ALGI KİMLİK TRAVMA: RUSYA-UKRAYNA SAVAŞINA POLİTİK PSİKOLOJİ AÇISINDAN BİR BAKIŞ
2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı askeri saldırısı, yalnızca bir jeopolitik güç mücadelesi değil; aynı zamanda toplumsal algıların, kimlik inşalarının ve tarihsel travmaların yeniden sahneye çıktığı bir psikopolitik kırılma olarak da değerlendirilmelidir. Bu savaş, klasik realizm veya güç dengesi teorileriyle tam anlamıyla açıklanamayacak kadar derin bir toplumsal-psikolojik arka plana sahiptir. Politik psikoloji disiplini, bu tür krizlerde aktörlerin karar alma süreçlerini, kolektif kimlik inşalarını ve savaşın toplum üzerindeki travmatik etkilerini anlamak için eşsiz bir analitik çerçeve sunmaktadır.
Rusya-Ukrayna savaşı, bir anlamda iki milletin “biz” ve “öteki” algılarını tarihsel bir belleğin içinden yeniden kurguladıkları, travmalarını politize ettikleri bir sahneye dönüşmüştür. Bu makalede savaşın politik psikolojik temelleri; algı yönetimi, kimlik inşası, lider psikolojisi ve kolektif travma eksenlerinde ele alınacak; ayrıca savaşın hem Rus hem Ukrayna toplumlarının zihin dünyasında yarattığı kırılmalar değerlendirilecektir.
Politik Psikoloji Perspektifinden Savaşın Okunması
Politik psikoloji, siyasal davranışların duygusal, bilişsel ve sosyo-psikolojik süreçlerle nasıl şekillendiğini inceleyen disiplinlerarası bir alandır. Özellikle savaş ve kriz durumlarında, aktörlerin rasyonel davranıştan sapmalarını, kimliksel motivasyonların politik kararlara etkisini anlamada kilit bir araçtır.
Bu bağlamda Rusya-Ukrayna savaşı, üç temel psikopolitik dinamik üzerinden analiz edilebilir:
Algısal çarpıtmalar (perceptual bias): Tarafların birbirini tarihsel ve kültürel olarak “düşman” kategorisine yerleştirmesi, güvenlik ikilemini derinleştirmiştir.
Kimliksel motivasyonlar: Ukrayna’nın bağımsızlık sonrası kimlik arayışı ile Rusya’nın “Slav birliği” ve “medeniyet alanı” (russkiy mir) iddiaları, çatışmanın kültürel altyapısını oluşturmuştur.
Travmatik geçmiş: Sovyet sonrası travmalar, özellikle 1991 sonrası kimlik belirsizlikleri, hem Rus elitinde hem Ukrayna toplumunda güçlü bir duygusal miras bırakmıştır.
Bu unsurlar, savaşın salt askeri veya stratejik bir eylem değil, aynı zamanda “kimliksel bir yeniden doğuş” mücadelesi haline gelmesine neden olmuştur.
Savaşın ilk günlerinden itibaren hem Moskova hem Kiev, yoğun bir algı yönetimi savaşı yürütmüştür. Modern savaşların askeri cephesi kadar, “bilişsel cepheleri” de bulunmaktadır. Bu bağlamda medya, semboller ve tarih anlatıları, savaşın meşruiyet zemininin oluşturulmasında kritik bir rol oynamıştır. Rusya’nın söylemsel stratejisinin temelinde, Ukrayna’nın bir “yapay devlet” olduğu ve Batı tarafından Rusya’yı çevreleme projesinin bir parçası haline getirildiği iddiası vardır. Putin’in 2021’de yayımladığı “Ruslar ve Ukraynalıların Tarihsel Birliği Üzerine” makalesi, bu algı çerçevesinin ideolojik manifestosu niteliğindedir. Kremlin, kendi halkına savaşın bir “savunma refleksi” olduğu, NATO genişlemesinin varoluşsal bir tehdit teşkil ettiği yönünde bilişsel çerçeveler sunmuştur.
Bu çerçevede oluşturulan “tehdit algısı”, klasik politik psikoloji literatüründeki düşman imajı (enemy image) teorisiyle uyumludur. Düşman imajı, karar alıcıların karmaşık durumları basitleştirmelerine yarayan bir bilişsel kısayoldur; ancak genellikle yanlış algılar ve aşırı genellemeler üretir. Putin yönetiminde bu imaj, yalnızca NATO’ya değil, Ukrayna’nın kendisine yönelmiştir.
Ukrayna tarafı ise algısal mücadelede “direniş” temalı bir ulusal anlatı inşa etmiştir. Zelenskiy yönetimi, sosyal medya çağının etkili iletişim araçlarını kullanarak hem Batı kamuoyunda hem kendi halkında moral üstünlüğü sağlamayı başarmıştır. Bu durum, savaşın psikolojik boyutunda Ukrayna’nın bir “kurban ama dirençli millet” imajı oluşturmasına yardımcı olmuştur. Bu karşılıklı algı üretimi, savaşın askeri gidişatını olduğu kadar uluslararası desteği de belirlemiştir. Nitekim Batı kamuoyu, Ukrayna’yı “demokratik değerlere saldırıya uğrayan mazlum” olarak konumlandırırken, Rusya giderek izolasyona itilmiştir.
Kimlik İnşası: “Biz” ve “Öteki”nin Yeniden Tanımlanması
Kimlik, politik psikolojide sadece bireysel aidiyet değil, aynı zamanda ulusların davranışlarını yönlendiren temel motivasyonlardan biridir. Rusya-Ukrayna ilişkisi, kimliksel kopuşun dramatik bir örneğini teşkil etmektedir.
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, sadece siyasi bir yıkım değil; milyonlarca insan için bir kimlik travması anlamına gelmiştir. Rusya için bu, imparatorluk kimliğinin kaybıydı; Ukrayna içinse bağımsız bir kimliğin nasıl inşa edileceği sorusu gündeme geldi. Bu süreçte Ukrayna, Batı ile entegrasyon ve Avrupa kimliğini güçlendirme çabalarını hızlandırırken, Rusya kendisini “kaybedilen imparatorluğun” mirasçısı olarak konumlandırdı. Putin döneminde geliştirilen “Russkiy Mir” (Rus Dünyası) kavramı, yalnızca kültürel bir birliktelik çağrısı değil; aynı zamanda bir psikopolitik telafi mekanizmasıdır. Sovyet sonrası kimlik kaybı yaşayan Rus toplumu için bu ideoloji, “yeniden büyüklük” duygusunu besleyen kolektif bir terapi alanı işlevi görmüştür. Ukrayna’nın Batı’ya yönelmesi, bu kolektif benlik için “ihanet” olarak algılanmıştır.
2014’teki Kırım ilhakı ve Donbas çatışmaları, Ukrayna’da ulusal kimliğin hızla konsolide olmasına neden olmuştur. Daha önce etnik, dilsel ve bölgesel farklılıklarla parçalı olan kimlik, savaş sonrası dönemde “tek bir Ukrayna” söylemi etrafında birleşmiştir. Bu süreç, Benedict Anderson’un “hayali cemaat” kavramını hatırlatır: savaş, ulusun hayal edilme biçimini yeniden şekillendirmiştir.
Travma, Kolektif Hafıza ve Duygusal Miras
Savaşlar yalnızca fiziksel yıkım değil; aynı zamanda toplumların kolektif hafızasında derin psikolojik yaralar açar. Rusya-Ukrayna savaşı da hem bireysel hem toplumsal düzeyde travmatik hafıza zincirlerini harekete geçirmiştir.
Ukrayna için Holodomor (1932-33 Büyük Kıtlık) hâlâ canlı bir tarihsel travmadır. Milyonlarca insanın ölümüne yol açan bu trajedi, Sovyet baskısının sembolü olarak ulusal hafızada yer alır. 2022 sonrası savaş, bu travmanın modern bir yankısı olarak görülmektedir. “Yine Rusya saldırıyor” algısı, toplumsal psikolojide geçmişle bugün arasında duygusal bir köprü kurmuştur. Rusya açısından ise 1990’ların ekonomik çöküşü, Batı tarafından “küçük düşürülme” hissi, kolektif travma halini almıştır. Bu duygusal miras, ulusal gururun yeniden inşası için “restoratif bir agresyon” şeklinde dışa vurulmuştur. Dolayısıyla, iki toplumun da savaş deneyimi, geçmiş travmalarının yeniden sahnelenmesidir.
Politik psikoloji literatüründe travmatik kimlikleşme (traumatic identity formation), toplumların mağduriyet deneyimlerini kimliklerinin merkezine yerleştirmeleriyle ilgilidir. Ukrayna toplumu savaş sürecinde “acı çeken ama dirençli millet” imajını benimsemiştir. Bu kimlik, hem iç dayanışmayı artırmakta hem de dış desteği mobilize etmektedir. Rus toplumu açısından ise “Batı tarafından haksız yere izole edilen büyük güç” anlatısı, mağduriyetle birleşen milliyetçi bir kimlik doğurmuştur. Böylece iki toplum, karşılıklı olarak travmalarını politize ederek “biz ve onlar” ayrımını kalıcılaştırmıştır.
Putin’in politik davranışları, genellikle “rasyonel otokrat” modeliyle açıklanmıştır. Ancak savaş kararı, daha derin bir psikolojik arka plana sahiptir. Eski KGB subayı olarak Sovyet çöküşünü bir “utanç” ve “hakaret” olarak yaşamış olan Putin, Rusya’nın “yeniden ayağa kalkması”nı kişisel misyon haline getirmiştir. Politik psikoloji açısından bu, narsisistik liderlik sendromuna işaret eder: lider, devletin benliğiyle kendi benliğini özdeşleştirir. Putin’in söylemlerinde sıkça görülen tarihsel referanslar, bilişsel tutarlılık arayışını yansıtır. Kendini II. Dünya Savaşı kahramanlarıyla özdeşleştirerek hem kendi halkına hem Batı’ya karşı “tarihi bir görev” duygusu üretmiştir. Bu durum, karar alma süreçlerinde duygusal bilişsel çerçevelerin rasyonel analizlerin önüne geçmesine neden olmuştur.
Zelenskiy, savaş öncesi bir televizyon karakteri olarak “sıradan vatandaşın sesi”ni temsil ediyordu. Savaşla birlikte bu kimlik, “ulusal direnişin simgesi” haline geldi. Politik psikoloji açısından bu dönüşüm, karizmatik liderlik kuramı ile açıklanabilir. Zelenskiy’nin empati temelli liderlik tarzı, toplumsal dayanışmayı güçlendirirken, Batı kamuoyunda da duygusal bir rezonans yaratmıştır.
Savaş, yalnızca iki ülkenin değil; küresel sistemin psikolojik dengesini de sarsmıştır. Avrupa’da yeniden güvenlik kaygısı, Batı-Rusya ilişkilerinde tarihsel korkular yeniden canlanmıştır. Batı kamuoyunda savaş, bir tür “ahlaki test”e dönüşmüştür. 1930’larda Nazi Almanyası’na karşı pasif kalmanın yarattığı tarihsel suçluluk duygusu, Ukrayna desteğini psikolojik olarak motive etmiştir. Bu, politik psikolojide “kolektif sorumluluk duygusu” olarak tanımlanabilir. NATO’nun genişlemesi ve yaptırımlar, yalnızca stratejik değil; aynı zamanda duygusal ve etik tepkilerdir.
Rusya-Ukrayna savaşı, Batı dışı toplumlarda farklı algılar doğurmuştur. Latin Amerika, Afrika ve Asya’da birçok ülke, bu savaşı “Batı’nın ikiyüzlülüğü”nün göstergesi olarak yorumlamıştır. Böylece küresel kamuoyunda “algısal bölünme” derinleşmiştir. Bu bölünme, uluslararası düzenin psikolojik meşruiyetini sorgulatmaktadır.
Toplumsal Psikoloji ve Uzun Vadeli Etkiler
Savaş sonrası toplumlarda sıkça gözlemlenen kolektif travma sendromu, hem bireysel hem kurumsal düzeyde uzun vadeli etkiler yaratır. Ukrayna’da milyonlarca insanın yerinden edilmesi, kuşaklar arası travma aktarımına yol açacaktır. Çocukların savaş hafızasıyla büyümesi, gelecekte kimliksel katılığın artmasına neden olabilir. Rusya’da ise savaşın uzun sürmesi ve izolasyonun artması, “kültürel kapanma” ve içe dönük milliyetçiliğin güçlenmesine zemin hazırlamaktadır. Bu da Rus toplumunda eleştirel düşüncenin yerini “kuşatılmış ülke psikolojisi”nin almasına yol açabilir.
Sürekli bilgi bombardımanı altında kalan bireylerde “bilişsel yorgunluk” ve “duygusal tükenmişlik” gözlenmektedir. Savaşın dijital ortamda yürütülmesi, bireylerin travmaya maruz kalma biçimlerini de değiştirmiştir. Görsel şiddetin sürekli tekrarı, toplumsal duyarsızlaşma riskini doğurmaktadır. Bu durum, modern çağın yeni bir “psikolojik savaş alanı”na dönüştüğünü göstermektedir.
Değerlendirme
Rusya-Ukrayna savaşı, çağdaş uluslararası sistemin sadece jeopolitik değil, aynı zamanda psikopolitik bir kriz içinde olduğunu göstermektedir. Bu savaş, algıların gerçekliğe üstün geldiği, kimliklerin stratejilerin önüne geçtiği bir çağın sembolüdür.
Politik psikoloji perspektifinden bakıldığında:
- Rusya, geçmişin travmasını “büyüklük arzusu” ile telafi etmeye çalışmış,
- Ukrayna ise mağduriyetini “direniş kimliği”ne dönüştürmüştür.
Her iki toplum da kendi duygusal tarihinin esiridir. Savaşın kalıcı çözümü, yalnızca diplomatik veya askeri değil; psikolojik bir yeniden inşa süreci gerektirir. Bu yeniden inşa, tarafların birbirini yalnızca “düşman” olarak değil, travmalarını paylaşan iki toplum olarak görebilmesiyle mümkündür.
Sonuç olarak, Rusya-Ukrayna savaşı; algıların manipülasyonu, kimliklerin politizasyonu ve travmaların yeniden üretimi üzerinden ilerleyen bir “politik psikolojik laboratuvar”dır. Bu laboratuvarın ürettiği sonuç, insanlığın hâlâ duygusal yaralarını yönetmeyi öğrenemediğini göstermektedir. Savaş, nihayetinde yalnızca toprak değil, zihinlerin işgalidir.