüze

nu öküz yapan biz değil miyiz

eğsin diye başını her sözümüze

çeksin diye kağnımızı ve yükümüzü

gencecik yaşında boğa olmadan henüz

onu iğdiş eden biz değil miyiz?

H. E.

 

Antalya’ya bağlı Akseki ilçesinin ta Romalılardan kalma tarihsel bir köyü olan Gödene’de doğduğumu anlatmıştım; önceki söyleşilerimde. Toros sıra dağlarının ortasında dört yanı dağlarla çevrili olduğundan ekilip dikilebilen arazisi çok kıttı. Dahası kağnı dâhil tekerlekli hiçbir aracın işlemediği ilkel ve yoksul bir köydü ama 100’den fazla evin her biri dubleks idi..

“Dalga geçme arkadaş. Yoksul ve ilkel bir köyde tüm evlerin dubleks olması mümkün mü? Sonra niçin dubleks? Türkçesi yok mu bunun?” derseniz haklısınız. Her ne kadar dubleks demek moda ise de mecbur muyum ben modaya uymaya? Türkçesi varken ille de yabancı sözcüklerle konuşup yazmak bilgiçlik taslamaktan başka nedir? Kendi dilini küçümseyip ukalalık yapmak kime yakışır ki, bana yakışsın?

İki katlı ya da çift katlı demek dururken bana ne “dubleks”ten! Hele hele kimileri daha bir bilgili olduğunu göstermek için dublex diye yazar ki, deme gitsin! Var mı bizim abecemizde iks diye “X” böyle bir harf? Onlar bizim özel adlarımızı bile kendi harfleriyle yazarken, ben niçin dublex diye yazacakmışım?

Sözgelişi tiren sözcüğünü bilmeyen mi var ülkemizde? Evet, bu sözcük de başka dilden ama yüz yılı aşkındır kullanılıyor dilimizde. “Tiren gelir, hoş gelir / Odaları boş gelir”de olduğu gibi türkülerimize dek girmiş. Yani bizim olmuş artık o. İyi de bu sözcüğü ben ille de niçin “tren” diye yazayım? İ sesi olmadan mı “tiren” deriz biz? “Türkçe, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir dil” olduğuna göre “tiren” diye yazmak doğru değil mi?

“Ama efendim, Yazım Kılavuzu tren yazmamızı uygun bulmuş. Dolayısıyla öyle yazmak zorundayız.” diyenlere ben de derim ki: “Niçin öyle kabul etmiş ki? Etmesin efendim! Dilimizin hangi kuralına uygunmuş ki böyle bir yazım?”

Neyse daha fazla uzatmadan asıl konuma geçeyim. Yani ki, köyümde içinden merdivenle çıkılan çift katlı evlere… Gerçekten de yoksul zengin fark etmez, köyümdeki tüm evler çift katlıydı. Eski “kadı”ların gösterişli ve süslü evleri de öyleydi; çobanlarımızınki de… Kandilli Rasathanesinin kurucusu ünlü bilginimiz Fatin Gökmen’in Antalya Müftüsü olan kardeşi Mustafa Gökmen’in, ayrıca ünlü iş adamı, sanayici ve milletvekili Nuri Göktepe’nin evi de çift katlıydı, bizim evimiz de… Bu açıdan bakınca, yüzde yüz eşittik; biz birbirimizle!

“Tüm evler çift katlı olduğuna göre, bir evde iki aile mi yaşardı?” diye sorarsanız, yanıtım hayır… Her evde bir aile… “Öyleyse niçin çift katlı?” diyeceksiniz. Alt katların tümünü hayvanlarımız kiralamıştı çünkü! Gerçekten de keçimiz, koyunumuz, ineğimiz, atımız, eşeğimiz içindi; tüm alt katlar. Ne yani, kışın soğukta, yazın sıcakta mı bırakacaktık onları? O kadar da acımasız değildik! Onlar süt, kıl, yün ve gerektiğinde et ve derilerini vererek ödüyorlardı kiralarını. Eşek, at ve katırlarımız yük taşıyarak, öküzlerimiz çift ve harman sürerek, tavuklarımız yumurtalarıyla öderlerdi borçlarını. 

Doğrusu ya bu alışverişten dolayı hiç anlaşmazlık olmazdı aramızda. Kavga da etmez, mahkemeye de gitmezdik. Ara sıra yavrulayamadığı için süt veremeyen kısır keçilerimiz, “Canım size feda olsun. Ben etimi vererek ödemek istiyorum borcumu.” deyip gönüllü uzatırlardı boyunlarını, keskin bıçaklarımızın altına! Hayvanlarımızla işte böylesine karşılıklı bir sevgi ve saygı vardı aramızda! 

Biz onları evsiz barksız bırakmadığımız gibi aç ve susuz da bırakmazdık hiç. Özellikle kadınlarımız ve kızlarımız sürekli olarak dağlardan, bayırlardan maki denen yaz kış yeşil kalan bodur bitkilerin dallarını keserek sırtlayıp gelirlerdi. Koyun ve keçilerimizi geceleri böyle beslerdik. 

Sığırlarla yük hayvanlarımızı yazdan hazırladığımız saman ve kuru ot olan halkamsı burmalarla doyururduk. Onlar sayesinde parayla et, süt, yoğurt, ayran, peynir, tereyağı da almazdık; yumurta da… Hele hele suni gübre kullanmayı bırakın, sözünü bile işitmemiştik. Hayvanlarımızın ürettiği yerli ve doğal gübre yeter de artardı bize.

Onlar sayesinde tekerlekli ve motorlu hiçbir taşıta da gerek duymadık. Doğrusu ya onların bu iyi yürekli dostluklarına karşılık biz de görevlerimizi yaptık. Sözgelişi eşeğimizi sık sık tımar eder, eskiyen nallarını o söylemeden yenileriyle değiştirirdik hemen. Sırtına uygun bir semer yaptırırdık mutlaka. Semersiz üstüne binmez, yük de vurmazdık. Onca yıl birlikte olduk da ısırmaya da kalkmadı eşeğimiz, tekme atmaya da… O bir hayvandı çünkü. İnsanlar gibi kalleşlik yapmasını beceremezdi ki! 

Gel de anımsama şimdi, Barış Manço’nun “Arkadaşım Eşşek” şarkısını. Bizim çokbilmişlerimiz, bu şarkının radyo ve televizyonlarda yayınlanmasını yasaklamışlardı; değil mi? Hâlâ yasak olsa gerek ki, uzun zamandır duymadım. Ne güzel koruyorlar ahlakımızı! Teşekkürü de hak ediyorlar böylece!

Keçilerimizi her akşam yeşil makilerden sunduğumuz “purç” denen yiyeceklerle nasıl mutlu ediyorsak; ineğimiz ve eşeğimizin de samanlarına kendi yetiştirdiğimiz arpadan az miktar karıştırarak zevkle yemelerini sağlıyorduk. 

Gaz, tuz ve bez dışında para ile aldığımız bir şey yoktu; desem yalan değil. “Ya çay, kahve, sigara, şeker…” mi dediniz? Yoktu öyle bir alışkanlığımız. Çocukluğumda girmedi bunların hiçbiri evimize. “Helva sevmez, helva yemez miydiniz?” diye sordunuz, öyle mi? 

Sevilmez olur mu helva! Severek yerdik elbette. 

“İşte şimdi çuvalladın! Şeker olmadan nasıl pişermiş helva?” deyip faka bastırmak istediniz beni ama yanıldınız yine. Çünkü pekmezle yapardı; annelerimiz helvayı, pekmezle… Yaz boyunca dut ve üzümden kendi yaptığımız, toprak küplerde sakladığımız pekmezle…

Sokakta ağzını şaplatarak şeker ve çikolata yiyen bir çocuk da görmedim; bisiklete binen de… Futbol topunu bırakın, zıplayan lastik topu da yoktu kimsenin; araba, bebek, balon gibi bir oyuncağı da… Dolayısıyla üç aşağı beş yukarı hep aynı yaşadığımızdan, birçok arkadaşım gibi kıskançlık denen şey hiç mi hiç gelişmedi bende. 

En büyük eksikliklerimden biri de budur işte!

 

 

 

NOT: Değerli yazarımız H. Esat Yavuztürk’ün hazırladığı, “Nutuk’tan Alıntılarla Atatürk” kitabı var; şu an elimde. Koskoca iki ciltlik eserden can alıcı öyle parçalar seçmiş ki yazarımız, günümüz Türkçesiyle rahat okunan 72 sayfalık şirin bir kitap olmuş. Yazarımızı da kitabı yayımlayan Baykent Yayıncılığı da yürekten kutluyorum! 

 

  

 

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: